13 Mayıs 2007 Pazar

BU ESER...





“BU ESER,
benim bütün varlığım, vücut hikmetim, her şeyim…

Ben, arının peteğini hendeseleştirmeye memur bulunması gibi,
bu eseri örgüleştirmek için yaratıldım. Şiirlerim de,
piyeslerim de, hikâyelerim de, ilim ve fikir yazılarım da
sadece bu eserin belirttiği bina etrafında bir takım “müştemilât”dan başka bir şey değil…

Güzelim Türkçenin “katık” tâbiri ne kadar yerinde. Gerçek gıda “nân-ı aziz” dediğimiz ekmektedir ve gerisi,
ona katılmaktan kinaye “katık”tan ibaret…

İçinde yüzde elliden fazla (hidro-karbone) cevher bulunduran ekmek, pastaların üstündeki her türlü krema ve (fantezi) oyunlarına
sırt çevirmiş, kuru ve yavan, fakat besleyici
ve kurtarıcı fikre ne güzel remz!..

İşte, ezel kadar eski ve ebed kadar yeni, topyekûn insanlık çapındaki dâvanın bu eserini tamamlarken, onu, gıdasını Büyük Doğu ekmeğine borçlu bildiğim Anadolu gençliğine ithaf ederim.

N.F.K. / 1968

XII: EK. : (Büyük Doğu İdeolocya Örgüsü'ne Ek - AKINCI GÜÇ-İBDA KADROSUNA İTHAF)

İSLÂMI YENİLEMEK

- İslâm yenilenmez. Anlayışı yenilemek gerekir.

- Anlayış mı?.. Nurun aynadaki aksi... Aynayı yenilemek...

- Güneş yenilenemez, Göz yenilenir.

- İslâm, başı ve sonu olmayan ebedî yeninin ismi... Ona her ân biraz daha nüfuz etmektir ki, yenilik...

- "Bir günü bir gününe eş geçen aldanmıştır" hadisindeki sonsuz hikmettir ki, yeninin ve yeniliğin sırrını getirmiştir.

- Dava işte bu mânâda İslâm'ın yeni neslini yuğurmakta...

- İslâmın en yeni, değiştirilmez ve örnek nesli, Resûl eliyle yuğurulan sahabiler...

- Sahabilerin ardından "Tabi"ler bu nesil çizgisini uzatmışsa da onlardan sonra dava içtimaî plânda zaafa uğramış ve büyük ferdî zuhurların çevrelediği mahzun zümrelerden öteye geçilememiştir. Bu tecellide, muhafazası en zor iş olan aşkı kaybetmenin ve kaba akılla yapayalnız dış plânda kalmanın neticesi olarak ilâhî hikmet aşikâr...

- Emevî ve Abbasî devrelerini takip ederek Türk'ün eline geçen İslâmî devlet livası, 600 küsur yıllık gerçek devlet hayatının ancak 250 senesinde böyle bir nesle yataklık etmiş, ondan sonra 300 yıl korkunç bir aşk ve üstün anlayıştan yoksunluk çığrına girmiş, 100 küsur senedir de, aynı ham yobaz ve kaba softa idrakinin tersine dönük şekliyle bütün cehdini İslâm'a karşı çıkmakta bulmuştur.

- O gün bugündür ki, nesillere kahraman diye tanıtılanlar, İslâm'dan tiksinmenin fikrî ve fiilî icracıları olmuştur.

- İslâmı, zatından zerre feda etmeden olanca saffet ve asliyetiyle kucaklayabilecek ve nefslerinde yenileyecek nesillerin böylece köküne kibrit suyu dökülmeye başlanınca din ihtiyacından büsbütün kurtulamayan muvâzaacı mizaçlar her tarafta işi reformculuğa dökmüş; ve olduğu gibi bir İslâm yerine, oldurulmak istenildiği tarzda bir İslâm'a kapı açmaya bakılmıştır.

- Reformcu, İslâm'ı şu veya bu görüş ve mezhep lokomotifine bağlamak, onu zatına ve aslına göre değil, kendi şahsî nefsine ve idrakine iliştirmeye kalkmak, böylece çürük gördüğü bir binayı kendince payandalamaya yeltenmek bakımından, İslâma cepheden zıt olanlardan daha tehlikelidir; ve İslâmı kalb ve göz yenilenmesi yoluyla koruyacak olan nesil, cemiyet dairesi içinde kendisine üç düşman tanıyacaktır; aşksız ham yobaz, duygusuz kâfir, nasipsiz reformcu... Yani ruhu, kör nefsinde kabuklaştıran, büsbütün inkâr eden ve ikisi arasında arabuluculuğuna kalkışan...

- İslâm, 500 yıl kılıcını elinde tutan Türkiye'de bozuldu ve her yerde altüst oldu. Bu, ancak Türkiye'de düzelirse her yerde sağlığa kuvuşabileceğine ait İlâhî bir ihtar...

- İslâmı yenileyecek olan nesil, bu ruh ve madde felâketleri Türkiye'sinde son ve som, hepçi ve bütüncü tepki hâlinde zuhur etmekle mükellef...

- Bunca zevalin ardından ancak kemâl çığırı açılabilir...

- Dört büyük halifenin sırayla şiarları olan merhamet, celadet, edeb ve akılda tam ikmalli ve teçhizatlı olarak, 15. İslâm Asrının eşiğinde, İslâmı yenileme davasını çözümlemeye güçlü nesilden, ana rahmini tekmeleyici sesler duyuluyor. Aya gitmek hüner değil, bu sesleri güneşten duyulacak derecede fikirde ve aksiyonda yükseltmek marifet...

XI- ÇİLEMİZ VE DÂVAMIZ

OCAK KIZIŞTI!

· Allah Resulünün, bir gazada, yersiz bir gururu takib eden ilk şaşkınlıktan, hatta paniğe benzer bir halden sonra, tek başlarına ileriye atılıp bütün sahabîleri geriye dönmüş ve peşlerine düşmüş görünce, söyledikleri bir söz vardır: işte şimdi ocak kızıştı!”…

· Paniğe benzer hal, ne kelime!.. Türkiye’de İslâm dâvası dört asra yakın bir zaman boyunca Bâbil esatirini yaşadı. Evvelâ, kendisini Müslüman sananların, sonra da müslümanlıktan tiksinenlerin elinde Bâbil esareti…

· Evvela 300 küsur, sonra 100 küsur, en sonra 50 küsur yıllık devreler halinde; evvelâ kuvvetten düşme, sonra baygınlık geçirme, en sonra da komaya yatma felaketlerini yaşıyan İslâm dâvası, Türkiye’de, 30 yılı aşgın çileler nihayetinde ve gökten yıldırım gibi ilahî bir darbe neticesinde, kendisini birdenbire aynı hikmet noktasında bulmuştur: “İşte şimdi ocak kızıştı!”…

· Bu çeyrek asırlık bir vâkıadır, ocak çeyrek asırdan beri yanmakta ve kızışmaktadır; ve bu ocağın üzerine kutupların buz dağlarını devirseler, onu söndürebilmenin imkanı yoktur.

· Tam 30 yıllık Büyük Doğu ideolocya mimarîsinin kuşbakışı plânına umumî (perspektif)ine bir göz atan, bu ocağın ne çileler karşılığı alevlendirildiğine ve niçin söndürülemez olduğuna kolayca akıl erdirebilir. Ne mutlu anlayanlara ve anlatmak için, destanlık ıstırablar halinde çırpınanlara!…

· Türk fikir hayatında en büyük felâket, hem iman, hem küfür cephesinde, dünyayı topyekûn nazar çerçevesi içine alabilecek bir (stratosfer)e yükselememek, nefs ve kainat muhasebe ve murakabesine yaşanamamak yüzünde olmuştur.

· Batı dünyasına baktığımız zaman “nefs muhasebesi” dediğimiz muazzam hassayı, Sokrat, Lûter, Paskal, Göte, Tolstoy gibi fikir ve sanat adamlarını görüyoruz. Bizdeyse, öz tarihimizin dışında ve henüz Batı balyozunun İslâm çerçevesini parçalamaya yeltenemediği devirde, aynı hassaya ve en zengin çapta malik, İmam-ı Gazalî hazretleri var… Şu kadar ki İmam-ı Gazalî, derinliğine ferdi muhasebe etmiş, aynı zamanda iman ruhunu bulandırıcı kuru akılcıları temellerinden yıkmış, fakat devrinde İslâm dâvası sadece iç fesad ihtimaline karşı olduğu, henüz zıt medeniyetin hücumu ve kültür istilası karşısında bulunmadığı için, büyük muhasebesini, genişliğine, cemiyet planına intikal ettirmek fırsatını elde edememiştir. Başta İmam-ı Rabbanî Hazretleri bulunmak üzere, büyük tasavvuf ve ilâhî marifet kahramanları ise, memur bulundukları, yedi kat gök üstündeki ruh sarayının ulvî mimarlığı işinde, ancak hizmetçilerine layık bir iş için toprağa inmemişler ve zaten zaman ve mekanları bakımından buna ihtiyaç hissetmemişlerdir.

· Fakat bugün şartlar değişmiştir. Bugün, Doğuya karşı Batı tasallûtunun binbir âletli hokkabazlığını, Hazret-i Musa’nın elindeki asâ nasıl ejderha olup sihrbazların ipten yılanlarını yuttuysa öylece iptal edecek fikrî bir keramet gücüne ihtiyaç vardır. Yani İmam-ı Gazalî’nin derinliğine gücüne, genişliğine ve bütün yeryüzünün bütün meseleleri ve marifetleriyle karşılayıcı kudrette bir kahramana ihtiyaç…

· Dâva bu kadar çetin, şerefi de o nispette büyük; ve ithal malı ezberleme ideolocya tekerlemelerinden o kadar uzak…

· Halbuki burada bilindiği sanılan, fakat iç cevheriyle en uzak yıldızdaki taş kadar bilinmeyen, üstelik gericilik diye yaftalanan bu dâva, Türk aydınına “kalk, meteliksiz adam, babanın mezarını açacak olursan inci ve elmas dolu olduğunu göreceksin; mirasa kondun da farkında değilsin!” haberini verecek kadar büyük, yeni ve ileri…

· “İleri” mefhumunu küt burunlarının ucundan ileriye götüremeyen kör kafalılar, bütün bir feza dairesini devrettikten sonra arkalarında kalan noktayı geri sayarken, onu derinliğine ve genişliğine anlamaya başlamış yepyeni ve namütenahi ileri bir neslin kızıştırdığı ocağı tükürükle söndürmek gayretindedirler… Kızışan ocak, güneşin kışını yaza çevirecek kadar hararetlidir.

HAKİKATİMİZ VE GENÇLİĞİMİZ


BÜYÜK DOĞU ideali, kendi tekerlemeleriyle, milliyetçiliğin de, cumhuriyetçiliğin de, devletçiliğin de, halkçılığın da ve daha niceliğin de, neciliğin de aslına ve hakikatine malik olarak şudur: Menbaından mansabına kadar, bütün Türk tarihini, mazisini ve istikbalini kucaklayan, o aziz varlığı topyekûn cihan tarihinin en aziz fikir çileleri içinde yetişmiş bir ehliyetle kâinat çapında bir mizan ve murakabeye tâbi tutan, yarasa gözlü asrî yobazlara gerici görünecek derecede ileri bir istikbalden haber veren, bazı memleket içi insan müsveddelerine mürteci görünürken, bazı Avrupalılara bütün insanlığın beklediği ideolocyayı belirtici bir derinlik ve mükemmellik hissi veren; ve ilerinin ilerisi son ileriyi, nihayet ne olsa dediği olacak olan Allah ve Peygamberinin isim mihrakına bağlayan; ve dün, bugün ve yarın arasındaki daireyi kırmadan tamamlayan, eksiksiz ve tezatsız kurtuluş sistemi…

· Bilgisi, irfanı ve tecrübesi ne olursa olsun, millî bir mefharet halinde taşıdığı hudutsuz sezişiyle, halis tabakadan Türk halkı ve gençliği, bütün sahte ıslahat tarihimiz boyunca görülmemiş bulunan bu sahiciliği pek güzel anlamış ve köküne kadar benimsemiştir.

· Bugün aralarında yarım – yamalak politika adamları da boy göstermiş olarak, yaşları 50 ile 25 arasında, yüzbinleri aşan bir gençlik ve orta yaşlılık zümresini (formasyon-şekilleniş) bakımından Büyük Doğu idealinin teknesinde yuğrulmuş kabul edebilirsiniz. İçlerinde illetli doğanlar ve gerçek bir uzviyet ahengine erememiş olanlar varsa, kabahat bizde değil, kendilerinde, kendilerini çabucak “oldum!” saymalarındadır.

· Bugün Meclislerde, parti liderliklerinde, hattâ bir aralık bakan koltuklarında gördüğümüz bu ilk örneklerin dâvanın çetinliği ve kendisinin çilesizliği yüzünden kavruk çıktıklarını tesbit ve en büyük ümidimizi, henüz (agora meydan) yerine çıkmak fırsatını bulmamış, 25-35 yaşları arasındaki gençliğe bağladığımızı kaydederiz.

· Tesirimiz düşman kutublar üzerinde bile o kadar derin olmuştur ki, bugün komünistlerin fikirci geçinenleri, muhabbet hedeflerimiz üzerinde olmasa da nefret hedeflerimizde bizimle beraberliğe kalkmışlar, (Marks) ve (Engels) in (Hegel) metaryalizmasını ters-yüz etmeleri gibi bizim (diyalektik-fikri aşılama sanatı)mızı aparmaya kadar varmışlardır. Ama ne yapsalar boş… “Ezzıddân, lâyectemiân-zıtlar biraraya gelemez!”

· Halk Partisinin Cumhuriyet koruyucusu ileri gençliği de işi (favori) ve tam bir başıboşlukta bitirmiş ve meydan, hak ile bâtıl, iki dâva gençliğine kalmıştır: Biz ve onlar! Onlar ki, süngü kuvvetiyle dudakları perçinlenmiş olsa da kalbleri intizamla işlemektedir ve bu kalbleri durdurabilmek gücü ancak bizim gençliğimizin elinde…

· Ona bıraktığımız, ebediyet bestesi bu nağme yeter!

MEFKÛRECİ AHLÂKI


· Mefkûreci ahlâkında, hiç bir hasis nefs kaygısına yer yoktur!

· “Viran olası hanede evlâd-ü-iyal var!” mazereti, Şarkın tefessüh devirlerinde, kör ve kaba nefslerin kendilerini korumak için baş vurduğu aşağılık bir hileden ibarettir. Ayni tefessüh devirleri değil midir ki, hile mefhumiyle arasında en küçük bir münasebet yaşayamaz olan mukaddes şeriat hakkında da “Hile-i Şeriye” tâbirini uydurmuştur?

· Mefkûre ahlâkında, ya cemiyetle beraber ferdî hanenin de kurtulması, yahut içindeki evlât ve iyalle beraber viran olması vardır!

· Tam 400 yıldan beri bu ahlâka uzak yaşıyoruz! Sade uzak değil, taban tabana zıt…

· Viran olası hane değil, kahrolası nefs kaygısı, her ferdin kendi kendisini muhafazaya mahkûm bulunması gibi mel’un bir şuuru besleye besleye, bizde, ictimaî bütünlük hassasiyetinin köküne kibrit suyu dökmüştür. Öyle ki, on kişinin toplu bulunduğu bir cemiyette birisi karşılarına çıksa da “içinizde bir namussuz var!” diye haykırsa, kimsenin bunu üzerine alınmasına imkân kalmamıştır. Bizdeki mecburî hassasiyet ve aksülâmel, ancak şahsen ismimiz tayin edildiği zamandır. Halbuki on kişilik biri topluluk arasında isim tayin etmeden bir namussuzun bulunduğunu söylemek, isim tayin edilinceye kadar on kişiye birden namussuz demek değil midir? Fakat, söyledik ya, isim tayin edilinceye kadar, kimse, ictimaî tecavüzleri, ferdî tecavüz ayarında görmez.

· Dörtyüz senelik günah devrimiz yüzünden, maddî ve manevî izmihlâl çığırımız olan son yüz senedir başımıza ne geldiyse, işte bu ictimaî bütünlük hassasiyetini kaybedişimizden; mefkûreci ahlâkına topyekûn veda etmiş ve “viran olası hanede evlad-ü-iyal var!” derdine düşmüş olmamızdan geldi.

·Meselâ komünizma gibi, haklı olarak iğrendiğimiz bâtıl akîdeler manzumelerinin bazı kahramanlarında bile mfkûreci ahlakı, hiç bir gaye ve esasa bağlı olmaksızın, tamam ve mükemmeldir. Bu bâtıl akîdeler manzumesinin ilk aksiyoncuları, bütün ömürlerince soğan ekmek yemiş ve koskoca bir imparatorluğu ele aldıktan sonra bile evlerini geçindirebilmek için karılarına işçilik ettirmişlerdir. Kaldı ki, her vesileyle, nefslerini, bağlı oldukları mefkûre uğrunda feda edici içtimaî fert hamlesini göstermekten hiç bir an yüz çevirmemişlerdir. Son zamanlarda gösterdikleri bazı celâdetleri de ibret mevzuu diye ele almak ve aslında bu ahlak aslında kimindir diye düşünmek lâzımdır.

·Komünizmanın arayıp bulamadığı ve yolunu büsbütün Cehenneme çevirdiği Cennet, bütün aslı, esası ve hakikatiyle İslâmlıkta olduğu gibi, hiç bir itikat manzumesinin aşılayamayacağı mefkureci ahlâkının heyecan ve fedakarlık dolu ana kaynağı da İslâmlıktadır.

·Kainatın Mefharine bağlı olanlar arasında büyükler büyüğü Hazret-i Ömer’e “eğrilecek olursan seni kılıcımızla düzeltiriz!” cevabını verenlerin mefkûreci ahlakı karşısında ürperelim! Bu ahlakı nasıl unuttuk, nasıl kaybettik; ve aman Allahım, nasıl da tersine çevirdik?

·Bizde bu hal oldukça, suçu, tarihimizde başımıza musallat olmuş şahıslarda aramak yerine, onları tasallutlarında lüzumundan fazla lûtufkâr ve musamahakar bulsak daha iyi etmez miyiz? Gerçek sorumlu biziz!

·Allah, bütün haneleri, içindeki bütün evlat ve iyaliyle beraber gerçekten viran eden “viran olası hanede evlad-üiyal var!” korkusunun belâsını versin!

ÜMİDİMİZ


·Otuz yılı aşkın bir zaman çerçevesi içinde, ağzımıza erimiş kurşun dökülmesinden daha beter şartlarla pençeleşerek sesimizi çıkarabildiğimiz kesik kesik devreler ve parça parça davranışlar sonunda, eserimiz, tesirimiz ve teessürlerimiz ne oldu?

·C.H.P. sinden başlayarak D.P. si, M.B.K. si, bütün muvafakatler ve hattâ muhalefetler boyunca, her devrin mazlumu, makhuru, mahpusu olduk ve hepsinin birden mahkûmu, menfuru, mel’unu bilindik. Zira Türk milletinin unutturulmak istenen metbuu, matlubu, mahbubu yolundaydık; ve tanzimattan beri millet madenini bir küf tabakası şeklinde kaplayıcı çeyrek aydınlar, bu yolun mahrumu, mâdumu, makûsu yönde bulunuyorlardı.

·Böyleyken, gün oldu, bizi zindana tıktıkları zaman vatan köşelerinde gençler, ıstıraplarından akıllarını oynatacak hale geldiler, cinnet buhranları geçirdiler; ve bu yüzden bir takım hastalık ihtilâtlarıyla ölüm döşeğine düşünce de, Şehadet kelimesinin yanıbaşında ismimizi söyliyerek ruhlarını Allah’a teslim ettiler, (1947 Kayseri misali). Bu tek vaka, herhangi bir yurt köşesinde, herhangi aşırı hassasiyette bir şahsın, müstesna, münferit ve belki de marazî örneği değil, binde dokuzyüz doksandokuz onda dokuzuyla bütün gençliğin, bütün Türklüğün, bütün hak ve hakikat yolculuğunun ruh ufkundaki mânevî tecelliydi. Bu tecelli, o gençte, müstesna, münferit ve belki de marazî bir zemin bulmuş olabilirdi; fakat ruh plânında bütün hakikatçi Anadolu gençliğine yaygındı.

·Şifresi fikirle çözülemese bile hisle hecelenir öyle bir yaygınlık ki, cemiyet meydanına çıkmak ve oy kullanmak hakkına mâlik değil… Herkesin birarada hasta bulunduğu bir karantinada kimsenin hastalık lafını ağzına alamaması gibi bir şey… Hasta olabilirsin; fakat ne olduğunu bilemezsin!.. Yasaktır!.. Karantinamız camiler; ve dış tezahürlerinde serbest bulunduğumuz halde ne olduğunu bilmememiz gereken illet, iç hakikatiyle Müslümanlıktır.

·Biz 30 yıldır zâhirde hiçbir şey başaramadık, hattâ karantina bekçiliğinin büsbütün sertleştirildiğine ve cemiyet meydanının bütün bütüne işgal altına alındığına şahit olduk ama, ruhlardaki “gizli”yi fert fert, kendilerine karşı, açığa vurmuş olduğumuzu da gördük. Böyleyken zahirde yine gizliyiz; zira bu fertlerin toplamı ve topluluk ifadesini meydana getirebilmiş değiliz. Fakat ana unsur, temel örgü, atom fert, esas protoplazma kurulmuştur; gerisi, dış plan, kemmiyet kadrosu açıkgözlülükten ibaret ve hayatlık değerde olmasına rağmen basit…

·Bizim 30 yıldır yuğurduğumuz nesil, yüzbinlere rağmen halisleriyle bir tren katarını, en halisleriyle bir otobüsü, halisin halisi başbuğlarıyle de bir minibüsü dolduracak kadar kemmiyette zayıf olsa da, maya kıymetindedir, istikametini bulmuştur; ve Allah izin verirse memleketin en geniş ovasını taşıracak şekilde bir gün kervanlaşmayı bilecektir.

·Bando mızıkalarının önünde koşuşan sümüklü mahalle çocuklarına mahsus arsız ve yalancı belirliliklerden bizim gençliğimiz münezzehtir; ve piyasaya hâkim sanılan sahte mâna kooperatiflerinin bize cevri arttıkça, anlaşılmaktadır ki, mânaları zayıflamakta ve bizim mânalarımız kuvvetlenmektedir.

·Düşmanlarımız bilsinler ki, bağırsalar da, çağırsalar da, sussalar da, dövünseler de, çatlasalar da, patlasalar da, hiç aldırmasalar da, arkalarını çevirseler de, dönüp bizi öldürseler de, külümüzü savursalar da, okşasalar da, yalvarsalar da BÜYÜK DOĞU ideali, artık, alevin bir kav kümesini kucaklayışı gibi, Türk ruhunu en soylu nahiyesinden yakalamış ve üstün bir keyfiyet zümresinin tâ can evine girip oturmuştur. Bundan sonra bizi susturmak ve yok etmek, susmayacak ve yok olmayacak olanın yanında, ormanlar yanarken bir kıvılcım peşinde koşmak kadar faydasız olur. Ormanları söndürmek için tükürük itfaiyesi göndermekse yananları ancak çıralaştırır, alevlerini artırır.

ÜMİDSİZLİĞİMİZ


· “Allah’tan ümit kesilmez” sözü ve hakikati, havada yanan ve baş aşağı düşen bir uçağın içindeki tam çaresiz pilota kadar her şeyi ve her vaziyeti kucaklayıcı bir düstur olmasaydı, bütün bu geliş ve gidişe bakarak şu hükmü vermek zaruri olurdu: Artık hiç bir ümide yer kalmamıştır!

·Allahtan ümid kesilmez; ne doğru!.. Fakat Allah, herhangi bir mevzuda bir ümide yer bırakıp bırakmadığını sezdirecek bir takım delaletleri de yaratır ve onların yoluyla kullarına mutlak iradesini dilediği nispette gönderir. Bunun için de derler ki: “Perşembenin gelişi çarşambadan bellidir.”

·Öyleyse bütün bu geliş ve gidişe bakarak, onda, her menfiliğe rağmen Allahın bize artık acıdığı ve bir gün kurtuluşumuzu müjdeleyeceği bir doğrulma istidadından en küçük bir işaret bulabilir miyiz?

·Heyhat ki, bu sualin cevabı menfidir; içimizde en küçük doğrulma istidadından, en küçük bir işaret bile yoktur!

·Mektup bu oldukça, mektep dâvasında, fabrika bu oldukça, fabrika meselesinde, kanun bu oldukça, kanun çerçevesinde, kanunu tatbik zihniyeti bu oldukça, kanunu tatbik işinde, terbiye ve telkin bu oldukça, terbiye ve telkin yollarında, parti ve demokrasya bu oldukça, parti ve demokrasya kadrosunda, daha ne varsa hepsi bu oldukça topyekûn hepsinde hiçbir ümide yer kalmamıştır!

·Bizde “efkâr-ı umumîye” dedikleri üstüste yığılmış milyonlardan mürekkep kudret, tek başına bir jandarma karakol neferinin heybetine bile muadil değildir. O, bu hale başkaları tarafından getirildiği gibi, kendi kendisini bu halde görmeye de alıştırılmış ve bu hale mükemmel uydurulmuştur. Başka türlü olsaydı “viran olası hanede evlâd-ü-iyal var…” diye öncülerine mazeret ve kaçaklık destanları yazdırır mıydı?

·Bu hal, “efkâr-ı umumiye”yi lâşe kadar gayretsiz ve hareketsiz kabul etmek usulü, Türk topluluğunun içine işleye işleye; ve gelen kim ve giden ne olursa olsun, birbirine düşman hizipler tarafından da işletile işletile, netice de o kadar (komik) bir vaziyet doğmuştur ki, insan buna anlayışlı bir gözle bakabilse, kasıkları çatlayıncaya kadar gülmeye mecbur hale gelmiştir. Tek ferdin bile benimsemediği idare ve rejimlerin âzası, kendilerini kalbten seven ve tutan tek kişi bulunmamak şöyle dursun, nefret ve lanetle anmayan tek şahıs bulunmadığı halde, enselerde boza pişirmekte, üstelik ancak “efkâr-ı umumiye” ye istinadı kabil rejimlerin dâvasını gütmekte ve bu iş 50 yıldır böyle gelmekte ve böyle gitmektedir. Gel de 50 yıllık Yani’nin Kâni olabileceğine inan!..

·Demek istiyoruz ki, her plânın en üst plânında “Allahtan ümit kesilmez” düsturu yazılı olduğu halde, bugün zahir plânında hiçbir şeyin en ufak mikyasta salâha yüz tutmasına bile imkân kalmamış; ve atılan her adım ve dikilen her eser, bizi, bizzat o şeyin hakikatinden büsbütün mahrum bırakmaya yaramıştır.

·Bugün son ümit, ümidsizliğin bu türlü katmer katmer çöreklendiği şartlar âleminde, sadece BÜYÜK DOĞU tarafından örgüleştirilen büyük ruhî içtimaî kıymetler nizamına bağlı kalıyor. Son ümit bizdedir; bizde, bizim sonsuzluk nefesine bağlı taptaze ve yepyeni soluğumuzda… Kendimizi bizzat ve bilfiil (aksiyon)a istekli görmeksizin, bu kıymetler nizamını, biricik doğru, güzel ve iyi hükmiyle, geleceğin meçhul şartlarına ve (aksiyon) cu vicdanlarına emanet ediyor ve diyoruz ki: Bu soluk da kesilecek ve küfrün, yokluk rüzgârının buzlu ikliminde öldürülecek olursa, artık ümit kelimesini lugatlardan kazımak lazımdır. Ama, ümidsizliğimizin içinde, tek ve zaif kuşcağızın minicik gagasına alıp kaçıracağı ve herhangi bir noktaya rastgele salıvereceği bir tohumdan ormanlar fışkırması ihtimali de yok değildir. Müslüman ruhunun son haddiyle ümitsiz ve ümitliyiz. Herşeye rağmen tepesinde yapayalnız kaldığımız dağdan memlekete baktıkça göz attıkça da ümitli… Ümidimizin de dayanağını bildirdik.

FEDAKÂRLIK


·Büyük dâvanın evvelâ vecd ve divaneliğine, sonra da cesaret ve hamlesine malik bulunmamak yüzünden, onun başlıca ahlâkî esaslarından biri olan fedakârlığa tamamiyle yabancı, ömür tüketip duruyoruz.

·Bekliyoruz ki, doğmayacak bir günün, tahakkuk etmeyecek şafağında, gökten zenbille düşecek hazineler vasıtasiyle gayemiz gerçekleşsin; ve biz bu gerçekleşecek d­âvanın, varını yoğunu ona sarfetmiş hissedarları sıfatiyle değil de, “Armut piş, ağzıma düş!” tarzında lüpçüleri ve sanki baba hakkına dayanan mirasçıları olarak ondan faydalanalım!.

·Dâva tahakkuk ettikten sonra, onun sebil musluklarına maşrapasını sürmiyecek tek fert yoktur. Fakat dâvanın tahakkuk etmesi ve sebil hazinelerinin dolması için peşinen bir yüksük dolusu su sarfetmeye kandırılabilecek, bilemeyiz, kaç fert vardır?

·Fedakârlık mefhumu, devrimizde, hiç kimsenin kapısından geri çevirmeyeceği ve her an yolunu kolladığı efsanevî bir tevzi memurudur; yoksa her defa kapısından döndürdüğü ve mütemadiyen yolundan kaçtığı gibi, bir tahsil memuru değil!… Fedakârlığı, yalnız almaya mahsus ve nefsimizi tatmine mecbur bir fiil ismi makamında lûgatimizde muhafaza ediyoruz; tamamiyle aksi olarak vermenin ve nefsi sıkmanın işi nerede, bu iş nerede?

·Hazret-i Ali “Hasis mümindense, cömert kâfiri tercih ederim!” buyurmuşlardı. Sadece Allah rızası için mukabilsiz vermenin ifadesi olan ûlvi ve hasbî cömertlik noktasının bile küfre yaklaşmasına mukabil, kendi öz kurtuluşu için meteliğe kıyamayan sözde müminlerin halini acaba nasıl yorumlarsınız?

·Sadece mal ve para bahsinde değil, her hususta hasislik, bütün ciğerimizi kavurmuştur. İtimatta hasis, anlayışta hasis, ümitte hasis, hayalde hasis, temennide hasis, gayrette hasis ve nihayet malda hasis…

·Sadece vermek, boyuna vermek, hep vermek, her türlü vermek, her sahada ve her işde vermek şeklinde anlaşılması ve ancak bu surette fedakârlığa tekabül ettirilmesi lazım gelen umumî cömertliğin, biz, ne acınacak mahrumları haline gelmişiz ki, aşkta hasis, gönülde hasis, akılda hasis, emekte hasis, teşebbüste hasis posalara dönmüşüz!.

·Biricik özrümüz, terlemek ve sıkıntıya girmek istemeyen ham ve kaba nefsimizin biricik ham ve kaba tesellisi olan itimatsızlıktır. Deriz ki: “Şöyle veya böyle olacağını bilsem ve neticesinden emin olsam her fedakârlığı ederdim!” Bu teselli yalandır, şeytanîdir, günahtır! Sen itimat et de, isterse vazifeye davet eden seni kandırsın! Ecri sana ve hüsranı onadır! Sen boyuna itimat et ve icap ederse her defa aldatılmaya razı ol ki, böylece bir gün aldatılmamak imkânın da tahakkuk etsin, aldatmayacak olan da zuhur etsin? Ve o bir kere zuhur ve tahakkuk edince, onunla beraber muazzam zafer de gerçekleşsin!.. Emin olsaydın kendinden bin vâhid vereceğin işe, her defa kandırılacağın, fakat bir defa da kandırılmayacağın ihtimaliyle bin kere neye birer vâhid veremiyorsun?

·1870 tarihinde almanlar Paris’i alıp Fransız milletine altından kalkılmaz bir harb tazminatı biçtikleri zaman, Fransız kızları saçlarını kesip Avrupa pazarlarında satmışlar ve milletlerinin borcunu en kısa zamanda ödemişlerdi. İtimat ve aşk o kadar büyüktü ki, hiç kimsenin gönlüne şüphenin gölgesi bile düşmemişti. Ya bütün Türk mâzi ve istikbalinin en köklü kurtuluş zeminine oturtulması dâvasında, bize sağ elinin baş parmağından bir milimetrelik tırnağını kesip verecek olan kaç kişidir? Bu tırnakların nefs terazisiyle tartılıp nefs pazarında satılacağından ve mukabilinde nefs apartmanları kurulacağından şüphe edenler varsa, bunlar bizden değil, kendi kendilerine şüphe ediyorlar demektir. Zira onlar vermeye hazır olsun da, dediğimiz gibi, alan bugün bir hain bile olsa, elbette yarın başka bir sadık zuhur eder ve gâye hasıl olur. Bu işin tecrübesi de, bir değil, bin kere bile aldanmaya değer. Ya kimse vermeye hazır olmaz ve böyle bir şeytânî tesellinin kabuğunda rahata çekilirse, tek bir hain ihtimaline karşılık, acaba kaç bin veya kaç milyon gerçek hain türeyecektir?

·Fedakarlık eden aldanmaz ve ilâhî adalet tecellisiyle mutlaka verdiğini misilleriyle alır. “Cesur, merzuktur.”

·Hasis aslında mahrumdur; ve biz malik olduğumuz için değil, mahrum olduğumuz için fedakar değiliz! Allah uğrunda vermek… Dâva ahlakımızın baş kaidelerinden biri budur!

ÇİLEMİZ


·Bütün dünya zaman ve mekânı boyunca, bizim ideolocyamızın ruha ve maddeye nakşedilebilmesi için gereken şartlarla başka ideolocyaların şartları arasındaki nispet bakımından, bizim aleyhimize tecelli eden pay hiçbir defa görülmemiştir.

·Fakat aleyhimizdeki bu çetinlik, hakikatte lehimizdedir; ve ideolocyamızın her ucuzluk kolaylıktan müstağni şan ve şerefi icabıdır.

·Bu çetinlik şudur ki, bir ideolocyanın muvaffak olabilmesi için gereken iki ana şarttan fikir kıymetiyle bu fikrin aşılanacağı kitle kabiliyeti, bizim dünyamızda, kurnaz ve sahtekar istirmarcılar tarafından her an aleyhimize kullanılabilecek bir hususîliktedir.

·Fikir ve dâva bizde ne kadar yeni, doğru ve güzel olursa olsun, kurnaz ve sahtekar istismarcılar, onu, birtakım müşahhas misallere tatbik ederek daima eski, yanlış ve çirkin göstermeye çalışacaklardır.

·Biz ne şerefli bir dâvanın insanlarıyız ki, bağlı olduğumuz ebedî yeni, değişmez doğru ve sonsuz güzel, herhangi bir mümin çobanın belirttiği müşahhas ve gayet iptidaî hale irca edilivermekte, böylece o çobanın sadece ünvanda müslümanlığı, bizim bütün gaye ve dâva kadromuz diye gösterilerek, hamlemizin münevver zümre arasında hiçbir tılsım doğurmamasına çalışılmaktadır.

·Halbuki bizim gözümüzde devlet reisinin ufku, asrımızın oluş çilesini çektikten sonra, başrehber Hazret-i Ömerin seciyesine yaklaşan örnektir. Fikir adamı İmam-ı Gazalî, vecd adamı da Mevlânâ Celâleddindir. Her ân her müşahhası aşan mücerredin sayısız kemal merdivenleri karşısında, kimsenin, ille müşahhası ele almak gerekiyorsa, hiç olmazsa ulvî müşahhasları görmeye ve göstermeye niyeti yoktur. Müslüman adına yamalar ve yaralar içinde bir köylüyü görürler de, Nur heykeli İmam-ı Rabbânî’yi görmezler.

·Vatanımızdaki kitle kabiliyeti ise, evvelâ ırkî husussiyetlere dayanan, sonra da asırlar boyunca gelen tesirler yüzünden, içtimai dayanışma alâkasını tamamen kaybetmiş bulunmaktadır.

·Ortada, gerçekten bizi anlayan, kurnaz ve sahtekâr istismarcıların basit ve köhne gördüğü nâmütenahî giriftlik ve yenilik sırrını çözebilen, İslamı bu ölçülerle kalbinde, dilinde, kılığında ve edasında değerlendirebilen, tam bir ictimaî dayanışma ifadeli bir halk sınıfı mevcut değildir, ve biz, bunlarla beraber ibadet ederken namazda bile yalnızız. Hayatta büsbütün yalnız…

·Fakat biz, yepyeni kurmaylarımızı üretmenin, baştanbaşa simsiyah bir zemini yuğura yuğura onu süt beyaz bir renkte köpürtmenin, en ince ve nazik gamızaları teker teker heykelleştirmenin, dâvayı yassı kafalı bir çobanın ruh kadrosundan, beyni okyanuslar misali kıvrım kıvrım, en ileri mütefekkirin çapına çıkarmanın ve barut zerreleri gibi birbirine bağlı içtimaî bir alâka nesci dokumanın, Allah isterse, nasıl mümkün olacağını isbat edeceğiz. O zaman ise, gerek yeni gibi duran ideolocya reçeteleri, gerek ellerindeki canlı ve ileri millet kitleleri bakımından pek ucuz ve kolay işlere girişmiş hiçbir yabancı inkılâp zümresiyle kıyas kabul etmez hakikatimiz meydana çıkacaktır.

·O gün herkes bize yenilerin yenisi diyecektir.

DİVANELERE MUHTACIZ


·Garplıların (possédé) diye bir tâbirleri vardır; zapt veya istila olunmuş mânasına gelen bu tâbir; bir fikir veya his tarafından kavranıp, sımsıkı yakalanıp, başka tarafa bakmaya, başka birşey düşünmeye imkân ve mecali kalmamış insanlar hakkında kullanılır. Ve bu tâbir, bazan, marazî ve muvazenesiz ruhların; bazan da, kendilerini bir davaya kaptırmış, gönüllerini yalnız o dava ile doldurmuş kahramanların vasfıdır.

·Her kahraman mutlaka bir (possédé)dir; fakat her (possédé) mutlaka bir kahraman değildir. İşte, muazzam davalarla şişip büyümesi ve sonunda insan topluluklarını eteğine dolayıp göklere yükseltmesi gereken ulvî ve sağlam ruhlarla, delice vehimler yüzünden şişemeden patlıyan ve sönen, fakat dış manzaraları ilk misali andırıyormuş gibi duran süflî ve hasta ruhlar arasındaki fark!.

·Bu tâbirin mukabilini bize “divane” sıfatı verebilir. Bizim ihtiyacımız, yalnız bu mânada, ulvî ve müspet mânada divanelerdir. Oysa, devrimizde, kâmil iman, kâmil ahlak, kâmil insan gibi, en az bulunan, hemen hemen kalmamış gibi duran nesne…

·Büyük bir velî, kendisine “Siz zamanımızda sahabîlere eşitsiniz!” diyen müritlere şu cevabı vermiş: “Ben nasıl sahabîlere eşit olabilirim ki, siz onları görseydiniz divane derdiniz; onlar da sizi görselerdi böyle Müslüman olmaz derlerdi!” Âlemde hiçbir misal, (possédé) ve “divane” tâbirlerinden anladığımız ulvî ve müspet mânayı bu kadar azîm çapta belirtemez. İşte muhtaç bulunduğumuz müspet ve ulvî divaneliğin son durak noktası!..

·Cihanda büyük ve ulvî insan olarak kim gelmişse hepsi de müspet cepheden birer divanedir. Aşkın zivanaden çıkardığı insan olarak, divane olmadan bir iş görebilmeye, bir hamle gösterebilmeye imkân yoktur.

·Kimi Allahın, kimi şeytanın divanesi olarak, İmam-ı Gazalî’den Yunus Emre’ye, Sokrat’tan Bergson’a, Konfüçyüs’ten Gandi’ye kadar her büyük çaplı fert, bir iç dâvanın istilâ edilmişi, yani (possédé) sidir. Müspet divaneliğin bâtıl kutbu olarak da, her inkılâb ve hareketin sahibi, meselâ Marks, meselâ Lenin; onlarla beraber Hitler, Mussolini; onlardan evvel Mirabo, Danton, Robespiyer, Napolyon, hep birer divane… İnkılâpta bu, idarede bu, askerlikte bu, ilimde bu… (Sen Piyer)in Bazilikasını yaparken haftalarca ayağından çıkarmadığı çizmesini bir gün çıkarmaya mecbur kalınca derisi de beraber çıkan Mikelânj’ın misali nedir? Bulonya ormanında rastgeldiği bir lândon arabasını evindeki siyah tahta zannedip üzerine yazı yazmaya kalkışan Lâvvazye’nin hali neyi gösterir? Arşimed, Nuyton vesaire…

·Halbuki divanelik, aslî, esasî ve hakiki kutbiyle gerçek imanın verdiği bir sıfat; ve insanı aracılığa, buluculuğa, keşfediciliğe, yapıcılığa, yakıştırıcılığa memur eden ilâhi bir lûtuf… Divaneliktir ki, yedirmez, içirmez, uyutmaz, gaflete daldırmaz, vazgeçirtmez, ümidsizliğe düşürmez; ve mutlaka dindirir, yaptırır, koşturur, bağırtır, saldırtır, vardırtır, erdirir.

·Tarih boyunca Türkün başına ne geldiyse, hep ulvî ve mukaddes vecd ve aşk seciyesini gölgelendirmesi ve divanelikten uzaklaşma yüzünden geldi. Türkün, plânla, bu seciyesini gölgelendirmeye ve ulvî divanelikten uzaklaşmasını sağlamaya çalıştılar. Bugünse elimizde, birtakım klişeleri papağanvâri heceleyen, fakat imanın ruhu olan divaneliği zerre miktarı kalbine sindiremeyen müstehaselerden başka kimsecikler kalmadı.

·Mukadesatçı Türk!.. Davamızın birinci ruh ve ahlak kaidesi olarak evvelâ divaneliğin çaresini bulman, ruhunu vecd ve aşk eline kaptırman, böylelikle bizi anlaman, bize yapışman lâzımdır.

·Mukaddesatçı Türk!.. Hep fâni 24 saatleri kollayan ve kovalıyan miskin ve nâmevcut hayatın açıkgöz muvazenelerinden olmaktansa, insanlığın biricik haysiyeti, ulvî ve ebedî divaneliğe koş!.. İşte o zaman seninle anlaşır ve kervanımızı kurabiliriz. Yoksa, iş yok!..

MÜRTECİ-GERİCİ


· Bir yerde insanı “mürteci” diye sıfatlandıran bir tip gördünüz mü, hemen hükmünüzü veriniz: Bu adam, sadece ucuz klişelerle geçinen ve tekerlemeciden, sahte nisbetler kuran bir hokkabazdan, bir zamane yobazından başka bir şey olamaz.

· Mürteci, lûgatte “geriye dönen” demek… Anlam olarak da, sabit bir yeniden eskiye, iyiden kötüye, ileriden geriye dönmek isteyen… Bu hesaba göre sapan, traktörün; Arnavut kaldırımı, asfaltın; kağnı, trenin yanında birer irtica unsurudur. Ve bu nisbetler doğrudur.

· Bu nisbetler elbette ki doğru… Zira bir halin öbür hale gerilik isnat edebilmesi için, evvelâ onların bir cinsten olması, sonra da birinin öbürüne nazaran bedahet derecesinde sabit bir tekâmül belirtmesi şarttır. Biri öbürünün içinden çıkmış olacak, böylece zarurî tekâmül kanununun canlı ifadesini teşkil edecek ve öbürüne nazaran üstünlüğü bedahet çapında bulunacak…

· Fakat, biribirine göre ileriliği ve geriliği sadece zamanın kaba kemmiyet ve basit (kronoloji) senedinden başka bir şeye dayanmayan zıt keyfiyetler arasında irtica isnadı, ancak hakkı yenmek istenilenlere, peşin mahkûmlara ve mazlumlara karşı kullanılan fikirsiz ve haysiyetsiz damgalardan başka ne olabilir?

· Ham softalığın en modern ve nihaî ifadesi olan bu silâh, 40 küsur yıldır komünizma yobazlarının bize karşı biricik baltasıdır. Hınk dediniz mi, tınk dediniz mi, düşünür gibi oldunuz mu, yüzünüzü buruşturur gibi oldunuz mu, hemen damgayı basarlar: Mürteci!..

· Ne hazindir ki, sizi yobazlıkla suçlandıranlar, mücerret yobazlığın böylece en parlak şaheserini verirken, kendi halleriyle sizin haliniz arasında şöyle tarafsız bir nefs murakabesine girişmek ve dâvaları mücerret plânda muhakeme etmek gibi bir insaf ikliminden, kolera mıntıkasından kaçarcasına firar ederler. Zira, kaçmasalar, asıl kendi hastalıklarının meydana çıkacağını âdetâ sezerler.

· Bir şey geri ise geriliğini, ileri ise ileriliğini, mücerret plânda isbât yerine, kasdî bir duyguyu mütearife diye elçabukluğuna getirip, yâni esasa ihanet edip âdi usul hileleriyle muhatabını çürütmeye yeltenmek, mürtecilere ait ruh yapısının tâ kendisi demektir.

· Durun efendim, kerem buyurun ve izin verin, esası konuşalım! Ve doğru, iyi, yeni, ileri kimmiş ve neymiş, mücerret olarak tesbite çalışalım!.. Ayniyet değil de, zıddiyet ifadeleri arasında “şu evvel, bu sonra” gibi ahmak tasniflere girişecek olursak, mürteci diye suçlandırdığımız adamın bize dönüp şu karşılığı vermesi son derece tabiî olur: “Müsaade et, başa geçeyim de, ondan sonra seni müdafaa edecek olanlara mürteci damgasını basmaya ben koyulayım!”

· Bir hâdise, giriftler ve muğdiller âleminde kör fırsatların arka arkaya veya öne getirmesiyle kendi öz kıymet veya kıymetsizliğini kapatan muhkem bir imtiyaz kazansaydı, insanoğlunun bir defalık ne olmuşsa onun üzerinde kalması ve tek adım atmaması gerekirdi.

· Zira (kronolojik) mantıkla geri gibi duran nice şey vardır ki, ilerinin ilerisidir; fakat kokmuş (yeni)ler bu ebedî (taze) ye bayatlık kondururlar.

· İyice belleyelim ki, gerçek (yeni)nin, (doğru)nun, (ileri)nin yolunu kesenler ve zamanı kokutanlar, mücerret plânda müdafaa edemedikleri kendi hallerinin üstüne kapanıp, mücerret plânda müdafaasını yasak ettikleri hallere mürtecilik isnat ederler.

· Gerilerini dönüp, ileriye kıçlarındaki gözle bakanlar bize “gerici” diyor.

· “Gerici”… O da ne kelime? Gerilerinde damgamız mı var ki “gerici” oluyoruz?

· “İleri”, bir yuvarlak üzerinde gezici bir noktadır. Bakarsınız, kendisini ileri sanan, sabit ve ölü noktanın gerisinde, bakarsınız, ilerisinde… Bütün hikmet, daire sırrını ve devir farkını kestirebilmekte değil mi?..

· Zaman, yokuşu çıkarken de ilerler, yokuşu inerken de… Çıkıştan sonra gelen inişin zamanı, çıkışa geri mi diyecektir?

· Bugünkü Yunan cemiyeti, ikibin şu kadar yıl sonra geldiği için, (Sokrates)in eski cemiyetine geri mi desin? (Rönesans), güneşini eski Yunan ve Romada ararken onlara geri mi diyordu?

· Niçin bir şeyi, zaman, mekân dışı mücerred keyfiyet hesabiyle teraziye vuramıyorlar da, her şeyi boğucu bir darlık içinde, öldürücü kemmiyet plânına bağlamaya kalkıyorlar ve mânâları katlediyorlar? Böyle düşünen ve anlayanlara “gerici” bile denilmez de, bütün verimi bağırsaklarında ve mesanesinde toplanan ve mekteplerin teşrih derslerinden başka hiçbirşeye yaramayan, insanı kaybetmiş insan olarak hayvandan aşağı bir yaratık denir.

DELİ OLMAK LÂZIM!


· Tarihte, belli başlı tahakküm ve tasallut zümrelerince milletlerin kıskıvrak bağlanmaları ve iradesiz (medyum)lar gibi keyfî fermanlara münkat kılınmaları, hep aynı usule bağlıdır. Bu usul, içtimaî benlik ve birlik duygusunun o zümreler tarafından sömürülüp yokedilmesi, fertler arasındaki bağların çözülmesi ve her ferdin kendi başına kurtarmaya mecbur bir infirat haline getirilmesidir.

· Tahakküm ve tasallut zümreleri, anlayarak veya anlamayarak, fertte ictimaî alâkaya yer bırakmazlar. Onların rejiminde fert, sadece kendi şahsî ve nefsanî alâkasının dopdolu küpü halinde kalır ve başka küplerden kaç tanesi kırılırsa kırılsın, kendi küpüne zarar gelmedikçe başını kaldırmaz.

· Kitle duvarı, tuğlaları arasındaki bütünlük rabıtasını kaybettiği ve sadece entipüften bir kemmiyet istifiyle durduğu için, tahakküm ve tasallut zümreleri, diledikleri gibi o duvarı mıncıklarlar ve hiç mukavemete uğramazlar. Zira mukavemet edecek tuğla, tek başına bir fiskede düşürülür ve gittiğiyle kalır.

· Fizik ilmi bile gösterir ki, zerreler arasında kitle alakası bulunmadıkça cisimler teşekkül edemez; ve hiçbir kuvvet, bir cismin kutlesine hâkim olmadan zerrelerine müteessir edemez. Fakat insan kitlelerinde vaziyet tersinedir. Zerreler müteessir edilerek kitleye hâkim olunur.

· Böyle cemiyetlerde, kimse çıkıp da “yâhu, birleşin, ne duruyorsunuz, her irade sizin değil mi?” diye bağıramaz. Çünkü bunu bağıracak olan, daima, cemiyet değil, bir veya bir kaç fert olacaktır ve onlarda cemiyette cemiyet haysiyetinin teşekkülüne vakit kalmadan tasfiye edilivereceklerdir.

· Geride kalanlar da, daima fert kadrosunda, asla cemiyeti teşkil edemeden başlarına gelecek bu mahzun ve mahkûm âkibeti bildikleri ve ondan tek tek ürktükleri için hiçbir şey yapamazlar. Böylece bir cemiyette tek tek herkesin “hayır!” dediği bir mevzuda, birbirine bağlı üç beş zalimin “evet”i, ister istemez hüküm sürer.

· Bu hale gelmiş ve getirilmiş cemiyetlerde, zalimler şebekesi alenen kitlenin tarihine, ananesine, maşerî vicdanına en şenî fiili tatbik etse, fertler bu tecavüz kendi öz karılarının başına gelmedikçe hâdiseyi benimsemez ve umursamaz olur.

· Böyle cemiyetlerde, fert gitgide o kadar alçalır ki, millî vicdan, bir kadın gibi, açık havada, bir pas pas üzerinde ve dünyanın gözü önünde kirletilse kimse kendi üzerine toz kondurmaz.

· Bütün tarih boyunca firavunlar, kisrâlar, çarlar, racalar, mandarenler, krallar, titanlar, melikler, imparatorlar, kayserler, sultanlar, her türlü zulüm şebekelerinin başları, daima bu metodla kitlelere hükmetmişlerdir; fakat onların tasallutları her şeye rağmen maddî istismar plânında kalmış, teşkilâtlı ve imtiyazlı sınıf sayesinde muvaffak olmuş, büyük kitlenin cehalet ve şuursuzluğu da buna yardım etmiştir. Bu şartların hepsi de, ezenler ve ezilenler hesabına birer izah şekli ve birer mazeret unsurudur.

· Asıl izah kabul etmiyen ve mazeret unsuru olmayan vaziyet, bütün baş ve ayak takımiyle cemiyetin, bütün bir millî irdae ve mâşerî vicdan plânında ve küçücük bir kadro tarafından tahakküm ve tasallûta uğramasıdır ki, bunun için, ancak ters tarafından mucize çapında akıl almaz bir misale ihtiyaç vardır.

· En mütereddi cemiyetlerden biri haline gelmesine rağmen fertlerin, (Bastiy) kalesini kazma ve kürekle zaptetmiş nesillerden gelme bir heybetle dolaştığı, mutlakıyet devrinde hâkimlerin kral oğullarını hapse attığı, (Giyom Tel) isimli destanların devşirildiği, mücerret fert hakkı uğrunda olanca menbaını insanlık emrine veren hükümetlerin iş gördüğü, cumhurreislerine “vatan haini!” diye bağıran şahısların polis tarafından ancak yolları tıkamamak ihtarını aldığı ve nihayet vahşilerinin bile sinema perdesi üzerinden demokrasya dâvasını ezberlediği bir dünyada böyle bir misalden bahsedebilmek için yoksa deli mi olmak lâzımdır?

TÜRK GENÇLİĞİNE!


· “Büyük Doğu”, son haddiyle derin, ince, girift ve kütüphaneler dolusu tafsilat istiyen dâvasının ana çizgilerini tek eksiksiz ortaya koymuştur. Bu bakımdan, sesi ne zaman kesilse “aman, şu da vardı; şu bahsi de açacaktım!” diye gam yemez.

·İşin esasını, Türkiye haritasını göz önüne koyar gibi sınırlayabildiğimize inanıyoruz. İşin teferruatına gelince o, Türkiyenin, her taş parçasına kadar geniş topoğrafyasını çıkarırcasına muğdil ve hudutsuzdur; ve bakalım Allah, bize bu hudutsuzluk içinde ne nisbette bir hudut nasib etmiştir?

· Bu memlekette “Allah” adını alelâde teleffuz etmenin bile bir azim suç teşkil ettiği mevsimde, bundan tam 30 yıl evvel, sabık Maarifsizlik Bakanı Hasan Âli Yücel’in bize kendi ağzıyla söylediği gibi, “Allah’a itaat etmiyenlere itaat olunmaz” mealli bir hadîsi neşrettiğimiz ve yalnız “Allah” dediğimiz için kapatıldık; bir yüksek mektebdeki hocalığımızdan koğulduk ve Eğridir dağlarında çile doldurmaya memur edildik.

· 1994’te böyle başlayan çilemiz, ondan sonra, tiyotro perdecisi gibi bize sahneyi açtı ve 27 Mayıs gece baskınına kadar, Halk Partisi devrinde görmediğimiz zulümleri Demokrat Parti zamanında tadmak şartiyle, hapis üstüne hapis, kapatılış üstüne kapatılış ve bir Fransız ansiklopedisinin tabiriyle “hapisleri üniversite hayatını aşan fikir adamı”nın hikayesi… Bir başka eserimizde renk renk ve çizgi çizgi anlatılan bu hikâyenin yeri burası değil… Yalnız şu noktasının yeri burası ki, toplamı belki 101 seneye varacak mahkûmiyetlerimizin hepsinden birden, İhtilâl dedikleri 27 Mayıs gece baskınının basın affı lûtfiyle kurtulurken, bütün dünya adalet tarihinde ilk defa görülmüş bir sakamet olarak, o günedek istisnası yapılmamış bir mahkumiyetin şahsen af dışı diye yorumlanması üzerine askerî garnizondan sivil hapishaneye gönderildik; ve ondan sonraki aflara rağmen hep o mahkûmiyetin müstesna olduğu kaydı devam ettiği için, tam birbuçuk yıl, Toptaşı Cezaevinin ağlamaklı duvarları arasında ağlamaya bırakıldık. Çilemiz üzerinde bu kadarcık tafsilatı da, birbirine zıt iktidarların hep birden müşterek bulunduğu nefret kutbunu göstermek için veriyoruz. O biziz; yani tam hakikatiyle İslam… Düşünün ki, Millî Birlik Komitesi, çıkardığı ilk emirden birinde “Büyük Doğu kapatılmıştır!” fermanını yayınlıyor ve böylece zaten kapalı bulunan bir organı, ölüye kurşun sıkarcasına, bir daha kapatılıyordu. Halk Partisi, Demokrat Parti, Millî Birlik Komitesi boyunca böyle giden halimiz ondan sonra ne olabilirdi ki… Hangi parti bizim ruhumuzu tercüme kifayetinde olabilirdi?

· Bu vaziyette, başımıza ne gelirse gelsin, söylenecek, söylenmeye değecek ve gerisi yalnız “laf-ü-güzaf” dan ibaret kalacak söz şudur ki, herşeyin esasını bildirmiş insanlara mahsus bir itimat ve itmi’nan duygusiyle sesimizi tarihe emanet ediyor; ve aziz ve ebedî varlığına dua ettiğimiz Türk milletinin, bir gün yeni bir nesil elinde bu dâvayı gerçekleştireceğinden emin bulunuyoruz.

YOLUMUZ


· Rabbim, bize ne güzel bir yol nasib ettin! Şöyle bir yol: Efsanevî bir levha halinde, sislere batmış bir dağbaşına doğru ilerleyen kıvrım kıvrım bir patika örgüsü… Bu patika vaktiyle dünyanın en muazzam caddesiymiş; sonra gelen bozmuş, giden harab etmiş, en son gelenler ve gidenler de onu büsbütün tıkayıp üstünden geçilmesin diye sivriliğine cam kırıklariyle döşemiş… Sislere batmış dağ başında, insanoğluna yekpare ebedîlik ânını ve gerçek oluş saadetini tekeffül eden bir saray var… Fakat bizim gözümüze böyle görünen saray, yolu cam kırıklariyle döşeyenlerin gözünde, dünya saadet ve nimetine, eşeklik hürriyet ve meziyetine mâni bir zindandır. Onlar, biz dünyaya bu zindanı musallat etmiyelim diye yolumuzu keserken, biz de dünyayı bu felâketten kurtarmak için yolu o saraya doğru açmaya çalışıyoruz. Bu “yeni”lerin en yenisine, ezel noktasını ebed noktasına iliştiren mutlak ve nihaî “yeni” ye malik olduğumuz halde, bu “yeni”nin mâziye ait bayat ve yanlış tatbikatından, eski olmakla suçlandırılıyor ve bu yüzden tek kelimesi dinlenmez “kokmuş kafalar” ve vahşi yobazlar telâkki ediliyoruz. Halbuki bizi böyle telâkki edenler, sahte kemiyet yeniliklerinin aldatıcı kabukları içinde donmuş, mutlak ve şifasız küfür yobazları… Donmuş kafa asıl onlarınkidir; ve o kadar kokmuşlardır ki, kokmuşluğu bile dondurmuşlar ve tefehssühlerini konserve kutusunda ebedîleştirmişlerdir. Bunların, gerçekten, ebedîleştirebildiği tek şey, bizzat ve binnefs kokmuşluktur.

· İşte bu yüzden, kimsenin anlamadığı, kuş diline benzer bir muamma lisanı konuşuyoruz. Bizi, ne bizden olduğunu sananlar, ne de bizden olmayanlar anlayabiliyor. Bizi anlayabilmek istidadı, ancak Allah ve Resûlünün sırları yolunda kafasını berhava etmiş yüksek çile ehli müslümanlardadır. Onların da bu devirde sayısını tesbit edebilmek çok zor… Korkarız ki, “kaç kişisiniz?” diye sorulsa “milyonları aşkınız!” diye cevab verildikten sonra “öyleyse buyurun zehirle pişmiş aşı yemeye!.” Der demez, tıpkı Hacı Bayram-ı Velî’nin müritleri gibi birbuçuk kişiye inmesinler!..

· İşte arkamızdaki bu birbuçuk kişi, sivriliğine cam kırıklariyle döşeli yolda, topuklarımızdan saçlarımıza kadar kan içinde, ilerlemeye çalışıyoruz biz!. Yürünmez yolda, anlaşılmaz dille, aşılmaz mânialara rağmen mesafe aldığımızı görenler, bununla da kalmıyorlar! Dağların ve kırların, köpek, çakal, sırtlan, karga, fare, domuz, ne kadar mundar hayvanı varsa üzerimize musallat ediyorlar! Ayrıca kanunî yol bekçileri, ellerinde ceza makbuzları, memnu mıntıkalara girmiş olmanın suçunu ha bire kaydedip duruyorlar. Bu kadariyle de dolmuyor çile… Arkamızdaki bir buçuk kişinin çeyreği, bizden aldığı tefekkür dersini, davaya en zıt yollara saparak, bir nevi istiklâl ilânına kadar gidiyor ve İslâm cephesine âdetâ “Tavâif-i Mülûk” manzarası veriyor ve küfür ejderhası tarafından kolayca yutulmamıza çalışıyor, asıl bu manzara karşısında cam kırıkları topuğumuzdan ciğerimize kadar batıyor, köpekler havlıyor, mukayyitler yazıyor, dönekler çark ediyor; ve şu âna kadar bahsettiğimiz en korkunç zümre, bugün belki bütün cihana hâkim Yahudiler ve Yahudilik müessiseleri, bütün şubeleriyle perde arkasından bu vaziyete bakıyor. Cam kırıklarını onlar döşetiyor, köpekleri onlar besliyor, mukayyitlere onlar talimat veriyor ve dönekleri vasıtalı vasıtasız, onlar idare ediyor.

· Ve biz her şeye rağmen yüzbinleri aşan kadromuzla yürüyoruz; her şeye rağmen yürüyoruz, yürüyeceğiz ve güzel isimleri arasında “Galip” isminin sahibi Allah adına ve aşkına yürümekten vazgeçmeyeceğiz!

·Rabbim, Rabbim; bize ne güzel bir yol nasib ettin! Sırlarının ve nimetlerinin hazinesi olan saraya, elbette ki, bundan daha kolay şartlarla gidilemezdi. Mademki zorluk bu kadar müthiş, o halde tam yolun üzerindeyiz; ve mademki tam yolun üzerindeyiz, o halde yürüyeceğiz ve erişeceğiz! Çünkü biz, herhangi bedavacılık ve lüpçülükten uzak, senden, nimetinle mütenasip ebedî devleti istiyoruz; o halde her çileyi çekeceğiz ve sonunda –yalnız senin dilemen şartıyla- bu devleti kazanacağız! Mademki ıstırap bu kadar büyük, mazhariyet ve devlet de o nisbette azîm olacaktır.

LÜPÇÜLÜK, HEPÇİLİK


· Âdem peygamberden beri, ictimaî dâva ve savaş mevzuunda daima iki cins zümre seciyesi görülmüştür: Lüpçüler, hepçiler… Lüpçüler, ceset mezara girdikten sonra üzerine üşüşen kurtlara benzer; hazıra konarlar. Hepçilerse, cesedi, sağlığında bir dağ yavrusu gibi omuz kabartırken alnının tâ ortasından vurup yere serenlerdir. Hazıra konmazlar; bizzat hazırlarlar. Bütün dinler ve büyük inanış sistemleri hepçidir; hak veya bâtıl, herbirinin kendisine göre bir oluş çilesi vardır. Lüpçülüğün biricik vasfı ise, çilesizlik, bedavacılık, kolayına getiricilik…

· Bizim ictimaî tarihimizde, asırlar boyunca lüpçülükten başka bir şey göremiyoruz! Ham ve kaba softa, bizde, mukaddes dinimizin bir çile mevzuu olmaktan çıkarılıp lüpçülük matahı halinde getirilişinden sonra doğmuştur. Ondan sonra bu ham ve kaba softaya ve birbirine zıt ne kadar cereyan ve hareket türemişse, tüm lüpçüdür. Tanzimatçılar, hem garbı en ucuz çizgileriyle taklide yeltenmekte, hem de iç huzurluğu tefsir ve istismarda gayet lüpçüdürler. (Jön-Türk) ler ve ittihatçılar, büyük ihtilal hareketlerinin lüpçü üstü lüpçülerdir. Cumhuriyet Halk Partisi, kendi kendisini kurtaran Türk milletinin hicabından, tereyağından kıl çekercesine bütün bir kurtarıcılık devşirmekte, zorla aldığı bu hak üzerine hudutsuz bir salâhiyet bina etmekte ve kütübhaneler dolusu dünya ideolocyalarının karşısına altı okla çıkmakta, gelmiş gelecek lüpçülerin en kıyağıdır. Heyhat ki, demokrat Partinin, bu, Allah eliyle içinde törpülene törpülene yılan gömleği halinde bomboş bırakılmış Halk Partisi lüpçülerini patlatıvermesi de, lüpçülükte ötekine taş çıkartıcı tarihî bir misalden başka bir şey olmadı ve lüpçülükle gelen, başka lüpçülere kurban olup gitti.

· Komünistlerimiz lüpçü, dindarlarımız lüpçü, demokratlarımız lüpçü, faşistlerimiz lüpçü, milliyetçilerimiz lüpçü, insaniyetçilerimiz lüpçü; bizim halimiz ne olacaktır???

· Bizim bir şey olabilmemiz ve boşlukta mekân işgal etme hassasına erebilmemiz için, mutlaka tarihimizdeki birkaç asırlık lüpçülük seyrinin sona ermesi ve içimizden hepçi bir zümrenin fışkırması lâzımdır.

· O, biziz efendiler; ve bunun içindir ki, bu kadar sinirleri dokunmakta, huzur kaçırmakta, üstelik kendi sinirlerimizi yemekte, huzursuz kalmakta; ve milyonlarca surat içinde kaybolmuş tek çehreyi arar gibi, bizden olabilecek önder veya önderleri aramaktayız! Biz hepçiyiz; bütün bir çile pahasına “hep” ten geliyor ve topyekûn “Hep”i dileyen, “hep”e erer.

BEKLENEN NİZAM


· Yüz yıldanberi bir toplu iğne yapmaktan bile âciz yaşayan bu milleti, radyosunu, otomobilini, traktörünü, dikiş makinesini, falanını ve filanını zorlayacak bir nizam… “İstersen bunları tenekeden yap; fakat kendin yap!” diyecek bir nizam…

· Türk gümrüklerinden, hayat devlet ihtiyaçları müstesna, tek Garp âletinin geçmesine müsaade etmiyecek bir nizam… Tâ bu âletlerle rekabet edici Türk sanayi ve imâl kudreti doğuncaya kadar başka çıkar yol görmiyecek bir nizam…

· Bütün Garp âlemini, Türkün ve onun ruhî idaresinde bütün Asyalıların gözüne tılsımlı bir umacı gibi görünmekten çıkaracak bir nizam… Garp âlemini, (Rönesans)dan beri sadece aklın fetih hakkını kullanmış ve eşyayı teshir etmiş bir müspet bilgiler hârikasından ibaret gösterecek ruh plânında taklide değer hiçbir kıymeti bulunmadığını meydana çıkaracak bir nizam… Ve mevcut Garp bilgilerini maharetle çalacak ve onları ehliyetle Türke mal edecek bir nizam…

· Türkiye’de tek bir kahve köşesine bile izin vermeyecek ve saatte 35 milyon kilovat çapındaki millî enerjiyi tasarruf edecek bir nizam…

· Sinemayı, tiyatroyu, edebiyatı, fikriyatı, hattâ ilmi bile mutlaka millî şekilde verimlendirecek bir nizam… Bunlar bir kere millîleştikten sonra da onları beynelmilel çapa ulaştıracak bir nizam…

· Kârhane, meyhane, kumarhane ve bütün rezalethanelere “paydos!” diyecek bir nizam…

· Ruhumuzu dayadığımız mukaddes ölçülerin hem düşmanlarına, hem de dost görünüp bu ölçüleri anlamayan ham yobaz bozuntularına hayat hakkı tanımayacak bir nizam…

· Çoraptan serpuşa, harften binaya, muaşeret edebinden bütün ifade şekillerine kadar (plastik) plânda şahsiyetin ne demek olduğunu meydana çıkaracak bir nizam…

· Adam öldüreni hemen öldürecek, hırsızlık edeni bir daha edemez hale getirecek; ve bütün ictimaî ihtilâtlarında ferde öz evinden daha emin sığınaklar gösterecek bir nizam…

· Dâva adamlarının nasıl çalışacağını belirtecek; ve en büyük göz mütehassısını en şiddetli trahom mıntıkasında hayatını feda etmeğe zorlarken, en büyük terbiyecinin de en hücrâ köyde bir jandarma erinden farksız yaşamasını sağlayacak bir nizam…

· Memlekette tek sahipsiz çocuk, tek serseri, tek işsiz, tek sakat bırakmayacak ve hiç olmazsa bunları göz planından sürecek bir nizam…

· Ve nihayet halkın nefsaniyetini değil, Hakkı razı edecek ve Kurultayın büyük duvarına “Hakimiyet Hakkındır!” düsturunu kazıyacak bir nizam…

· Nizamların nizamı olan düzen, iki heceli ve beş harfli bir isim taşır: İSLÂM…


TAMAMLIĞIN ŞARTLARI


· Tatbik ettiği kanuna inanan hâkim… Kendisini hâkime inandıran kanun… Aldığı dâvanın hak olmasına bağlı avukat… “Kanunun kestiği parmak acımaz” bilen mahkûm… Bunlar oldu mu adalet tamamdır.

· Terazideki uygunsuzluğu Allah’ın gördüğünü bilen ve parmakları titreyen esnaf… Teraziye bakmayı kötü zan ve boş zahmet sayan müşteri…

· Fazla kazancının kaç fakir lokmasından meydana gelme bir vâhid olduğuna dair ruh muhasebesinde hususî bir fasıl açan tüccar… Tüccarların vergi kaçakçılığını takib için bir hafiye ordusu beslemeyen ve bunu Allahın bilgisiyle müeyyide altına alan idare… Bunlar oldu mu, müeyyide tamamdır!

· Sırtında tasarruf edilen emek artığını sanki kendisi biriktiriyor ve cemiyet hesabına yatırılıyormuş gibi bir huzur ve (mistik) zevk içinde çalışan amele…

· Amelesinin diken batmış ayağını dizine koyup saran patron…

· İş verenle iş gören arasındaki âhengi bir orkestra nizamıyla kıvamlandıran ölçü… Bunlar oldu mu, usul tamamdır!

· En ileri, en zengin ve en kalabalık (Metropolis)in billûr sarayında; en geri, en fakir ve en tenha köyün cemiyet bütünü içndeki hak ve vazifesini kolluyan ve bu kollayışın kafa hâkimiyetini temsil eden münevver…

· En ileri (Metropolis)in en ileri ufkundaki ufuk münevverin teşekkülünü besleyici şartlara inanan ve kendisi için bu şartlardan daha üstün bir koruyucu olmayacağı idealine feda olan köylü…

· En ileri münevverle en iptidaî köylü arasındaki oluş kavşağını açık tutan sistem… Bunlar oldu mu, nizam tamamdır!

· Bacaklarına bakılıp memuriyete kayrılacağını ummayan daktilo kız…

· Günahın idarî ve ictimaî selâhiyetlerinden hiçbirine ortak etmeyen ve mide kanseri gibi ferdiyeti içinde hapseden âmir…

· Cemiyete sâri günahı en büyük felâket sayan toplum havası… Bunlar oldu mu, ahlâk tamamdır!

· Mikroplara karşı muvazalı bir muhalefet tavrı takınmayan doktor…

·Nefsi hastalığına razı olsa bile cemiyetin buna razı olmayacağını ve nereye saklansa kendisini arayıp bulacağını bilen hasta…

· Bir hastahanedeki ilim ve hakikat otoritesi önünde, fert hakkı, hürriyet, demokrasi gibi laflara yer bulunmayacağına inanmış ve bu inanışla beslenmiş, gönül… Bunlar oldu mu, hakikat tamamdır!

· Öğrenmemenin vatana ihanet olduğunu en başta öğrenen öğrenci…

· Hatır için numara vermeyi, vatan ihanetine müsavi bilen öğretmen…

· Bütün haklarını okul ve öğretmene devretmiş aile ve cemiyet… Bunlar oldu mu, terbiye tamamdır!

· Saadetini, ne yapıp yapıp kötüyü bulmakta değil, ne yapıp yapıp kötünün bulunmadığını bulmakta arayan polis…

· Polisi, kendi mesleğinin tesadüfen aksini temsil etmeye memur bir yoldaş sanmayan hırsız…

· Polisle korkuttuklarına karşılık, polisi korkutmak ceberrutu yerine, ona hak takipçiliğini telkin eden hükûmet… Bunlar oldu mu, emniyet tamamdır!

· Namazda, akşama indireceği hatimden kaç para alacağını düşünmeyen imam…

· Her ferdi öbüriyle dirsek teması halindeyken, yine her ferdi Allahla yapayalnız ve aynı ictimaî dayanışmaya her sahada mâlik, milyonluk safları çerçeveleyen cemaat…

· Dini, kör ve sağır nefslerin karanlık bodrumuna indirmeyen, asliyet ve saffetinden zerre feda etmeksizin koruyan bilgi… İmam tamamdır!

· “Hâkimiyet halkın değil Hakkındır!” düsturunu mahyalaştıran telâkki…

· Hâkimiyet kendisinin değil, ancak Hakkın olursa kendisinin de hâkim olacağını şuurlaştıran halk…

· Halka “Sen kendi hayrını bilemezsin; onu Hak bilir ve gösterir! Gerçek hürriyet de bu teslimiyettir!” diyen hükûmet… Bunlar oldu mu, demokrasya tamamdır!

· Büyüklerin keyfi için tarihi ve gerçekleri değiştirmeyen bilgin… Düşünce tamamdır!

· Sanatın, sanatla beraber her şey için, her şeyden evvel mutlak hakikat ve cemiyet için olduğu sırrına eren şair… Duygu tamamdır!

· Herkesi ve herkesten ziyade kendisini aşan prensipler heyûlasının gölgesiyle heybet ve haşyet saldıktan sonra, hak ve vicdan adına kendi gölgesinden ödü patlayan politikacı… Devlet tamamdır!

· Yangın kulesinden Sarıçizmeli Mehmet Ağayı arar gibi boş yere ismi haykırılmayan, daha ilk seslenişte ilk ferdiyle “burdayım!” diye meydana çıkıveren yığın… Cemiyet tamamdır!

· Beyin, kalb, yumruk ve taban arasındaki ilâhî vazife bölümünü ve rütbe dağıtımını, her uzvu kendi faaliyeti içinde mesut ve öbürüne riayetkâr, cemiyet bünyesi…

· Allahın, meleklerine bile mahrem tuttuğu hakikat yuvası kalblerle, hakikatin sesi diller arasında mesafe bırakmayan samimiyet… Bunlar da oldu mu, baştan beri saydıklarımızın hepsi ve her şey tamamdır!..

ANADOLU


· Anadolu… Bozkurdun bir dere kenarında gümüş sulara dalıp gözlerindeki tılsımlı ateşi seyrede ede, içli ve mütevekkil bir söğüt ağacına istihale ettiği (mübarek) diyar…

· Anadolu… Türkün, gerçek ruh ve muhtevasını bulur bulmaz seyyarlıktan sabitliğe geçtiği ve ruh vataniyle içiçe yeryüzü vatanını kurduğu büyük mâna çerçevesi…

· Anadolu… Kıt’alar arası tarihî hesaplaşmaların geçit meydanı, medeniyetlerin sergi evi, mahrem ve muazzam Asyanın, Avrupa’ya bakan cumbası…

· Anadolu… Putların ve salîbin binbir cümbüşü arkasından kendisini topyekûn hilâle teslim eden ve onun dâvasını bütün dünyaya şâmil bir (aksiyon) halinde güden aslî ve asîl unsur kadrosu…

· Ve nihayet Anadolu… Tarih boyunca cihanın en büyük mâna ve madde imparatorluğuna dayanak vazifesini gördükten sonra, dört asırdır öksüz, mazlum, harap ve mahrum yaşayan; bir asırdan beri de ihanetlerin en acıklısına uğrayan, derken ananevî tahammül ve tevekkülünün üstünde ruh eşkiyasının çatı kurduğuna şahit olan misilsiz çile ve işkence arsası…

· Halbuki Anadolu; şehitler toprağı, gaziler bucağı, velîler ocağı…

· Nihayet Anadolu, her taşında bir Yunus Emre’nin oturduğu, her yolundan bir Yunus Emre’nin geçtiği, hak âşıklarının yurdu ki, minareleri, evleri, rüzgârları, ırmakları, kağnıları ve kalbleri hep “Allah Allah!” sesleriyle uğuldamakta…

· Böyleyken, Anadolu; suları bile “Allah deyu deyu” akarken, tam 65 yıldır kendi iradesiyle başa geçtiğini iddia eden istismar idarelerinin esiri olmak gibi, hayal ve efsaneye sığmaz bir gözbağcılığının, hokkabazlığın zebunu…

· Anadolu’nun yine 65 yıldır beklediği, böyle bir Anadolu görüşü ve en üstün milliyetçilik halindeki böyle bir Anadoluculukla, ona, kendi kendisini, kendi uktesini, kendi kökünü göstermeye, kendi özünü ve yemişini kuvvetlendirmeye, sırlarını çözmeye ve dostlariyle düşmanlarını tanıtmaya memur, büyük fikir hamlesidir.

· Suları bile “Allah deyu deyu” akan vatanın, o mukaddes emanet çerçevesinin “Harîm-i ismet” inde, Anadolu, düşmanlarını boğacak şuura yükselmedikçe, bilerek veya bilmeyerek, Firavunların ehramlarına taş taşıyan esirlerden farksız yaşayacaktır. “Harîm-i ismet”te boğulmasıyla, Anadolunun ve Anadolu ruhunun büsbütün boğulması arasında, ihtimal payı olarak hiçbir mesafe kalmamıştır. “Olmak mı, olmamak mı; işte bütün mesele!..”

· Annelerin gittikçe unutkan, habersiz ve nebat hayatına namzet yavrular doğurduğu ve aziz mânaların gittikçe ışıkları sönük bir liman gibi arkada kaldığı bu hengâmede, sahipsizliğine rağmen ulvi bir sezişle hakkı gördüğünü birkaç yıldır belli etmiş bulunan Anadolu, elbette ruhî istiklâl veya buna bağlanması değil, mücerret bir hasretle yanması yeter! Sadece şuur!…

· Hasret, vuslatın yarısıdır. İste ki, olsun!.

GENÇ ADAM!


· Genç adam, düşün! Evvelâ, insanoğlunun düşünmekten büyük haysiyeti olmadığını düşün!

· Senin yaşadığın devirde insanların meşin toptan birer kafa taşıdığını ve bu topu dolduran havanın en basit fikri bile kavurup kül edici bir kezzap buharı olduğunu düşün!

· Düşünmeyi düşün; düşünülecek her şey ondan sonra kuyruğa girer. Filozof: “Mademki düşünüyorum, öyleyse varım!” der. Ya biz ne diyelim?..

· Bırak filozofu, milozofu: Kâinatın ve insanlığın Ufku, bir ân düşünceyi bilmem kaç yıllık ibadete denk tutar ve şöyle buyurur: “Yarabbi; bana eşyanın hakikatini olduğu gibi göster!” Aziz varlığın aziz aynası fikir… Düşün!

· Seni karartmak isteyen tesirler evvelâ sende mücerret fikir istidadını, yani varlık şiarını körletmekle işe girişti. Bunu düşün!

· Hiç bir kaptan haritadan, hiç bir şoför kilometre işaretinden, hiç bir doktor röntgen camından şüphe edemez. Fakat sen, Tanzimattan bu yana, önüne sürülen bilgi ve hakikat unsurlarından şüphe edebilirsin!.. İlimde bile dolandırıldın? Bunu düşün!

· Düşün ki, genç adam, Masonluk, Yahudilik, Kozmopolitlik, daha bilmem ne ve ne, Türk bütünlüğünü çürütmeye memur, gizli ve maskeli tesirler eliyle, senin için yalancı tarih kitapları düzülmüş, zehirleyici telkin iklimleri kurulmuş, kök kurutucu aşılar hazırlanmıştır; ve senin, gayet mazur olarak, bunlara inanman, kapılman, bağlanman sağlanmıştır. Düşün!

· Beynelmilel fesat erkân-ı harbiyesi Yahudiliğin, kâh emperyalist, kâh komünist, kâh liberal cepheden, fakat daima murakabesiz bir taklitçilik ve hesabı görülmemiş bir ilericilik telkiniyle yürüttüğü bu tesir, her şeyden evvel, senin, mutlak temele dayalı mükemmel ahlâkını didiklemeyi hedef tutar. Ondan sonra kafanı herc-ü-merce uğratmak, senin bütün gerçek kahramanlarını düşürmek ve sahtelerini, yani emirleri altındakileri yükseltmek… Bu iş için siyasî recüllerden, sözde ilim adamlarına, sanatkârlara iş ve servet otoritelerine kadar, devir devir, müstemleke – şahsiyetler bulmakta hiç zorluk çekmemişlerdir. Düşün!

· Sana sürdürülen bu kaba ve nefsânî hayatın ötesine, varlık sebebine, hakikatlerin hakikatine ait uyandırıcı telkinler, senden cüzzam illeti gibi kaçırılmış, sana lâşe gibi gösterilmiştir. İnsanoğlunun biricik meselesi olan sonsuzluk iştiyakı ve onun ahlâkı, yaşanmaya değer hayatın hesabı ve onun duygu ve düşünce ölçüleri, onlarca sebze hâllerinin süprüntü eşyasıdır. Düşün!

· Bunlar sende, dimağî cihazı kişniş şekerinin tanesi kadar küçültüp, hazım ve tenasül cihazlarını alabildiğine şişirmekten ve urlaştırmaktan başka yol takip etmediler. Bu gidişi görüp seni tezgâha çekecek ve beyninle tabanın arası büyük ruh imarına tâbi tutacak bir rejim de hiç bir gün kurulmadı.

· Sen yalnız düşün!

· Suç senin değildir!

· Suçu irca edeceğin vâhidleri, sınıfları ve şahısları düşün! Düşün!

· Sen, düşünmeyi düşünmekten başlayarak düşün, yeter!

GÖRÜNMEYEN GENÇ


· Ortada görünmeyen bir genç var… Şu veya bu vilâyet lisesini tamamladıktan sonra, üzerinde acemi terzi elinden çıkmış soluk ve buruşuk bir caket ve pantolon, çekingen ve kaygılı, yılgın ve kuşkulu, dilsiz ve iddiasız, sokaklardan kırgın kırgın ve hep yere bakarak geçen genç adam…

· Bu genç Adam; ortalıkta görünmeyen bu genç adam, köylüsünden üniversitelisine kadar şu müşterek vasıfların tablosunu çizer:

· Apışmış ve donmuş… Eşya ve hâdiselere hâkim ve menbaından mansabına kadar tezatsız bir oluş çizgisi üzerindeki insanların emniyet hissinden uzak… Yırtık, şirret, arsız mizaçlara yabancı… Hakkın, söylenemez ve konuşulamaz bir şey olduğunu görmekten gelen bir tevekkül içinde.

· Bu genç adama dikkatle baksanız, onu, Firavunun ehramına taş taşıyan bir esir sanırsınız… Halbuki, o “ebâ an Ceddin” bu vatanın sahibidir.

· Bu genç Anadolu genci!..

· Düne kadar bu genç adam, inanılmış bir dâvâ etrafında ve ancak ev sahibine düşen bir çile borcu altında, Viyanadan Yemene kadar bütün taarruz ve müdafaa yollarımızı al kaniyle asfaltlamış, böyleyken hor görülmüş ve değerlendirilmemiş; bugün ise –ne siz sorun, ne ben söyleyeyim- yakasının içinde büzülmüş kalmıştır.

· Bugünün genç adam tipini, dedesi başka, babası başka, mescidi başka, mektebi başka, mahallesi başka, meydanı başka, köyü başka, kasabası başka; kitabı, dergisi, gazetesi başka başka istikametlere çekerken, o, sadece bir bünye sırriyle ayakta kalabilmekte ve bin yıllık Anadolu tarihinin hazin ve değişmez tecellisine bağlı, her şeyi boyuna içine akıtmakta, içinde biriktirmektedir.

· Ortalıkta görünmeyen bu gençtir ki, Türk gencinin hakikî tohumu ve tohumluğudur; ve bütün dâva, cemiyet meydanında onun sâyedar ağacını yetiştirmekten ibarettir.

· Bu genç olma ve oldurulma yolundadır.

ANADOLU GENÇLİĞİNE


· Anadolu gençliği! Sen kimsin, biliyor musun? Ruhunu, malını îman köküne dayadıktan sonra dünya çapında bir devlet kurmuş… Peşinden, vecd ve aşk çığırı kapanınca, ev ve hak sahipliğinden koğulmuş… Derken İran transitli Şark fesadlariyle, Makedonya transitli Garp fesadları arasında çürütülmek istenmiş… Derken, vatanın boğaz tokluğuna azat kabul etmez ırgadı haline getirilmiş…. Ruhuna, şuursuz fedâkarlık ukdesi olarak:

Adı Yemendir;

Gülü çemendir!

Giden gelmezmiş,

Acep nedendir?..

Dedirtecek kadar dâsitanî bir hayret ve dehşet havası üflenmiş… İran ve Bizans kırması İstanbul efendileri tarafından “bir sürü Etrâk-i bîidrak” diye anılmış… Nihayet topyekûn sindirilmiş, yıldırılmış, apıştırılmış; ezdirilmiş, bezdirilmiş, zaman ve mekân dışına sürülmüş… Dünyanın en şanlı taarruz devresini takip eden üç asırlık hazin müdafaa ve kahharî bozgun çığırını nihayet tam tasfiye hükmiyle idrâk etmiş… Haritadan büsbütün silineceği ve artık İslâm düşmanı emperyalist Garp Firavunları hesabına Haymana ovasını sulamaya memur edileceği anda, hâlâ kanının tortusunda yanan son varlık hummasiyle şahlanıvermiş… Millî Kurtuluş hareketini idare edenlerin, göz çıkaracak kadar ön plâna dikili şahıs bahaneleri gerisinde, göze görünmeyecek kadar arka plânda, bizzat sadece din ve devlet uğrunda bu vatanı kurtarmış… Fakat ondan sonra, bir takım şahısların yoktan var ettiği bir topluluk sıfatını giyerek maddî ve mânevî vergilerin en ağırına matrah teşkil etmiş… Maddede başkaları tarafından kurtarıldığı rivayetine karşılık, ruhta; aynı başkaları tarafından doğrudan doğruya harap edilmiş… Ve sadece rakı şişeleri, iskambil kâğıtları, verem ve firengi mikropları ve bir takım kasket şekilleri arasında yalnız bırakılmış… Üstelik, canlı cenazesinin başında tamtam dansı şivesiyle “Efendimiz sensin!” diye bağrıla bağrıla, kendisini tarihte efendi kılan bütün mukaddesat kıymetlerinin çalındığına şahit olmuş…

BİR NESLİN SON ÖRNEKLERİ


· Sen bizdesin ve biz sendeyiz. Biz, senin içinden, seni sana anlatmıya ve seni vatanından başlıyarak eşya ve hâdiselere hâkim kılmaya doğru ilk cereyanı açmış olan kol…

· Bütün ümidimiz sensin! Zira gençlik adına, yine göz çıkaracak kadar ön plâna dikilmek istenen ve millî marş yerine “Samba” ve “Rumba” teganni eden birkaç sahte inkılâp gencinin arkasında ve yine göze görünmez plânda, vatan sahipliği hüviyeti sende kalmakta; ve bu hüviyetin ilâhî cevheri, bu zamana kadar damarlarına ve zerkettikleri en şenî zehirlere rağmen hâlâ “damarlarındaki kanda mevcut” bulunmaktadır.

· Vazifemiz, seni mânâ dolandırıcılarının derhal gözlerini çıkaracak kadar keskin bir noktaya dikmek, ön plâna çıkarmak; ve “Efendimiz sensin!” diye sana 27 yıl söylenen yalanı gerçekleştirmektir!

· O da, senin, Hak ve hakikate kul ve Hak ve hakikat rehberlerine âlet olmanla tahakkuk edecektir.

SON VE TEK KIVILCIM


· Şu bu kemmiyet böbürlenmelerine paydos! Aslına bakarsanız, arsadaki odun yığınının gizli bir köşesinde tek bir kıvılcım noktasıyız biz! Odunların üstüne, yıllar ve asırlardır, yağmadık yağmur, düşmedik kar kalmadı. Onları küf basmış, pas yutmuş, rutubet bürümüş; üstelik Garp dünyasının bütün kanalizasyonları bu odunların üzerine akmıştır.

· İşte, arsadaki böyle bir odun yığının gizli bir köşesinde tek bir kıvılcım noktasıyız biz! Kim bilir hangi muazzez velînin mangalından sıçradık, hangi mübarek müminin fenerinden damladık, hangi muhterem mustaribin sigarasından düştük de; bu, süngerlerden daha ıslak ve çöp tenekelerinden daha kirli odun yığınının bir köşesinde karargâh kurduk.

· Bu odun yığını, uzaklarda, çok uzaklarda, ormanı temsil eden ve hergün bir ağacı daha köklerinden koparılıp mahut arsadaki yığına atılan münezzeh Türk milletinin içinde menhus bir zümredir; ve işte biz, böyle bir odun yığınının gizli bir noktasında tek bir kıvılcım noktasıyız!

· Dâva, bu odun yığınını, büyük ve ebedî oluş hummasiyle çatır çatır yakmak, onun alevleriyle güneşi soldurmak; ve üzerinde, kir, pas, küf, rutûbet, ne varsa, hepsini birden buhara çevirmek…

· Ateş, her pisliği yiyen, süpüren, götüren, yok eden ateş, mânevî ateş; sana âşığız!

· Doğru ama, bu odun yığını öyle bir kütle ki, üzerine, Şarkın ve Garbın bütün petrol kuyuları dökülse yine alev alacağa benzemiyor! Onu ıslatmak, onu küfletmek, onu pisletmek, onu rutûbet süngeri haline getirmek için, bazı sihirbazlar, babadan oğula menfi bir tarikat edebiyle el ele verip tam bir asır çalıştılar! Biz ki onun gizli bir köşesinde tek ve son kıvılcım noktasıyız, onu nasıl yakar, tutuşturur, alevlerle sarabiliriz?

· Biz, işte, Allahın böyle bir harikaya memur ettiği, pis sularda boğulmuş kimbilir hangi yanık bağrın sönmiyen ve istikbale sıçrıyan son zerresiyiz! Fırtınalar içinden geçtik, kasırgalı denizler üzerinden aştık, lâğım akıntılarını bir saman çöpüne sarılıp geçtik, yine sönmedik, yine bugünlere vardık; ve şimdi mahut odun yığınının gizli bir köşesinde pırıldamaktayız!

· Allahını ve Allahının Sevgilisini seven bu son tek kıvılcım noktasının üzerine titresin, onu Nuh’un gemisindeki son insanın son menî nutfesi gibi muhafaza etsin, onu gayet büyük bir ihtiyat ve itina ile üflesin, genişletsin; ve Allahtan lûtfedeceği mucizeyi beklesin!

· Bekleyiniz!