13 Mayıs 2007 Pazar

VI- BEKLEDİĞİMİZ İNKILÂP

BEKLİYORUZ

· Kanunî devrinden beri gerçek inkılâbı bekliyoruz.

· Gerileme ve çürüme tarihimizin başı, kendisindeki evvelki vecd ve aşk devirlerinin hıziyle Türk cemiyetini hükümranlıklar şâhikasına çıkarmış olmasına rağmen Kanunî devrindedir. Bütün zafer ifadesi dışta ve kabukta; ve bütün çürüme başlangıcı içte ve özde...

· Kanunî, ilk büyük hatâsını Şeyhülislâmlığı azl-ü nasb makamı yapmakla gösterdi.

· Kanunîden sonra devlete baş olan Sarı Selim ise, hem ruh ve hem madde kadrosunda bütün taarruz ve hattâ müdafaa gücünü kaybetmeye başlayan Türk cemiyetinin hastalığını apaçık ifşa etti.

· Ufak tefek iniş ve çıkışları kaydetmeyici tek ve kaba bir hat şeklinde ifade bulmak lâzım gelirse, Sarı Selim’den bugüne kadar boyuna toprak ve nüfus, hayatiyet ve nüfuz, ahlâk ve iman kaybederek gelen gerileme grafiğimizi, baş aşağı muntazam bir çizgi kabul etmekte hata yoktur.

· Gerileme tarihimizin muntazam iniş çizgisinde, bu hattı üç yerden kıran ve gerileme seyrini akıllarınca ilerlemeye çevirmek isteyen üç köşe noktası vardır ki, bunlar, Tanzimat, meşrutiyet, Cumhuriyet inkılâplarıdır.

· Ama ki, bu inkılâplardan her biri, inhitat çizgisinin seyrini düzeltmek yerine büsbütün dikleştirmiş ve bu dik çizgi üzerinde, cemiyet aşağılara doğru, bir heyelân şeklinde akmaya başlamıştır.

· Cumhuriyet mefhumunun bütün dünyaca kabul edilmiş idare şekil ve prensibine karşı hiçbir düşmanlığımız olmadığını kayıt ve sâdece bu devre içindeki ruhî kıymetler paniğini kastederek belirtelim: Garbın akıl ve mârifet seviyesine erişmeyi maymunvarî bir kopya işi sanan Tanzimat ve nihayet âdi bir Mason oyunundan ibaret olan Meşrutiyetten sonra Türk cemiyeti, birdenbire tasfiye tehlikesiyle karşılaşınca, artık hem maddede, hem de ruhta kurtuluş zoru gibi muazzam bir borcu tarihten devralmış bulundu.

· Cumhuriyete takaddüm eden millî hareketin misilsiz hamlesiyle birinci borç ödendi; fakat ikinci ve en esaslı borç yerine, bütün ruh plânının kökünden tahrip edilmesiyle de sükûtumuz azamî haddine çıkarıldı. Acaba bu hale getirilmek için mi kurtarıldık? İthamımız, belli-başlı bir ruh ve zihin hâletine karşıdır.

· Artık anlayalım ki, Kanunîden beri beklediğimiz İnkılâba en muhtaç olduğumuz dem, bu demdir; ve daima «inkılâp, inkılâp» diye diye gerçek inkılâp iflâs yoluna sürülmüştür.

DAİMA ONU BEKLİYORUZ!

· Tam 410 yıldan beri bir inkılâpçı bekliyoruz. Bunu tam 1566 danberi bekliyoruz! Bunu, Kanunî Sultan Süleyman’ın idareyi, mütereddî oğlu Sarı Selim’e teslim ederek şâhane gözlerini yumduğu tarihten beri bekliyoruz!

· Bu tam 400 yıllık bekleyiş devremiz, 4 bölümlüdür: Sarı Selimden Tanzimata kadar; 273 sene... Tanzimattan Meşrutiyete kadar; 69 sene... Meşrutiyetten Birinci Dünya Harbi mütarekesine kadar; 10 sene... İstiklâl Savaşından bugüne kadar: 57 sene.

· Bekleyiş devremizin 273 yıllık birinci bölümünde, daima eski şeklimize sâdık, fakat bu şeklin en ileri ruh hamlesi altında en yeni zaman ve mekân yemişlerini devşirici akıcılığından mahrum, özünü kaybettiğimiz kabuğun ahmak muhafızı olarak bekledik. Beklediğimiz inkılâp eğer o devrede olsaydı, düsturu şu olacaktı: «Garp dünyasını yükselten (Rönesans) hamlesindeki ruh, insan aklının eşya ve hâdiseleri feth ve teshir etme vehdi, hakikatte Hıristiyanlığın değil, İslâmın malıdır. İçeriden ve dışardan bu aziz tekevvün hamlesine mâni kim varsa, onu, dinimizin, ruhumuzun, mevcudiyetimizin düşmanı sayarak işe girişiyoruz!» Eğer bu böyle olsaydı, Garb’da (Oran), Şarkta Bakû, Şimalde Viyana ve Cenupta Yemene kadar uzanan Osmanlı İmparatorluğu ve bütün Doğu âlemi bugün kimbilir ne olacaktı? Dünya bizim olacaktı!

· Bekleyiş devremizin 273 yıllık birinci bölümü her ân kendi kendimizin, kendi dünyamızın içinde, her ân kendi kendimizden uzaklaşma çığırı olduysa, Tanzimat, Meşrutiyet ve Cumhuriyet bölümleri de, kendi kendimizi resmen kaybetmeye başlayış ve bunu her ân derinleştire derinleştire nihayet son hadde çıkarış safhası oldu. Bu son üç bölüm içinde de, beklediğimiz inkılâp ve inkılâpçı, yalnız şu düsturun bayrağını açacaktı: «Aklın bütün hak ve müesseselerini Garpdan öğrenip, tam hazmedip ve tam benimseyip, bunu kendi öz ruhumuzun emrine vermekten başka işimiz ve çaremiz yoktur! Hiçbir ahmak taklit, ezbere tatbik, deri üstü ıslâh ve yamalı bohça inkılâbına inanmıyoruz! Dünün arslanı bugünün maymunu olmuştur! Dünün, dini yanlış anlıyan yobaziyle, bugünün körü körüne Garplılaşma ve maymunlaşma yobazı, aynı zamanda tasfiyesine memur olduğumuz geriliş ve aşağılık kutuplarıdır!»

· Bekleyiş devremizin ilk bölümündeki inkılâp, yalnız ve yalnız, dini ışıksız beynine ve buudsuz ruhuna uydurmak isteyen ham ve kaba softaya karşı olabilirdi. Olmadı! Bekleyiş devremizin ikinci, üçüncü ve dördüncü bölümlerindeki inkılâp ise, aynı ham ve kaba softayla beraber, onun tersinden asrî tecellisi olan şahsiyetsiz ve aslîyetsiz, çilesiz ve muhasebesiz Garp hayranlığı budalalarına karşı!.. Bu da olmadı!

· Bütün Şark ve Garp dünyalarını, ruhunun potasında zerre zerre erittikten sonra onları yepyeni bir döküm terkibinde billûrlaştıracak büyük ve derin inkılâpcının başı, heyhat ki, ne Tanzimatın ürkek ve muvazaacı fesine, ne İttihatçının sadece atılgan ve gözü kör keçekülâhına veya (Enveriye) sine, ne de Cumhuriyetin dış tezahür plânını bütün takım - taklavatiyle benimseyen ve iç plânın büsbütün ezen silndir şapkasına sığabilirdi. Sığmadı!

· Tanzimatla beraber kaybolmaya başladık. Meşrutiyetle basit idare şekillerinde teselli arayarak kaybımızı derinleştirdik; Cumhuriyetle de kayıbımızı hemen artık bir daha bulunamaz hale getirdik.

· Ve işte bugün, beklediğimiz büyük inkılâp ve inkılâpçıya olan acıklı ihtiyacın son vâdesini yaşıyoruz! Ya onu Yirminci Asır güneşinin batışından evvel bulacağız; yahut bir daha bu meselelerin adını bile ağza alamaz hale geleceğiz!

· Bizi, 400 yıllık bekleyiş devremizin son ıstırap sayhası ve bu inkılâbın ilk sesi kabul edebilirsiniz! Memuriyetimizin, ihtiyacının son kertesini ve vâdesinin son gününü temsil ettiğimiz bu inkılâbın plânını, -işin madde tarafı sizin olsun– fikirler, mânalar dünyasına nakşetmekten ibarettir.

· Bu plânın, her biri mutlak İslâm ruhunun bir şubesi ve her biri kamusluk birer bahis halinde, ruhculuk, ahlâkçılık, milliyetçilik, şahsiyetçilik, cemiyetçilik, keyfiyetçilik, nizamcılık, müdahalecilik sermaye ve mülkiyette tedbircilik ölçüleri, herşey yerli yerine oturulduğu zaman görülecektir ki, mustarip ve muhteliç insanlığın bir baştan bir başa şifasını ve rüyasını taahhüt edici yoldur.

· Bütün bunları yerli yerine oturtabilmek için, her şeyden evvel (Büyük Doğu) mefkûresinin idare şeklini bilmek lâzımdır. Bu şekil, ne malûm kalıplariyle Demokrasya, ne bunların malûm zıtları, ne şu, ne de budur. Bunu bir örgü sonra gördüğümüz vakit, bizim, bazılarınca geri gibi duran ruhumuzun ne sonsuz ve dipsiz bir yarına sarkmakta olduğunu farkedeceksiniz.


HEP BEKLİYORUZ!

· Kanunî devrinden beri gerçek inkılâbı bekliyoruz, dedik. Dediklerimizi tekrarlayacağız.

· Gerileme ve çürüme tarihimizin başı, çocuklarımıza okuttuğumuz tarih kitaplarının zıddına, kendisinden evvelki vecd ve aşk devirlerinin hıziyle Türk cemiyetini hükümranlıklar şahikasına çıkarmış olmasına rağmen Kanunî çığırıdır. Kanunî devrinde bütün zafer ifadesi dışta ve kabukta; ve bütün çürüme başlangıcı içte ve özdedir. Kanunî bütün kıymetini kendisinden evvelki devirlerden almış büyük bir mirasyedidir.

· Gerçek Türk tarihî henüz yazılmamıştır. Yazılabilseydi zaten mesele yoktu.

· Bu bakımdan ilk büyük ve gerçek inkılâp, Batının (Rönesans) tecrübesine karşı Kanunî devrinde başlayabilirdi. Tehlike o günden görülebilir ve önlenebilirdi.

· Kanunîden sonra devlete baş olan Sarı Selim ise, hem ruh ve hem madde kadrosunda bütün taarruz ve hattâ müdafaa gücünü kaybetmeye başlayan Türk cemiyetinin hastalığını birdenbire ifşâ etti. Yine vicdanlarda bir burkulma olmadı; ve Türk satvetinin dayanağı olan iman ruhunun eşya ve hâdiselere hükmedici şartlarla taclandırılması zarureti idrak edilemedi.

· Sarı Selimden Tanzimata kadar, boyuna toprak ve nüfus, ruh ve hayatiyet, imân ve ahlâk kaybederek yol alan alçalma grafiğimizi, ufak tefek iniş ve çıkışları kaydetmeyici tek ve kaba bir hat şeklinde tasavvur edebiliriz. İşte 19 uncu Asrın başına kadar tüm üç asır, tepesi üstü giden bu hat boyunca Türk cemiyeti içinden: «Dur! Nereye gidiyoruz? Dünya nerede ve biz neredeyiz? Bu dünyayı feth ve tasarruf borcu ile imân borcumuz arasındaki münasebet nedir? Bizim bu gidişimiz her iki tarafı birden kaybetmek değil midir?» diye bir ses yükselmemiştir. Bu sesin yükselmeyişinde tek sebep, ham ve kaba softanın, kendi müdürlüğü içinde tutmak ihtirasıyla içice olarak aramızdan sâf imân ve tefekkür, aşk ve hamle tiplerinin çıkmayışıdır. Yani Kanunîden sonra ruh yönünden tükenişimiz...

· Bir inkılâba bu kadar muhtaç yaşadığımız uzun inhitat devresi içinde yegâne ince idrak, din adına gösterilen kışrî muhafazakârlığın hakikatte dine uygun bir şey olmadığı ve mukaddes din hükümlerinin bu kaygılardan münezzeh olduğuydu. Tanzimata kadar yapılması gereken inkılâp buydu.

· Tanzimattan itibaren de bu üç asırlık iniş hattının birkaç noktada kırıldığını ve inişi çıkışa döndürmek isterken büsbütün inişlere daldırıldığını görüyoruz. Tanzimat ve Meşrutiyet inkılâplarını bu kırılış noktalarından ikisi kabul edebiliriz.

· Sarı Selim’den Mahmud (Adlî) ye gelinceye kadar faraza 30 derecelik bir meyille gelen inhitat hattı, Abdülmecid’ten Abdülhamid’e doğru birdenbire 45 derecelik bir meyil fazlası kazanır; Abdülhamid’ten sonra ise büsbütün dikine dalar. Üstünde tutunma mümkün olmayan 80’derecelik bir meyil...

· İşin hazin tarafı şudur ki, Kanunî ile Tanzimat arası din adına ve dinin sâf hakikati uğrunda beklediğimiz inkılâp, Tanzimat ve onu takip eden inkılâplarda, sezmeden ve sezdirmeden, yavaşdan ve hafifden dine karşı istikâmet alır ve tarih boyunca bütün mesuliyet ve felâketlerimizi, atalet ve hezimetimizi din ruhuna atfetmeye doğru bir istidat kazanır. Şu halde ilk devirde beklediğimiz gerçek inkılâp inkılâpların başladığı devirlerde tersine dönmüş ve inkılâbın gerçeğine büsbütün zıt bir mâhiyet almıştır. O gün bugündür, her ân biraz daha artan bir şiddetle, dinin saffet ve hakikatine bağlı dünya görüşleri, tek kelimeyle irticadır; ve dinin gerilik sebebi olduğu, çeyrek münevverler indinde bir mütearifedir.

· Cumhuriyet inkılâbı, dayandığı dasitanî kurtuluş hareketleriyle, tam izmihlâl ve inkıraz noktasına kadar gelip çatan sükût hattını birdenbire düzlüğe çıkaran millî bir vâkıadır. Fakat bu mes’ut vâkıanın madde plânındaki zaferini ruh plânında mutlak bir tahrip takip etmiş ve böylece gerçek inkılâp, idare şekli, istiklâl ve sair nâiliyet şartları yanında ruh yönünden tamamen öksüz kalmıştır.

· Garbın akıl ve mârifet seviyesine erişmeyi maymunvâri bir kopya işi sanan Tanzimat ve nihayet âdi bir Mason oyunundan ibaret olan Meşrutiyetten sonra Türk hem maddede, hem de ruhta kurtuluş zoru gibi muazzam bir borcu tarihten devralmış bulundu. Bu iki cepheli borcun ilk kısmı tam ödendikten sonra ikinci kısmı tamamen açık bırakıldı. Açık bırakılmadı; tersine kapatıldı.

· Artık anlayalım ki, Kanunî’den beri beklediğimiz inkılâba en muhtaç olduğumuz dem, bu demdir. Buna en müsait şartlar bugünün şartları olmak lâzım gelir. İnkılâp diye diye gerçek inkılâbın şartlarını karartmak yobazlığını kökünden kazıyıp hakikî inkılâbı düşünebilmek saadetine ermeyi bugünden bekliyoruz.

GİRİŞ

· Güneşe karşı billûrdan bir menşur tutup içindeki harikulâde yolları gösterir gibi, artık bütün ideolocyasını, en ince noktalarına kadar arzetmenin zamanı geldi.

· Bu dâva herhangi bir rejime karşı başka bir rejim teklif ve propagandasında bulunmak değil; Türk’ünden, Arabından, İranlısında, Hintlisinden, Çinlisinden, Endonezyalısından ve daha filânından ve falanından hiçbirine mahsus olmaksızın, İslâm dünyasını bütün yer yüzüne, kavimler ve tarihî vâkıalar üstü mücerret ve gerçek hüviyet ve şahsiyetle sâf bir mefkûre ve münezzeh bir ideolocya halinde belirtmek işidir.

· Bu dâvaya, İslâmın iyi veya kötü bütün mensupları kadar bütün mensup olmayanları da muhataptır. Zira biz, bilenlerdeniz ki, bütün insanlık icabet edenleri ve etmeyenleriyle, Peygamberler Peygamberinin Ümmet kadrosu içindedir. O’nu, Kâinatın Nurunu tanımıyan, çatlasa da, patlasa da, onun kadrosundan dışarıya kaçamaz; ancak icabet etmiyenler topluluğu içinde kalır ve ebedî hüsranı bu topluluk içinde tadar. Onun içindir ki, icabet edenlerin icabet şartlarını, en nâzik ve ulvî noktalarına kadar belirtecek olan her zaman ve mekâna şâmil mânalar ve kıymetler tablosunu çizerken, bu tabloya, icabet etmiyenlerin de gözleri önünde, gerçek varlığın her satırını kucaklıyan bir örnek olarak dikmek, bize borç oluyor.

· İslâm, her münevver Müslümanın şahısında, bütün kıymet hükümlerini, zaman ve mekânlara tatbik edici inkılâp ideolocyasını kurmakla mükelleftir. Tekliflerin en azizi olan bu teklife kulak asan, milyonlarca kalabalıklar içinde kaç kişidir? Yani Müslümanlık iddia edenler arasında gerçek müslüman kaç kişi?

· Gerçek Müslüman! Senin işin, İslâmın, herkesçe bilinen, bilinmesi kolay olan, kolayca bilinmekle mahrum nasipler üzerinde bir tesir bırakıp bırakmıyacağı meçhul bulunan, umumî ve hususî bilgilerini ezbere sıralamak değildir! senin işin, bu bilgiler altında yaşayan nâmütenahî derin ruhun, tamamiyle İslâmî ölçüler altında, ebediyet mikyasiyle zaman ve mekân fethedici hayat mimârisîni kurtarmaktır! Ebediyetin Rehberi belki de böyle bir fiile şart tâyin buyurmak için, bazı İlâhî tefekkürlerin bir saatine yetmiş senelik namaz sevabı müjdelemişlerdi.

· İslâm İnkılâbını kim örgüleştirecek? Reformacılar mı, nefsanî ve havaî tefsirciler mi, kışrî şeriatciler mi, ham ve kaba softalar mı, yalancı sofîler mi, yeni müctehit taslakları mı, yoksa bunlardan hiçbiri olmadığını telkin ederken, kendisine henüz bir sınıf ismi veremediğimiz, mücerret bir ifadeyle gerçek ve derin Müslüman ne demektir ve böyle Müslümanların ruhundan tütecek bir hayat mimarisinin çizgi çizgi müşahhas beyanı nedir? Evvelâ, yukarıdaki suallerin çerçevelediği zümreleri tanıyalım!

REFORMACILAR

· Reformacı, eski şeklin ismini ve gûya esasını muhafaza edip, onu, zannınca bazı ihtiyaçlara göre yenileştirmek isteyendir.

· Reformacı, yani ıslâhçı, herhangi bir dâva ve mevzuu, ister maziye, ister istikbâle doğru olsun, yekpare bir vâhid olarak kabul edemiyen bîçare idrak bünyesidir. Ne attığını tam atabilir, ne de aldığını tam alabilir.

· Reformacı, dış şartları dâvanın öz bünyesine tâbi kılacak hâlis ve mutlak mefkûreci olmak yerine, dâvanın öz bünyesini dış şartlara göre ezip büzmekte, ayarlamakta hesaplamakta mahzur görmiyen bir arabulucu, bir barıştırıcı, bir maslahatçıdır.

· Reformacı inandığından şüphe edendir.

· Tanzimat hareketi, dinin merkezinde olmasa bile, muhitinde, çok âciz, şaşkın ve kısır bir reformacılık hareketidir.

· Meşrutiyet hareketi, bu reformacılığın, daha az şaşkın, fakat daha çok idraksiz, üstelik büsbütün tereddî ifade eden garp züppelerinin elinde, devamıdır.

· Son devir, reformacılığı bozdu ve Garbı tâ kökünden benimsemeye kalkarak, tâ kökünden benimsemeye kalkarak, dâvayı menfî tarafından tezatsızlığa götürmek istedi.

· Herhangi bir dâvanın istediği, muhakkak ki tezatsızlıktır; fakat hangi istikâmetten? Küfürden mi, imândan mı?

· Nihayet, sun’î ışıkları ne kadar zengin olursa olsun, güneşi kaybetmiş bir beldenin korkunç hali gibi, tepemizde kanat açan ve mıhlanıp kalan mânevi kara bulut, yekûn halindeki eksikliğin din ve imân olduğunu ihtar edince, ortalıkta yeni bir sınıfın üremesine istidat açıldı: Bunlar, gûya din taslayan veya taslaması ihtimali olan yeni reformacılardı...

· Birçok bölüme ayrılan bu tiplere göre din lâzımdır. Elbette Allaha inanılır. Peygamber bazılarınca lüzumludur bazılarınca değildir. Kur’ân bazılarınca Allahın kitabıdır, bazılarınca değildir. Peygamberi ve Allahın kitabını tanıyan yine bazıları için bile günde beş vakit namaz lüzumsuzdur. Namazın şekli iptidaîdir. Abdest imkânsızdır. Kadın hayattaki yeni mevkiinden geriye sürülemez. Kur’ân her dilde Kur’ândır. Kurânda malûm ibadetlerin birçoğuna sarahat yoktur; bunların hepsi ham yobazlar tarafından icat edilmiştir. Hadîsler hep uydurmadır aklın kabul etmediği hiçbir şey doğru olamaz; akıl ve fen her sırrı teftiş ve murakabede biricik mîzandır. Bütün dinî merasimi bediiyatçılar elinde güzelleştirmek icap eder. Zaten tasavvuf dinin bu eksikliğini tamamlamak için sonradan bulunmuştur. Şeriat hükümlerinin cemiyet kanunları yerine geçmesi mânasızdır. Vesaire vesaire... Bu hünsâ ruhlara göre din işte bütün bunlar olmamak şartiyle, harikulâdedir, güzeldir, şarttır, mutlaka lâzımdır, onsuz hiçbir şey olmaz. Allah bir ve ebedîdir, ruh vardır, Peygamber mutlaka cihanın en büyük adamıdır fakat!!! İşte bu «fakat» işin en belâlı dönemeci...

· Henüz seslerini işittirebilecek hale gelmemiş olsalar da yarın birdenbire zuhurları pek muhtemel olan yeni devrin reformacıları, bugün tam dinsizlerle tam dindarlar arasında bir köprü vaziyetindedirler; ve aralarında, mebuslar, profesörler, doktorlar, muharirler, mühendisler avukatlar ve daha neler, neler vardır! Bunlar, umumiyetle «münevver» klişesinin belirttiği zümrelere mensupturlar; ve şaşkın Tanzimat efendisinin sadece muhite bağlı mütereddit reformacılığına karşılık, dine zıt hareketlerin muhitini olduğu gibi benimseyen biri merkezî reformacılık üzerindedirler. Yani akıllarınca İslâmiyeti merkezinden değiştirecekler, muhite tatbik edebilecekler, böylece büyük eksiği tamamlayacaklardır.

· Reformacı der ki: «Allaha ve Peygambere, evet, Şeriate, hayır!» Yani güneşe, evet, ışığına, hayır! O kadar saçma!...

· Aralarında, hiçbir şeye ve hiçbir cüz’iyle inanmıyan sahtekâr istismarcıların da bulunduğu yerli reformacılar zümresi, kime ve neye ve ne nisbette samimiyetle inanırsa inansın, gerçek Müslüman gözünde, zift renkli inkârdan daha kara, daha tehlikeli ve mukavemeti daha zor bir küfür şubesini temsil eder.

· Düpedüz kâfir olduğu gibi devrilmiş bir yelkenlidir; hidayet vincine bağlanırsa olduğu gibi doğrulur, yüzer, mükemmel bir tekne halini hemen kazanır. Fakat reformacı, gûya denizde yüzen, ama her noktasından su sızan, kırık dökük, perçin ve macun kabul etmez bir teknedir. İkincisini kurtarmak, birincisinden çok daha zor...

· Üstelik reformacı, mücerret fikir ve dâva haysiyeti bakımından da, hem mü’min ve hem kâfirin nefretini kazanmış, mitolocya unsurları gibi, başı insan, vücudu keçi, bir hilkat galatı...

· Yarın kendilerine bir zuhur plânı açılmasını muhtemel gördüğümüz reformacılar, üç katlı evlerinin üst katında, tam bir İslâmî edeple ellerini Allaha açan ihtiyar annelerinin hakkiyle, alt katta erkek arkadaşlarına kokteyl veren ve onlarla mayo içinde dans eden kızlarının hakkını, «Allahın hakkını Allaha, Sezarın hakkını Sezara veriniz!» tarzında bir demagocya tesellisi içinde ve aynı zaman ve mekânda barındırmak isteyen muhteşem ve ebediyen mahrum nasipsizlerdir. Biricik fârikaları, münevverlik ve okumuşluk yaftası altında salâh kabul etmez bir enayilik ve cahilliktir.

· Fakat sayıları günden güne çoğalan bu tip insanların, pestenkeranî bir açıkgözlülükle bir gün İslâmiyet himayeciliğine geçmeleri ve kendileri gibi «fasl-ı müşterek» noktasında oturanları, avlamaya yeltenmeleri daima mümkündür.

· Bunlar, topyekûn ve en çok, «softa» diye isimlendirdikleri, şeriatin kışrında ve kabuğunda kalmış tiplere düşmandırlar. Bilmezler ki, kendileri de, o örnekler de biri menfî ve öbürü müspet taraflardan şeriatı heva ve nefsaniyetlerine, aynı zamanda dar ve basık ruhlarına tatbik suretiyle hakikatten uzak kalmış iki örnektir.

· Reformacılar arasında mühim bir zümrenin, imân adına hiçbir zerreye mâlik olmaksızın, insan kitlelerini sevk ve idarede dini sadece vasıta ve «maslahat» unsuru kabul etmiş esfeller olmasına karşılık, havaî ve nefsanî tefsirler, hiç farkında olmadıkları küfür şeklini din sanan ve keyiflerine göre din icat ettiklerinin farkında olmıyan bedbahtlar... Bazı gözlerin, görmek fiilini büsbütün kaybetmek için yaratılmış olması gibi, bunların bilgi ve anlayışı da, bilgisizlik ve anlayışsızlığın tâ kendisidir. Bunlar emirler ve yasakların ruhunu, sağa doğru uzaklaşarak bozan müspet kaba softalara inat, sola doğru uzaklaşarak bozan menfi kabalık timsalleridir; ve birincilerin aksülâmeli olarak doğmuşlar ve türemişlerdir.

· Bir de, Türkiye dışının reformacıları var ki, üstelik ilmî bir nikap altında ve kitaplık çapta gayretlerle İslâmı fesada sürüklemekten başka rolleri yoktur.

· Reformacı, ne türlüsü olursa olsun, İslâmı harap bir bina farzedip onu dışından payandalamak, ahşap evlere dışardan çimento püskürtürcesine, onu dışından desteklemek, onu yardıma muhtaç bilip bu yardımı dışından tedariklemek gayretinde bir fikir haini ve iman yoksunudur.

· Birinci hüküm, İslâm inkılâbı bunlarla olmaz!

NEFSANÎ TEFSİRCİ

· İslâm inkılâbı mevzuunda, bu sınıf, reformacıların bir şubesidir; ve kısım kısımdır.

· Farkları şudur ki, reformacılar, hiçbir eksik ve fazla kabul etmiyen din bütününe, dışarıdan, akıllarınca güzelleştirici ve iyileştirici unsurları ilâve etmekte mahzur görmedikleri halde, bunlar, dışardan unsur dâvet etmezler, fakat dinin zatî hükümlerini kendi içinde diledikleri gibi tefsire yeltenirler.

· Bu tefsirlerde, sâik sadece nefsaniyetleri ve keyifleridir.

· Bunlardan bir kısım, üstelik din ve ilim de satarlar sâf reformacı, yalnız ileri fikir taslarken, bunlar, dinî mânada gerçek bilgi iddia eder ve sağlam bir akîde taşıdıklarına kendilerini ve herkesi inandırmak isterler.

· Bu sınıfa en parlak misal, son zamanların bazı «Şeyhülislâm» lariyle, Cumhuriyet devresinin bazı Diyanet İşleri Reisleridir. Ayrıca, kendisini İslâmiyet bahsinde bir şey sanan bazı müellif ve hitabet taslakları...

· Kur’ânın Türkçe ve onun yine Kur’ân olabileceğini kabul ederler; Müslümanların, zekâtlarını filân ve falan yere verebileceklerine dair fetvâlar karalarlar, tasavvufu inkâr ederler; ve kalpazanlıklarının hak olduğuna şahit diye de, dinin en büyük müçtehitlerini gösterirler... Daha doğrusu bizzat kendileri müçtehit geçinirler.

· Bunlardan bir kısım, Peygamberler Peygamberini gûya tenzih ve taziz mevzuunda, onun mübarek sahabîlerine dil uzatır, gûya Peygamber aşkına sığınarak, Gaye İnsanın, mukaddes emaneti omuzlarına yüklediği ana direkleri baltalar, keyiflerine ve ağızlarına geldiği gibi de hüküm savururlar.

· Yine bunlardan bir kısım edindiği en kaba ilk mektep bilgisi ve en bayağı okur – yazarlık gayretiyle, âlemde teselli formüllerinin en gülüncü halinde bir nakarat tutturur; «Allahla kul arasına kimse giremez; bu iş tavassut kabul etmez!» ... Bu şifasız budalalar, Üsküdardan Beşiktaşa gitmek için bile bir rehbere muhtaçken, Allaha giden sonsuz girift yolda kılavuzsuzluk iddiasının sefaletini kavrıyamazlar. Bunlara «Peygamber de mi lüzumsuz?» diye sorulduğu vakit biraz şaşırırlar, ezilip büzülürler ve cevap verirler: «O değil ama, ondan başka herkes lüzumsuz!» ... Hasılı bu bedbahtlar, ellerinden gelse Peygamberi bile aradan kaldırmaya razı bir nefs istiklâliyle Allaha yalnız gitmek sevdasında mütereddit sınıflara yeni bir İslâmiyet telkinine kalkışmaya kadar gidebilirler.

· «Denize düşen yılana sarılır» kabîlinden bazı yarı bilgililer de bunların arkasına düşebilir; ve bilmezler ki, denize düşen yılana sarılır ama, yılan da onu sokar ve denizden evvel öldürür.

· Topyekûn fikrî ifadesini üzerimize aldığımız İslâm inkılâbının, yapıcısı olmak şöyle dursun, gerçek yapıcılığını en fazla zorlaştırmak ve onu Yahudî dehâsıyla tepetaklak etmek tehlikesini arzeden sınıf, her cins ve meşrepten reformacılardır.

· İkinci hüküm: İslâm inkılâbı nefsanî tesfsircilerle olmaz!

HAM YOBAZ VE KABA SOFTA

· Mukaddes şeriâtin kışrında kalmış, vecdsiz, çilesiz, hikmetsiz, dinde ne tarh, ne zam, ne indirme, ne bindirme olmayacağından habersiz, gâfil insan mânasına ham yobaz ve kaba softa...

· Allahın emri ve Peygamberin tavrı önünde hiçbir teftiş ve muayene hakkına malik olmayan aklı, bir süvari gibi durduracağı ve koşturacağı yeri ayırd edemeden, onu yerinde durdurmak ve yerinde koşturmak emrinin bizzat din buyruğu olduğunu kestirmeden, topyekûn her şeyi yasak bilen ve sırf bu sebeple bütün tarhî felâketlerimize yol açan içten bozucu sıfatiyle ham yobaz ve kaba softa...

· İslâm inkılâbının bu tip elinde hiçbir yemiş veremeyeceği, üçüncü hüküm olarak bedahettir.

SAHTE SOFÎLER

· Sahte ve yalancı sofîler, ham ve kaba softaların, gûya din ve dinî hikmetler plânında tam mukabil kutbudur.

· Ham ve kaba softaların gerçek din hikmetlerine nüfuz edemeyişi ve mütemadiyen nefsaniyetini din olarak ileriye sürüşü, nasıl başımıza tamamiyle aynı cins ve meşrebin tersine dönmüş örnekleri halinde küfür nesillerini çıkardıysa, onlardan çok daha evvel ve pasif seciye nümuneleri olarak da sahte ve yalancı sofîlerin türemesine vesile oldu.

· Pîrinden itibaren birkaç kuşak doğru yol olarak devam eden ve Osmanlı İmparatorluğunun ilk şerefli ordu unsurlarına ruh ve seciye nefheden Bektaşîlik, en kısa zamanda bozulmuş ve gitgide tefesühte öyle bir hız ve mikyas kazanmıştır ki, hiçbir küfür müessisesi, onun temsil ettiği bozgun dehâsına varamaz olmuştur.

· Sahte ve yalancı sofî, Bektaşîlikte silâh olarak nükte, telkin tesir altında bırakıcı meşrep, her işde telifçi, muvazaacı, oluruna bağlayıcı ve sulhçu seciye ve bilhassa sâbit ve mutlak kıymetlere karşı gizliden gizliye müthiş bir suikast zekâsı belirtir.

· Sahte ve yalancı sofî, Bektaşîlik üniforması altında, Yahudilerin ve Masonların ulaşamayacağı bir içten tahrip dehâsiyle, her dişi gûya zarif bir nükte belirten testeresini cemiyetin ruhî salâbet kökü üzerinde gezdirirken, intisap iddia ettiği Melâmîlik veya «Vahdet-i Vücud» culuk meşrebiyle de bütün günahlara müsait zeminleri açar ve insan nefsaniyetini tanrılık dâvasına kadar düşürür.

· Ruh nescimizin, tıpkı beyin zarına üşüşen verem mikropları gibi sahte ve yalancı sofîler elinde lif lif dişlenmesi neticesi olarak aldığımız büyük ahlâkî yara, son devirlerin bile ilk âmilini ihtar edecek mâhiyettedir.

· Devirler boyunca bu türlü sahte ve yalancı sofîler, en küçük köylerden bile yerden mantar bitercesine, birer «ajans» türetecek kadar kötü sirayetlerinin kendi kendisine inkşafını görmüşlerdir. Tarikat ve mârifet taslayan şeyh edalı bu nevi echel ve esfel mikropların içinde, türlü üfürükçüler, gâipten haber verenler, devlet ve istikbâl dağıtanlar, tılsım ve keramet taslıyanlar, namaz ve ibadet sevabı bağışlayanlar ve daha neler neler vardır.

· Sahte ve yalancı sofîlerden bir kısımının en zehirli tesiri de, derviş seciyesi adına heykelleştirdiği korkunç ruh tablosudur: Pis, hasta, dünya ile alâkasız, iradesiz tedbirsiz, bütün madde ve mâna hâkimiyetinden uzak, nerede akşam orda sabah, topyekûn içtimaî vazife hissine lâkâyt, kapıları çalıp «Şey’en lillâh – Allah için bir şey» istemeyi ve dilenmeyi şiar edinmiş tipler... Devirler boyunca bütün vatan bu nevi dervişlerle dolmuştur.

· Bütün dinlerin ve medeniyetlerin anası olan ve aslî rengini İslâmlıktan alan Doğuya, Avrupalının gözündeki sahte ve yalancı mânayı verdiren, işte bu sahte ve yalancı sofîlerdir! Onların en tehlikeli cephesi de, câhil insanları çabucak avlayıveren gûya renkli ve san’atlı ruh hâletleridir.

· Sahte ve yalancı sofîler, muhkem ve mukaddes şeriat tablosunun önünden tahrip eden ham ve kaba softalara karşılık, onu arkasından bozan ihanet unsurlarıdır.

· Dördüncü hükûm: İslâm inkılâbı sahte ve yalancı sofîlerle olmaz!

DERİN VE GERÇEK MÜSLÜMAN

· İslâm inkılâbını, fikir plânında, yalnız gerçek ve derin Müslüman temsil edebilir.

· Gerçek ve derin Müslüman nedir; gerçek ve derin Müslüman ne olmaktır? İşte bütün mesele! Bu, meselelerin meselesini şu anda toplu olarak ele alırken, onu kısım kısım çerçevelemek borcunu da yükleniyoruz.

· Gerçek ve derin Müslümanın üç cephesi vardır: Şeriat, tasavvuf ve bunların hikmetlerine nüfuz ehliyetinde şahsî ruh ve akıl...

· Bu cepheleri şu anda bir bütün ve terkip tamamlığı halinde mütalâ edecek olursak, hüküm şöyledir: Başta mutlak ve sabit ölçüler manzumesi Şeriat olmak üzere, her şey, alttaki üsttekine tâbi olarak bu üç hakikat plânını yerine getirmekten ibarettir.

· Demek ki, gerçek ve derin Müslüman, basit riyazî ifade çerçeveleri içinde herbiri sonsuz ve dipsiz sırların işareti ve bütün cemiyet ve hakikat ölçülerinin anası ve mîzanı olan Şeriati, dâva ve gayenin ruhu; onun bâtını olan tasavvufu da, âlemin ve insanlığın kemâl sırrını saklayıcı hazine bilecek ve onları ruhunda çalkalayıp mayonezin yumurta, zeytinyağı ve limondan ibaret üç unsuru gibi tam bir ahenk içinde tutacaktır.

· Öyle ki, baştan başa eşya ve hâdiseler plânına hâkim ve yeryüzünü maddî ve manevî bütün mevcutlariyle kalbur içinde eleyici bir kudrete sahip, gerçek ve derin Müslüman, hikmet ve hakikatin (stratosfer) ine yükselirken, Şeriat ve tasavvuftan ibaret sağlı ve sollu kanadlariyle, bu kanadların ortasında ileriye doğru uzanmış bir idrak ve tefahhus cihazı kafasından ibarettir. Fakat uçuran, yükselten ve erdiren birbirinin tamamlayıcısı ve gerçekleştiricisi halinde Şeriatle tasavvuf; uçurulan, yükseltilen ve erdirilen de şahsî ruh ve akıl...

· Gerçek ve derin Müslüman, dünya ve insan kadrosunun bütün iş ve fikir muhasebesini muazeneleştirmiş, zimmet ve matlûp sütunlarını tam bir sıhhat ve mutabakatla karşılıklı mîzana sokmuş, yapılacak ve yapılmıyacak her şeyi tesbit etmiş, bütün istikametleri keşfetmiş ve işaretlemiş, bu hayatın yaşanmak zahmetine değer bütün kıymetlerini tablolaştırmış, en uzak buğday başağının ucundaki taneden güneşin kalbine kadar nabız dinleme âletlerini her noktaya dikmiş ve her unsurun gaye ve memuriyet sırrına ermiş, yer yüzüne ve madde âlemine insan tahakkümünü ve bunun muazzam cihazını âzamî istismar haddine yükseltmiş, idrak ve tekevvün çilesini nihaî hassasiyetle doldurmuş, frenklerin (sajes) dediği nihaî vecd, zarafet, huzur ve sükûna varmış; kısaca, insan başını sümüklüböcek kafasından ayıran tek haysiyetle varlık sırrının bütün şubelerini kahramanca kucaklamış, plânlaştırmış ve bunun insan cemiyetini teşkilâtlandırmış, kâmil insan örneğidir. Bunun niçin böyle olduğunu da, gerçek ve derin Müslümanın kısım kısım hüviyeti tâyin edilirken görülecek, İslâm inkılâbını yalnız onun temsil edebileceği anlaşılacaktır.

GERÇEK VE DERİN MÜ’MİNDE AKIL

· Derin ve gerçek mü’minde akıl, aklın son haddine mahsus şartlar içindedir: Daire nasıl başladığı noktada biterse, akıl da nihayet «mutlak» dan hiçbir şey anlıyamıyacağını anladığı yerde nihayete erer.

· Aklı temsil eden Melek, Kâinatın Efendisini «Sidretül – Müntehâ» ya kadar taşıyabildi; ve orada «Bir adım daha ileriye geçemem, geçersem yanar, kül olurum!», dedi. «Ya buradan ileriye nasıl geçilir?» sualine de «Aşkla!» cevabını verdi. Böylece derin ve gerçek müminde akıl, kendi nezaret sahasının son hudut taşı görünen noktadan bütün kâinata bakıcı ve ona göre hakları teslim ve kendi hakkını tahsil edici âzamî bir paya mâliktir; ve bu âzamî paydır ki, aklın bazı hususlarda asgarî derecesini kabul ettirir. İşte, bütün nükte buradadır.

· Derin ve gerçek müminde akıl, hürriyeti hakikate esaret diye bilir. Hakikate esir olduktan sonradır ki, insan, gerçek ve büyük hürriyetin ne olduğunu anlar. Yoksa mücerred ve münhasır, hürriyet için hürriyet ve onun aklı, eşeklerin hürriyeti ve aklıdır.

· İşte, derin ve gerçek müminde ilâhî nimetlerin en zenginlerinden biri olan akıl; Şer’î isimlendirilişiyle selim akıl, Şeriatı yegâne ve mutlak hakikat mîzanı sayar ve bu mutlak mîzanı ayrıca mîzana çekmek kudretini nefsinde görmez.

· Gerçek ve derin müminde akıl, yine kendi hükmünü kendisi vermiş olarak, hakikate karşı silâh makamında kullanılacak mutlak tefahhus âleti değil, hakikate tâbi olunduktan sonra onun elinden bahşiş olarak alınmış, feyzine bu tâbiyetle ermiş ve ancak hakikate mahkûmiyet neticesinde onun serbest bıraktığı bütün kâinat plânında hâkimiyete geçmiş bir vasıtadır. Selim aklın o kadar zor olan tarifi ise yalnız bundan ibarettir.

· Derin ve gerçek müminde akıl şudur: Nâmütenahî ve esrarlı bir ruh feyziyle imana gelen, aklının dudaklarını kilitleyen, başını boynundan itibaren kesen ve topyekûn teslim olan adama, bu teslimiyetinden sonra iade ettikleri gerçek kafa ve büyük akıl... Derin ve gerçek müminde akıl için usul, yalnız bu kadardır.

· Gerçek ve derin müminde akıl için usulün aklî ölçüsü «Allah ve Resulüne esir olan, hakikat ve hürriyete ulaşır!» düsturudur; ve akıl projektörünün önünde Peygamberler, o ışığın ulaşamadığı yerdedir. Allaha gelince, hiçbir şeyin ulaşamadığı yersizlik yerinde... Bu, hakikatlerin hakikatini gören de mutlak nurun önünde, atom çekirdeği gibi çatlayan ve kendi kendisini tahrip etmekten başka çare bulamıyan aklın ta kendisidir. Ve işte aklın birdenbire asgarîye dönen âzamî payı...

· Akıl hakkında en güzel hükmü, hükümlerin en güzellerini getirmiş olan tasavvuf plânı vermiştir: «Bu iş ne akılla olur, ne de akılsız...» Akıl, kendisi olmadığı vakit hiçbir şey yapılamıyacak olan, kendisini her şey zannettiği vakit de hemen sıfıra inen ve ebedî felâkete köprü dayayan, en büyük ilâhî nimetle en korkunç hüsran vesilesi arasında, bir bakıma harikalar harikası, bir bakıma da aşağının aşağısı bir vasıtacılıktan başka bir şey değildir. Bu vasıta, ayağını iman bukağısına taktığı andan itibaren, nimet ve kurtuluş vasıtalarının sultanı oluverir.

· Bu iş ne akılla olur, ne de akılsız... Binaenaleyh, anlama aleti olan akıl, yine bizzat kendisini anlamak şartiyle, anlıyamadığını anlıyarak selim akla yükselir. Evet, her şey, akılla anlaşılmak işidir; anlamanın esası da anlamadığını anlamak ve Allahın sınırına baş eğmektir. Anlamadığını yine akıl anlıyacaktır. Peygamberlerden sonra dünyada en büyük baş Hazret-i Ebu Bekr’in ölçüsü: «İdrakin aczini idrak etmektir ki, idraktir» ...

· Aklın hududu üzerindeki, bu inceler incesi hikmeti, Garp felsefesi, nihayet 20 nci asırda filozof Bergson’u yetiştirerek yine akılla tesbit etti. Filozof Bergson’a «Sen aklı tahrip ettin» diyen akılcılara karşı cevap şudur: «Demek ki, aklın nihaî hamlesi ve en geniş nezaret ufku, kendi hiçliğini kavramak ve kendi kendisini tahrip etmekmiş!...» Garp, İslâmiyetin getirdiği bu ezelî hakikate, binlerce yıldır, sendeleye sendeleye henüz bugün varmış gibidir. Sadece varmış gibidir, zira aslî nasipten mahrumdur.

· Gerçek ve derin müminde akıl, Şeriate tam teslimiyetten sonra onun serbest bıraktığı bütün kâinat plânında en ileri hâkimiyet ve istiklâlle eşya ve hâdiseleri köküne kadar tefahhusa; ve insan hayatını en olgun seviyesine çıkarmak için gereken nizamı lif lif, çizgi çizgi ve nokta nokta örgüleştirmeye memurdur. Bu da, gerçek ve derin müminin dünya görüşünü belirtirken her şubesiyle bütün hayat ve cemiyet plânını kucaklar mikyasta en müşahhas kadrolar içinde ifadelendirilmeye muhtaçtır. En hassas inceliklerinden biri de şu noktadır ki, gerçek ve derin mümin, ne ham ve kaba softa gibi akıldan korkar ve onun hakikî faaliyetine set çeker, ne de reformacılar ve havaî ve nefsanî tefsirciler gibi her şeyi akla bağlamaya kalkar; sadece hududu dikkatle tâyin eder ve akla mahsus cevelân sahalarında âzamî hak ve hürriyet payına mâlik olarak hareket eder. Bu takdirde de akıl, dinin en sâdık ve faydalı bir hizmetçisi olur ve dinin emrinde dilediği hayat sistemini inşa eder. Gerçek ve derin müminin aklı işte bu akıldır. Şeriata köle, cihana sultan akıl...

· Derin ve gerçek müminde tasavvuf, «Dışı ve içiyle İslâm» bahsinde dokunduğumuz gibi, dinin ve kendisinin bütün ruhudur.

· Derin ve gerçek mümin, olanca dâvaları ve gayeleriyle girift ve ebedî insanı, girift ve ebedî oluş muammasını yalnız tasavvufta bulur; ve onu kâinatın topyekûn hesabını veren biricik dünya görüşü kaynağı telâkki eder.

· Derin ve gerçek müminde tasavvufun iki cephesi vardır: Biri, nihaî insan memuriyet ve mârifetinin, derinliğine doğru, fert ve iç hayat plânında en mahrem rejimi: öbürü de, bu rejimin, genişliğine doğru cemiyet ve dış hayat plânında akisleri, ilhamları, kıymet hükümleri ve bunlardan doğan dünya görüşü...

· İnsanı bütün hilkat sırrına ulaştıran, derinliğine doğru fert ve iç hayat plânına bağlı üstün mârifet sahası, yani tasavvufun merkezi, dinin, ismine velî dediğimiz büyük oldurucu ve kurtarıcıları elinde en hususî kadrosunu belirttiği için, cemiyet sınırları ötesinde müstakil ve münzevi bir âlemdir. Bu âlem insan kitlelerinin ve kitle hayatının üstündedir; oraya, etrafına hiçbir iz yaymamış bir noktadan, tıpkı toprak altındaki periler sarayına girilir gibi münferit ve münzevi gölgeler halinde kayılır; ve orada, tek ve muazzam vâkıa olarak tek ve mücerred insan oluşunun sırları ve usulleriyle yüz yüze gelinir. Bu, insanı kendi üstüne çıkaran ve ölmezliğe erdiren ulvî ve bu selin doğurduğu içtimaî dâvaların dışındadır.

· Fakat gaye, keyfiyet ölçüsiyle olduğu kadar kemmiyet ölçüsiyle de topyekûn insanı kurtarmak ve onun kurduğu cemiyeti ana kurtuluş merkezinin etrafında inşa etmek olunca, derin ve gerçek müminde tasavvufun içtimaî fayda zaviyesinden en amelî cephesi, genişliğine doğru inkişaf eden sahadır; yani nakışlarında aslî marifet merkezinin akislerini, ilhamlarını, kıymet ölçülerini taşıyan büyük insan kitlelerine mahsus geniş hayat plânı... Tek kelimeyle, şu kaskatı ve kaba hayat! Bütün dâva, şu kaskatı ve kaba hayatı, insan oluşunun gizli sarayına ve o sarayın en mahrem oluş hücresine yol veren büyük ve amelî bir avlu içinde kadroloştırabilmekte... İcabında o avluda kaybolup gizli fert iklimlerine dolacak istidatları, dâvanın bu cephesi cemiyetçi mütefekkirin işi olmayarak geniş kitle ve günlük yaşayış çerçevesi içinde en üstün dünya görüşüne kavuşturabilmekte... Böylece ferde ait büyük ve mahrem oluşun insan yığınları çerçevesinde başlangıç hayatını yaşatabilmek ve bu hayata mahsus bütün gaye kutuplarını müstakil olarak tesislendirmek borcu, derin ve gerçek müminde, tasavvufun ikinci, fakat amelî noktadan en hassas ve mühim cephesi olarak meydana çıkıyor.

· Bu aziz borcun kefilleri de şâmil ve küllî şeriat dairesinin içinde tasavvuf ve onun içinde de tâbi ve münkad akıldır.

· Gerçek ve derin mümin, tasavvufu Peygamberler Peygamberinin sonsuz bir nur okyanusu halinde bâtını diye tanır. Şeriat O’nun zâhiri; akıl da, kendi verâsındaki Peygamberlik tavrının mutlak hakikatine esir olduktan sonra gerçek idrake eren ve artık o zâhir ve bâtın plânına uygun olmak şartiyle her türlü arayıcılık ve buluculuk işine memur olan hizmetçi... Şeriat, tasavvuf ve akıldan ibaret bu üç kutup arasındaki âhenge eremeyen, derin ve gerçek mü’minden anlaşılacak mânaya uzaktır.

· Tasavvufun genişliğine hayat plânındaki baş ilhamında, eşya ve hadiseleri daima öteleriyle tefsir ve en üstün illiyetleriyle tefahhus emri vardır. Tasavvuf ruhuna mâlik, derin ve gerçek mü’min gözünde dünya, her zerresiyle ilâhî hikmeti besteleyen ve Allah’tan başka her şeyin fenaya mahkûm olduğunu terennüm eden bir senfonya tertibinden ibarettir. Dünya, gerçek varlıktan üzerine iplik gibi tek bir istidat ve ihtimal ışığı düşmüş öyle bir hiçlik plânıdır ki, bütün insanlık, muazzam bir hevenk şeklinde o incecik ipliğe yapışıp sonsuz kurtuluşa çıkabilir. Bu bakımdan başlıca hak, ötelere ve perde gerisindeki âleme mahsustur. Bu yüzdendir ki, âhiretin hakkı, dünya içinden tahsil edilir; ve yeryüzündeki her eser, su üzerine parmakla yazılmış mevhum satırlardan ibaret bulunduğu halde, bu satırları durmadan yazmak, vasıta-gaye telâkkisiyle borçların en azizi olarak tahakkuk eder.

· Kâinatın yüzü suyu hürmetine yaratıldığı Gaye - İnsan ve Ufuk – Peygamber «Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya, hemen ölecekmiş gibi âhirete çalış!» emrini verirken, işte bu nâmütenahî derin ve girift hikmeti, zâhir ölçülerinin en kolay ve amelî ifadesi içinde heykelleştiriyordu. Ne çare ki, tasavvufun yalnız posasını yiyen sahte sofî, bu emirdeki dünya borcunu anlamaz ve marifeti dünyaya topyekûn arkasını dönmek diye görür; şeriatın kışrının kışrında kalan ham ve kaba softa da, her şeyin âhiret gayesini ezbere tekrarlarken, dünyayı, şeriatta mevcut olmayan bir darlık ve havasızlık içine almaya çalışır. İşte, tasavvufla şeriatın hâlis verimlerinden mahrum ve tarih boyunca neler yaptığı ve ne tesirler bıraktığı malûm iki tipin tecelli şekli ve mânası!

· Dünyayı dünya ve âhireti âhiret olarak, Allah tarafından biçilmiş en doğru sınırları içinde ele alan ve haklarını ona göre veren büyük tasavvuf zincirinin altun kolunda (Silsile-i Zeheb), en büyük Sahabî Hazret-i Ebubekir’den başlayarak, Şahı Nakşıbend, Ubeydullah Ahrâr, İmam-ı Rabbanî, Mevlânâ Halid gibi kutupların kutupları bulunduğunu ve bu kutupların ruh rejimini bilenler, içi yalnız Allaha bağlı insanın içtimaî fayda plânında en hareketli faaliyetlere nasıl büründüğünü ve hattâ bürünmeye mecbur olduğunu bilirler. Bu gerçek kahramanlarının tâbirine göre böyle insanların sırrı ve bâtını Hakla (Allahla), zâhirleri de halkla (dünyayla) dır. Şeriat dairesinin içinde tam ve hakikî tasavvuf anlayışı da sadece budur.

· Büyük marifet yolunun gerçek kahramanları lisanında, içiçe olarak, Şeriat – tarikat diye ifadelendirilen oluş kademeleri ve Allahta fâni olmak diye hulâsalandırılan dâva, tasavvufun genişliğine cemiyet plânına tatbikî işinde, yine içiçe, Şeriat – tasavvuf ruhu ve tâbi akıl esaslarına bağlanacak; Allahta fâni olmak hikmetinin içtimaî hayata aksediş tarzı da, en üstün dünya görüşünde ve bu dünya görüşünün içtimaî hüviyeti ve nizamı içinde, yani cemiyette fâni olmak diye tezahür edecektir. Bu da, ferdî mârifete mukabil onun ilk ve yetiştirici zemini olarak, içtimaî mârifet olacaktır.

HÜLÂSA VE NETİCE

· Her şeyden evvel ve sadece küllî hakikat mizanının İslâmiyet olduğuna imân...

· İslâmiyeti feyzlendirme bahsinde ilk bâtıl güdüm, reformacıların yoludur. Bunlar, İslâmiyetin bütün kâinatı ve topyekûn vücut sırrını ihtiva eden asliyet ve saffetine nüfuz etmek yerine İslâmiyette bulunmadığını sandıkları farazî kıymetleri dışarıdan ona eklemeye çalışanlardır. Nefret!

· İslâmiyeti feyzlendirme bahsinde ikinci bâtıl güdüm, havaî ve nefsânî tefsircilerin yoludur. Bunlar da mutlak kemâl belirten Allahın müessisesini keyf ve hevalarına göre aslî vaz’ından ayıran ve zevâle uğratanlardır. Yine nefret!

· İslâmiyeti feyzlendirme bahsinde üçüncü bâtıl güdüm, satıhcı ve kışırcı şeriatçilerdir. Bunlarsa, körü körüne bağlı oldukları dış hükümlerin iç çilesini çekmemek, küllî mânasını kaybetmek ve sadece sırdan ve incelikten ibaret mahrem delâletlerine yabancı kalmak suretiyle farkında olmadan, bizzat Şeriati zedeleyenler ve ona ihanet edenlerdir. Hep nefret!

· İslâmiyeti feyzlendirme bahsinde dördüncü bâtıl güdüm, sahte ve yalancı sofîlerin yoludur. Ve bunlar, birinci ve ikinci bâtıl güdümcülerle az çok müşterek olarak, gûya bâtın yolundan dinin ve dinî emirlerin tamamlığını bozanlardır. Büsbütün nefret!

· İslâmiyeti feyzlendirme bahsinde beşinci bâtıl güdüm, ham ve kaba softaların yoludur. Ve işte bunlar, ikinci bâtıl güdümcüleri tersinden, üçüncü bâtıl güdümcüleri de yüzünden nefslerinde toplıyarak, Allah’tan gelen fazl, feyz ve rahmete set çekenlerdir. Daima nefret!

· İslâmiyeti feyzlendirme bahsinde biricik hak yolu, gerçek ve derin Müslümanların, hem zâhir ve hem bâtında dosdoğru istikametleridir. Kâinatın Efendisi ve Allah’ın Sevgilisine ait zâhirî cepheyle (Şeriat), bâtınî cepheyi (tasavvuf) bir arada birbirleriyle tam âhenk ve bilhassa Şeriate mutlak intibak halinde benimseyen ve topyekûn dünya ve kâinata tatbik edenlerin yolu... «Fırka-i Nâciye – Kurtulmuşların fırkası» işte bu tek istikâmette yürüyenlere ait topluluk... «Sünnet ve Cemaat Ehli» topluluğu...

· Gerçek ve derin Müslümanda şeriat, iyice bilindikten ve anlaşıldıktan sonra, tek zerresi ve noktası değişmez ve feda edilmez, topyekûn dünya ve kâinatın bütün mesele ve dâvalarında mutlak mizan üssüdür.

· Gerçek ve derin Müslümanda tasavvuf, din sarayının iç esrarına ait bütün bir kemâl ve mârifet hazinesidir ki, başında ve sonunda dâvayı, aynı sarayın dış mimarî cephesi ve ölçüler manzumesi olan şeriat mizanına tatbik etmekle kemâllendirir; ve Şeriate, mukaddes kabuğunu teşkil ettiği büyük ruhu refakat ettirir. Bizzat Şeriatın, teşekkülünü emrettiği bu ruh olmazsa, kabuğun içi boş kalır; kabuk olmayınca da hiçbir şey olmaz, yahut her şey bâtıl olur.

NETİCE


·
Günümüz, Büyük Doğu ideolocya ve dâvasına ait (antitez) lerin, kendi kendisine yıkıldığı, yüzükoyun yere kapandığı ve tam iflâs belirttiği bir manzara çiziyor.

· Bu neticeyi, Büyük Doğu ideolocya ve dâvasının (tez) leri, kendi hamleleri sayesinde ve (aktif) plânda elde etmemiş, hattâ aksine, bu (tez) ler büsbütün mahkûm edilmiş, prangaya vurulmuş; fakat karşı taraf, (antitez) ler cephesi, «kendi kendisine» diye belirttiğimiz ilâhî cilveyle, köküne kadar pörsük ve çürük olarak meydana çıkmıştır.

· Günümüzü, 1960 – 1976 arası 16 yıllık zaman çerçevesi içinde ele alırsak, Türk milletinin bu devrede ne derin bir inkisar ve ıstırap yaşadığını, topyekûn hayat şevkini ne türlü elden çıkardığını, başındaki idareye ve onun temel ölçülerine güven duygusunu nasıl kaybettiğini, dehşet ve ibretle görürüz.

· Düne kadar Türk milletinin başındaki idare; bilmem kaç zamandan beri her ân ilerileyici bir seyr içinde, sular çekilince meydana çıkan yalı kazıkları gibi; mânevî dayanaklarının bütün kofluğunu göstermişti. Bugün de henüz, değişen bir şey yoktur.

· Artık devrimler, verimler, anılar, kanılar, töreler, süreler, ulusal egemenlikler, toplumsal güvenlikler, özgür ülkeler, uygar ilkeler, Batıya bel bağlamalar, Batıdan kurtuluş sağlamalar; ve daha aynı lûgatçeye bağlı nice nice damga ve klişe; onları kullanan ağızlarda posalığını bile kaybetmiş cansızlıktadır.

· Günümüzde her şeyle her şeyin arası açıktır: Milletle hayatın, aydınla köylünün, halkla başındaki idarenin, baştaki idareyle millet temsilcilerinin, hükümetle icra kuvvetlerinin, tüccarla piyasanın, rençberle toprağın, öğrenciyle ders programının, akılla hakikatin, hakla terazinin, aynalarla yüzlerin, kalblerle dudakların, her şeyle her şeyin...

· Hâsılı, bütün bir hayatın, bütün şubeleriyle yerinden oynadığı ve artık yerine oturtulamaz olduğu ve bu gerçeğin anadan doğma çırılçıplak meydana çıktığı gündür bu nâmübarek gün... 1923’den beri her devrenin birbirine ekleyerek getirdiği, ruhî, ahlâkî, siyasî, idarî, içtimaî, iktisadî iflâs günü...

· Hâlisiyet, samimiyet, emniyet, selâmet, gayret, faaliyet, hamiyyet, cesaret hisleri bulandıkça bulanmış; nuhuset havası çöktükçe çökmüş; ve koca vatan, kendi öz evinde ve öz eşyası içinde sürgün yaşayan boynu bükük insanlarla dolmuştur.

· Manzara, kalın ve erkek çizgilerle budur; ve onun gayet ince bir mânası vardır: Ilık bir Mayıs gecesindeki küçük bir dürtüşle altı üstüne gelen perişan bir nizam zemininde, o dürtüş aslında bu perişanlığa aykırı olmadığı ve yeni bir şey getirmediği halde, birdenbire, bütün eski temel ölçüler, yalama somunlar misali, yerlerinden oynuyor ve bir daha eski yerlerini ve muvazenelerini kabul etmez oluyor.

· Yani, yerinden oynatılan «kötü» den sonra, öyle bir loşluk doğuyor ki, artık «kötü» bile yerini bulamıyor.

· Ve bizim (antitez) cephemize ait bu hezimet manzarası, bizim eserimiz değil de, kendi kendisinin, kendi kendisine meydana çıkan içyüzü halinde beliriyor. Ve bunun için küçük bir dürtüş yetiyor. Bu dürtüşün, her tarafa, her cepheye, hususiyle son 35 yıllık gidişe ait maskeleri düşürmekteki rolü inkâr edilemez.

· İmdi, olanca çapımız ve gücümüzle meydan yerinde görünmek, Allahın haklı çıkardığı dâvamızı âbideleştirmek ve (tez) lerimize tac giydirmek vazifesi de şimdi belli oluyor.

USUL

· Çizdiğimiz manzara, mutlaka bir inkılâp beklediğmizi şimşekvâri bir bedahet ölçüsüyle resmeder.

· Var olma cehdini kaybetmemiş bir millet için günümüzün şartları karşısında bir inkılâp zarureti mutlaktır ve bunun aksi yokluktur.

· Bu inkılâp, (statik) ve parça parça düzeltme gayretlerinin, hep aynı gidiş içinde küçük ıslâhçılık teşebbüslerinin işi değildir. (Dinamik) sıfatını en hareketli ve şiddetli mânada canlandırıcı bir doğruluş, davranış, şahlanış dâvasıdır bu...

· Bütün yolları, sokakları, meydanları, kapıları bir hamlede tutacak ve eski ruhî (trafik) nizamını darmadağın edip yenisini getirecek ve yerine perçinleyecek bir doğruluş, davranış, şahlanış...

· Öyleyse bu hareket, «ihtilâl – inkılâp» tâbirine lâyıktır.

· Fakat sadece ruhlarda ve düşünce çevresinde bir ihtilâl – inkılâp...

· Bu ihtilâl – inkılâbın âletleri, söz ve kalem...

· Bu ihtilâl – inkılâbın plânı, göz ve kulak yollarından kafataslarına girmek ve beyin zarları altına zerketmek...

· Bu ihtilâl – inkılâbın şartı, dâvayı, kanun hakkıyla en sıcak zeveban ve en ileri heyecan noktasına ulaştırmak...

· Bu ihtilâl – inkılâbın kadrosu mukaddesatçı ve milliyetçi gençlik, dayanak sınıfı da, Şehadet getiren herkes..

· Bu ihtilâl – inkılâbın mekânı, bütün büyük şehir ve kasabalariyle Türkiye; zamanı da, güneşin ufka bir mızrak boyu yaklaşması ve artık son vâdeyi ihtar etmesi gibi, şu ân, ölü dakika...

· Son devrenin başlarında bizim dâvamız mahkûm hayatı yaşarken, hâdiseler, asıl mahkûmların neler olduğunu gösterdiğine göre, şimdi durumdan faydalanmak cansız mankenlerin tuttuğu mâna siperlerini düşürmek ve Türk Anayasasının kefaleti altındaki fikir hürriyetiyle, beklediğimiz ihtilâl – inkılâbı körüklemek de bize ve sıfatlandırdığımız gençliğe düşen borç..

· Ülkemizde Anayasayla müeyyideli fikir hürriyeti diye bir şey varsa ve eğer kanunlara doğru söyletiliyorsa, müspet ve menfî her iki haliyle biz vaziyetin ispatçısı olacağız ve her iki haldede şeref ve hizmetimiz büyük olacaktır.

· İşte avaz avaz haykırıyoruz ki, yüz küsur yıllık yanlış inanışlar bakımından ruhlardaki takma dişleri söküp, onların madenî baskıları altında ezilen hakikî ve bünyevî dişleri belirtme ve geliştirme gayesinden ibaret dâvamız, metod olarak sâf fikirden başka vasıta ve âlet tanımıyor. Böyle olunca, fikirlerimiz ne kadar dokunaklı, yakıcı olursa olsun, kendimizi kanun namusunun kefaleti altında görüyor ve bu güven duygusundan sonra başımıza hangi inkisar ve ıstırap gelirse gelsin, onu hiçe sayacağımızı, o zaman da, belirteceğimiz misâldeki ibret payı noktasından en büyük hizmeti yerine getirmiş olacağımızı, hak ve millet huzurunda ilân ediyoruz.

· Mukaddesatçı ve milliyetçi gençlik ve Şehadet getiren herkes!... Senin için belirme günü, (antitez) ler cephesinin kendi kendisine tökezlediği ve yıkıldığı bu demden başkası olamaz! Fikir meydanı ve atalarının ruhu seni çağırıyor. Elinde kanun bayrağı, ruh kalesini fethet!..

ESAS

· Bize bütün bir cihan imparatorluğu kazandırmış olan mânevî temelimiz ve ahlâk kökümüzün çeyrek, yarım, tam ve birbuçuk asır boyunca sistemli yıpratılışı karşısında ne hale geldiğimizi bugün entariler düşmüşçesine ayanbeyan görüyor ve her felâketin yalnız o yüzden doğduğunu artık lâboratuar tecrübesi kesinliği içinde kavrıyorsak, beklediğimiz inkılâbın esası elimizde demektir. O halde ana şahsiyet ve asliyet kutbumuza en doğru anlayışla sarılmanın zaruretini teslim etmek ve ettirmek, buna göre de muazzam bir fikir (aksiyon) una yol açmak ve açtırmak... İşte beklediğimiz inkılâbın esası!.. Tek kelime: Su katılmamış ve suyu çekilmemiş tam hakikatiyle İSLÂM...

· Omuzlarımız üstünde baş ve kaburga kemiklerimiz altında kalb diye taşıdığımız pıhtı torbalarını bir bıçakta kesip atacak ve bütün hayatî uzuvlarımızı, iş ve yerlerine kavuşturacak bir ideale ihtiyacımız, acele kan bekleyen ağır yaralınınkinden daha büyük müdür, değil midir? Bu ihtiyacı, inanmamaya inananlardan gayri herkes, neye inanırsa inansın, hemen doğrular.

· Halbuki kan, ağır yaralının iple boğulmuş ve (kangren) olmaya bırakılmış bir uzvundadır ve tükenmek bilmez bir depo kıymetindedir. Bu ideal olanca zaman ve mekânı, olanca hedef ve istikametiyle kuşatmak ve her şeye onun öz hakikat ve saadetini bağışlamak kefaleti altında, evet, İslâmiyettir. Beklediğimiz inkılâbın esas üstü esası da, evet, İslâmiyetin gerçek anlamı...

· Ruhlarımızdaki asırlık felç tesirini, kör gözleri açan İsâ Peygamberin elindeki ihyâkâr kudretle silip süpürme ve inmeliyi bir kavrayışta ayağa kaldırma dâvası ve onun bağlı olduğu esas...

· Sadece maddede ve nazariyede, pazarlıklı bir istiklâl karşılığı, mânâda ve ameliyede düşürüldüğümüz esaret faciasını sona erdirme; ve rejimleri, kanunları, mefhumları, âdetleri, âletleri, zevkleri bilhassa herbirinin şifalı cevheri kendisinde ve olta yemi zehirli posası bizde, türlü formülleriyle, Batı üstünlüğü ukdesini içimizden söküp çıkarma dâvası ve esası...

· Dışımızdaki emperyalistlerin, içimizdeki taklitçi ajanları vasıtasiyle, Batılılaşma bayrağı altında bizi mahkûm ettikleri tam mânevî sömürge durumunu her sâhâda anlama ve onlara paydos diyebilme dâvası ve esası...

· Bütün bunlara karşılık, insanoğlunun Doğuda ve Batıda, güneyde ve kuzeyde her türlü çile ve tecrübesini en ince eleklerden süzüp hakikatlerini nefsimize mal etme, öz mayamızda eritme, öz hamurumuza sindirme dâvası ve esası...

· İşte bu dâvanın fikriyatı, rûhiyatı, içtimaiyatı, iktisadiyâtı, bediiyâtı etrafındaki esaslar...

· İşte bu dâvanın prensibi, sistemi, metodu, kadrosu, iç ölçüsü etrafındaki esaslar...

· İşte bu dâvanın aşkı, vecdi, ahlâkı, heyecanı, fedakârlığı etrafındaki esaslar...

· İşte bu dâvanın zıt kutuplara karşı nefreti, asabiyeti, hareketi etrafındaki esaslar...

· Bütün bunların toplamı, dünün, daha ziyade bugünün içleri boş konserve kutularına benzer marka müslümanlarına karşılık, şimdi nasıl bir insan, gençlik ve cemiyet vâhidini çekirdekleştirmeye çalıştığımızı gösterir ki, zaten onu beklemekle, özlediğimiz inkılâbı kollamak arasında fark yoktur.

HEDEF

· Fikirde ana taarruz hedefimiz, belli başlı bir ruh ve zihin hâleti arzeden, gözle görünür ve elle tutulur, meydan yerine hâkim bir sınıf... Yayın, ilim, sanat, iş ve nüfuz merkezleri, ellerinde...

· Bunlar, hangi meslekten olurlarsa olsunlar, un helvaları gibi hep aynı kaşıktan, aynı (damping) tezgâhından çıkma tipler... Meslekleri ve içtimâî, ferdî, iktisadî, idarî, ancak bu helvaların tabaklara dizildiği lokanta farklarını belirtir ve kendilerini ayrıca sınıflandırmaya yer bırakmaz.

· Bunları en muhkem sınır çizgileri içine alacak (faktör), sadece ruhîdir. Ha gazeteci olmuşlar, ha profesür, ha milletvekili, ha iş adamı, ha memur, ha müdür; meslekî ayırım yönünden değil de, ruhî yönden birdir, birliktir bu tipler...

· Bunlar, kurbağanın değişme devreleri şeklinde, Tanzimattan Meşrutiyete, Meşrutiyetten Cumhuriyete ve Cumhuriyetten bugüne, üç çığır içinde yetkinliklerini tamamlamış ve şimdi azmanlaşmış, sun’î ilkah mahsulü, ulvî oluş gayesi gütmez ve eser çilesi çekmez, aşksız ve madde üstü iştiyaksız, yalnız zehirlemeye memur haşereler...

· Bunlar, asırlık Avrupacılık ve Avrupalılık yeltenişinin havası içinde hemencecik devşirilmiş ve kolayca yontulmuş hazır elbise mankenleri..

· Bir çobanda bilgisizliğin bile samimîlik, tabiîlik içinde asîl durmasına karşılık, bunlar, bilhassa mahrum oldukları şeylerin sahibi görünmeye bayılırlar. Bilgiçlik edâsı içinde koyu cahil, kötülüğe karşı tiksinti tavrı altında nâmütenahî ahlâksız... Ve akıl taslarken aptal, öldürürken korkak...

· Bütün faziletleri, evlerinin, kalblerinin, ellerinin, aile kadrolarının her türlü rezalet ve şenaat yatağı olması yanında, bankalara karşı protesto namusundan ibaret; bütün bilgileri de, ister Doğu, ister Batı adına, işporta malı çıkartma kâğıdı şekillerinden ve niyet kuşlarının çektiği pusulacıklar çapında âdi tekerlemelerden...

· Gayemize baş engel ve davranışımıza ana hedef teşkil eden ve bu sebeple inceden inceye bilinmesi gereken bu sınıfın, protoplâzma mevkiindeki mücerret örneğine, lâyık olduğu isim, eski bir muharrir tarafından verilmiştir: «Devrimbaz!» ... Ama biz, meseleleri, «Devrimbaz» uslûbiyle teker kelimelik klişelere hapsetmek mizacında olmadığımız için, devrimbaz kartvizitinin altına, iki satırlık bir izah cümlesi daha ekliyoruz:

DEVRİMBAZ
Mânevî Batı sömürgeciliğinin iç ajanı ve Türk ruh kökünün (DDT) yle kurutucusu

· Halbuki o, kendisini, nurlu Batı! uygarlığının şanlı bayraktarı ve Türk ruhunun eski pisliklerden temizleyicisi diye takdim eder.

· Görülüyor ki, her şey, «kurutucu» mefhumiyle «kurtarıcı» anlamı arasındaki farktan ve bu iki sıfatın yakışığını bulmaktan ibaret kalıyor. Ne hazin!...

· Komünistler, kozmopolitler, yahudiler, dönmeler, masonlar ve daha nice nikap altındaki İslâm düşmanları, arka mevzilerden mâhut sınıfın iaşe ve cephane ikmalini yerine getirmekte, onu kukla gibi oynatmaktadır.

VASITA

· Beklediğimiz inkılâbın dış vasıtalarına, ancak, bunların iç desteklerini beslemek şuuriyle el atabiliriz. Su bulunmadan boru döşenemez.

· Ruh yetkinliğinden belli başlı bir kıvam belirten bu iç destekler, bilhassa yılgınlığı, düşüklüğü, küçüklük ukdesini, nefs güvensizliğini, mızmızlığı, hareketsizliği, dünya ve eşyaya karşı ilgisizlik ve bilgisizliği kendi menfî kutupları saymak ve şiddetle mahkûm etmek borcu altındadır.

· İç desteklerin müspet unsurları şunlardır: «Nâr-ı beyzâ» halinde bir vecd ve aşk mizacı, sultânî bir nizam ve disiplin zevki, sırasında baldan tatlı ve sırasında zakkumdan acı bir seciye, sabrından zerre kaptırmaz sebat bünyesi, şecaat, fedakârlık, atılganlık, derinlik, gerçeklik melekeleri; ve bunlarla bir arada, kâinattaki her noktanın kıymet hükmüne ve bütün bir dünya muhasebesine sahiplik şiarı... Hayatı bütün dallariyle kuşatıcı, renklendirici, süsleyici bir (estetik – güzellik sanatı), dağları, taşları devirip sürükleyici ve gaye noktasına sürücü bir (diyalektik – metodlu düşünme ve ifadelendirme sanatı), başıboşları mıknatısların demir tozlarını çekişi gibi toplayıp derleyecek bir (retorik – örgüleştirme sanatı), silâhların tesir kudretini saha saha bölgeleştirecek bir (taktik – tâbiye sanatı). Bu kıymetler bu dâvayı güdenlerce, başlarına geçirmek zorunda oldukları vasıfların tâcından birer elmas taş...

· Tek tek içimizi ve kitle halinde müdîrler kadromuzu, nefsimize yarım saat uyku ve bir dilim ekmek fazlasını bile haram edercesine, her türlü şahsîlikten uzak ve yalnız içtimaîliğe bağlı, müthiş bir (aksiyon) ruhu etrafında tamamladıktan sonra, dış vasıtalar...

· Dış vasıtaların başında, bütün şubeleriyle güzel sanatlar (bilhassa edebiyat, tiyatro, sinema), yayın yolları (gazete, mecmua, kitap), telkin kürsüleri (konferans, vaaz, sohbet), kültür teşekkülleri (her köşede bir kulüp) ve İslâm sermayesine yön ve hareket verici mihraklar..

· Güzel sanatlarda, kadro ifadesiyle mevcut değiliz. Zaten Tanzimattan beri güzel sanatlar, ana kaynağını kaybetmiştir. Bugün esasen mevcut olmayan ve yangın yerine dönmüş bulunan edebiyat âsasında, en aşağı örnekleriyle de olsa, solcular ve başıboşlar dolaşmakta... Biz yokuz! Büyük Doğu ideolocyasının örücüsü, bir zamanlar, şimdi küfür edebiyatını idare eden bir şahıs tarafından «tek mısraı bir millete şeref vermeye yeter!» diye anıldığı ve hiçbir zaman ve mekânda sanatkâr olarak inkâr edilmediği halde, gerçek çehresi belli olur olmaz, kendisine bütün sanat müesseseleri ve kayıtları (tiyatro, antoloji, okuma kitabı) kapılarını kapamış, o da 40 yıllık çilesi içinde, özlediği İslâmî duygu plânına bağlı gençlik kolunu sanatta bir türlü yetiştirememiştir. Her halde kabahat, cemiyeti bu hale getirenlerle, bu hâle gelip farkında olmayanlarda...

· Güzel sanatlar sahasına, bilhassa şiir, roman tiyatro, el atmak ve buna ehliyet kazanıncaya kadar şişmanların zayıflama idmanı yapmaları gibi, kan-ter içinde çalışmak borcundayız.

· Yayın vasıtaları, başta günlük gazete bulunmak üzere, kuruluşundan beri, köksüzlük ve kozmopolitlik güdümünün kuklası olarak millî ruha aykırı bir hizip elinde kalmış ve bu hizbin içinde, hiçbir zaman ve mekânda, sâf ve hakikî Anadolu çocukları yer alamamıştır. Artık gazeteciliğin koca bir işletme haline gelmesi ve ruhî kıstas yanında bir de iktisadî (faktör) belirtmesi bakımından tamamiyle İslâmî sermayeye ait olan bu suç, gaflet ve zillet derecemizin gönderlere çekilmeye lâyık belgesidir.

· Eğer son 10 yıldaki, lâfta mukaddesatçı, hakikatte sözü ve fikri nâmevcut 4 – 5 gazetenin hazin tecrübesi öne atılacak olursa, deriz ki, bu da bizim ehliyetleri tâyinde, dâvayı tespitte ve ne ve nasıl olmak gerektiğini teşhiste düştüğümüz aczin ifadesinden başka bir şey olmamış ve dâva bu yüzden kalkınma yerine harcanma yoluna itilmiştir. Yumurtadan yeni çıkmış civcivlerin, kendilerini baba horoz farzetmeye yeltendiği ve kendilerine tecelli imkânı bulduğu şuursuz bir vasatta başka türlü olamazdı.

· Telkin kürsüleri, yönünden karşı taraf, İstanbul’un bütün ampulleri kuvvetinde bir lâmba yakıyorsa, biz bir kibrit bile çakamıyoruz. Konferanslarımız mahrem ve kaçamak, vaazlarımız köhne ve gafil, sohbetlerimiz de bezgin ve mahçuptur.

· Almanların eski cep kuruazörleri gibi, her sınıfın kuvvetini toplaması, ilmî, fikrî, siyasî, iktisadî, her şekle döndürülebilecek tarzda teçhizatlandırılması ve Anadolu’nun 10.000 nüfus üstü bütün kasabalarına dağıtılması gereken kültür teşekküllerimizden ne haber????

· Gelelim İslâmî sermayeye: Müslümanlığın her türlü içtimaî tezahür hakkını kaybedip ancak fert fert gönül mahzenlerine tıkalı olmasına ve namaz saflarının bile birbirinden kesik ve kopuk fertlerin toplam kabul etmez yekûn çizgisi haline getirilmiş bulunulmasına uygun olarak, unsurları arasında her türlü birlikten mahrum, gayesiz plânsız, (risk) siz, kullara karşı korkak ve Allaha karşı kaygısız, sermayenin resmî ibadetini belki de, onun ruhunu ve sarf yerini bilmez bir gizli çıkın... Bu, cihad farzına yabancı, ödlek sermayeye yön ve hareket aşılayıcı mihrakları, yine aynı sermaye bağlılarının halisleri arasında bulup onları her ân kamçılamak, beklediğimiz inkılâbın ilk maddesidir. Böyleleri de vardır.

· Bütün bu iç ve dış vasıtalar harekete geçirildikten ve her şey ruh ve fikir plânını köpürtmekten ibaret bırakıldıktan sonra, bir balkona çıkıp, güneşi beklercesine neticeyi kollamaktan gayri iş kalmaz.

Hiç yorum yok: