13 Mayıs 2007 Pazar

V- TARİH HÜKMÜ: NASIL BOZULDUK

FASLEDİCİ TARİH ÇİZGİSİ

· Daha evvelki loş devirlere ait masal iklimlerini bir kenara bırakalım; kaydetmiştik ki, 1 inci, 2 nci, 3 ncü, 4 üncü, 5 inci ve 6 ıncı asırlarda Türklüğün bütün varlık hülâsası, kasırga gibi, çağlayan gibi, şimşek gibi, yıldırım gibi, henüz billûrlaşmamış, kalıbını bulmamış, sabit medenî ifade çizgilerine erişmemiş, mücerred ve serâzad bir hayatiyet akışından ibarettir. Ve bu mücerret hayatiyet, yeleleri alevlenen atların cidago kemiklerine bağlı, ruhuna büyük muhteva çatısını yerleştirerek büyük iman mimarîsine istekli, asırlar boyunca aktı durdu.

· 7 nci ve 8 inci asırlarda Türklük, kısım kısım ve parça parça, İlâhî binanın ulvî bedaheti önünde ve en asîl teslimiyet edâsı içinde İslâmlığı kabul etti ve kılıciyle ruhunu ona bağışladı.

· 9 uncu, 10 uncu, 11 inci, 12 nci asırlarda, Türklük, edindiği ruhî muhtevanın ışıklarını en sâdık ve hususî bir tahassüsiyet ve tefekküriyet billûrundan aksettirerek yine kısım kısım ve parça parça, en parlak medeniyet protoplazmalarını örmeğe başladı.

· Bizim, devlet ve cemiyet, eser ve hamle, dâva ve siyaset halinde ve dünya çapında gerçek medeniyet ifademizi bulmamız, Osmanlı kuruluşiyledir: 13 üncü asır...

· 14 üncü asır, bazı sâiklerin tepeden indirdiği çözülüşlere rağmen, vecd, aşk, nizam, tedadî ve taarruz devrimizdir. Bu teaddî ve taarruz, iki zıd medeniyet dünyasının muhasebesi halinde Batıya doğrudur.

· 15 inci asırda ve aynı vecd, aşk ve nizam içinde, taarruzumuz, Batı dünyasından yeni bir safhaya esas olacak kadar büyük bir zafer iklili kuşandı.

· 16 ncı asırda, tarihin en büyük İmparatorluğunu kurmuş, fakat artık gurur ve hissizliğe sapmış, doğmakta olan Batı dünyasının tahammuruna dikkat edemez olmuş, vecd ve aşkımızı dondurmaya başlamış bulunarak, itilânın zirvesindeyiz.

· 17 nci asırda, donan, kabuk tutan vecd ve aşk, hikmetleri kör nefsaniyet ve şahsî idrakine kurban edici zümre mânasına ham softa ve yobaza meydanı terketti; ve maddî ve mânevî en şanlı taarruz hamlemiz, birdenbire en hazin bir müdafaa çabalamasına döndü.

· 18 inci asırda, artık aklın madde üzerindeki tecessüs ve tefahhus hakkını sistemleştirmeye ve bu sistemin ilk yemişlerini devşirmeye başlayan Batı dünyasından ve bu aziz cehdi emreden dinin yalnız İslâmiyet olduğundan daima habersiz, din perdesi altında dini karartmaya memur ham softa ve kaba yobaz elinde esir, en ümitsiz müdafaa ve en acıklı hezimetlere göğüs germekle meşgulüz! Fakat İmparatorluk o kadar cüsselidir ki, can çekişirken bile dünyayı titretmektedir.

· 19 uncu asırda, mahut ham softa ve kaba yobaz tipi, yerini pembe kıçlı maymunlardan daha sefil Avrupa hayranlarına; ve bu defa aynı yobazlığı küfür ve dinsizlik adına göstermeye namzed, takma beyinli züppelere bırakmak yolundadır. O, Batı dünyası, bir türlü deviremediği muazzam ağacı, içinden kurutmanın yolunu bulmuştur. Böylece tam ruhî ve yarı maddî müstemlekeleşme çığırımız açılır.

· 20 nci asırda, en çetin buhranını kaydeden ve unsur unsur birbirinin boğazına sarılan Batı dünyasının tefessüh ve ihtilâç haline rağmen tasfiye çanlarımız çalınır. Garp buhranının tezadları sayesinde ilk istiklâl ve şahsiyet dâvamızı maddeten kazanırız, fakat mânen büsbütün ezdiririz. İkinci Dünya Harbinin Üçüncüye geçit veren eşiğinde de, tarihî bir netice olarak, Sırat gibi kıldan ince ölüm köprüsüne getirilir, bırakılırız!

· Her şey gibi tarih ölçümüz de gösteriyor ki, bir tarihin bittiği ve bir başkasının başlamak üzere bulunduğu fasledici çizgi üzerindeyiz.

· Yalnız bu çizgiyi görmek, tedbirlerini de bulmaktır.

· Bu çizgi üzerinde «icra-yı hükûmet», ya hep, ya hiçe varır. Hep için duadayız.

İSLÂM NASIL BOZULDU?


1 – KANUNÎ DEVRİNDE:

· İslâmın bizde nasıl bozulduğunu tarihî bir kronolocya içinde incelemek ve anlamak, İslâm bundan böyle ve en ileri bir dünya görüşü plânında ele geçecek olursa onu bir daha kaybetmemek olacaktır.

· İslâm, büyük Türk hükümranlığı tarihinde, ilk defa Kanunî Sultan Süleyman çağında bozulmaya başlamıştır. O devrin şevket ve satveti bu mânevî zaafı örter ve bu derin hususiyeti kimse bilmez ve görmez. Zira gerçek tarihçimiz henüz gelmemiştir.

· Kanunî çağı, sâf ve berrak İslâm akîdelerini bulandırmakta umumiyetle en korkunç tesiri aşılayan Fars ve Bizans parmak izlerinin, iman çehremizi adamakıllı lekelemeye başladığı devirdir.

· Farsların ettiği cenklerde Fars krallarının usûl ve âdetlerine kapılıp kendisine akran muamelesi eden generallerinden mabud muamelesi istiyen Büyük İskender, bu korkunç tesirin ilk kurbanlarındandır. O zaman bir generali, Büyük İskender’e «Veyl, atalarının âdetlerini bırakanlara!..» diye bir Yunan şairinden bir mısra okumuş ve İskender’in bizzat başına indirdiği harbi altında can vermişti.

· Fars tesiri korkunçtur; İslâmda en büyük kafalarla at başı, en hain bozguncu kelleleri de İranlı...

· İnsanoğlunu mabud mevkiine çıkarıp insanoğullarını ona mahkûm kabul etmekte en müthiş edebiyata malik bulunan Fars ve Bizans dünyası, İslâmın, hakca en zayıf köleden farklı görmediği devlet reisine, elbette ki, İslâmî hükümlere karşı da hâkim mevkide bulunmayı telkin edecekti. Nitekim bu gizli tesir Kanunî çağındadır ki, «Şeyhülislâm» lar, bir memur gibi, Padişahın iradesiyle nasp ve tayin edilmeye başlanmışlardır. Önceleri, şûrâya benzer bir heyetçe seçilirlerdi.

· Artık, ilk sarhoş Padişah Yıldırım Beyazıd’a «Yaptırdığınız cami güzel ama yanında bir meyhane eksik!» diyebilen büyük ve halis din adamı nerede, bu yeni «Şeyhülislâm» lar nerededir? Hatır, gönül ve korku fetvâları başlamıştır.

· Fars ve Bizans tesirinin, büyük ve kutsî fetva makamını imparatora yavaş yavaş mahkûm kılmaya başladığı bu vaziyet, devrindeki şevket ve satvet ne kadar büyük ve din ve devlet adamları ne derecede ulvî olursa olsun, İslâmın ilk defa aldığı ve ileride çok genişlemek istidadını kazandığı en canhıraş yaradır.

· Garp dünyasının yepyeni bir doğuş (Rönesans) fecri içinde yüzdüğü en nazik hengâmede bu yara, İslâm tefekkür dünyasının aceleyle seferber olup cihanın yeni keşf ve istikametlerini sadece kendisine bağlamasını gerektiren bir çığırda, ancak naslara sadece mıhlanmak ve onların vecd ve hakikatinden uzak kışırlarında kalmak gibi ölü bir ezbercilik mevsimi açabilirdi. Yani naslara yapışmak değil, onları hikmetlerinden öksüz bırakmak, düpedüz ihanet...

· Nitekim öyle olmuş; ve Garp dünyası, aklın eşya ve hadiseler üzerindeki tefahhus hakkını zafer iklimleriyle süslerken, bizde Medrese, aslındaki nâmütenahi derin ruh ve istiklâle rağmen, vecdsiz ve hakikatsiz nas ezberciliği mevkiinde tutunmaktan başka çare bulamamıştır.

· Kanunî ile başlayan Yahudi istilâsı da cabası...

2 – KANUNÎ’DEN SONRA:

· Kanunî’den sonra başlayıp Tanzimata kadar devam eden tereddi devrimiz, İslâmî bir idare içinde İslâmlığı anlayamamak, onu bütün saffet ve asliyetiyle kavrayamamak ve yine bütün saffet ve asliyetiyle yeni zaman ve mekâna tatbik edememek, ilerleyen ve giriftleşen insan ve cemiyet tecrübelerini İslâmî ölçüler mihrakında toplayamamak, İslâmiyeti yeni zaman ve mekâna hâkim kılamamak; ve sadece papağanvâri, nas tekerlemeciliğinin iç mânalarından habersiz ölü idrakinde bütün ruh feyizlerini kaybetmek; böylece insan ve cemiyeti, bütün yeni oluş ve hamlelere karşı öksüz bırakmak ve nihayet iflâs ve inhizama kadar sürüklemek gibi tarihî bir seciye ve seyr arzeder.

· İşte tam bu devirdedir ki, Garp dünyası (Rönesans) ın ilk yemişlerini devşirmeye başlamış, eşya ve hadiseleri yeni usûller ve âletlerle teshire başlayan ve eski insan yaşayışını allak-bullak eden müstakbel çığırın eşiğine ayak atmıştır. Böyle bir harika karşısında İslâm dünyasına ve tefekkür âlemine düşen ilk borç, her feyzin sadece İslâma bağlı olduğu ve İslâmdan fışkıracağı emniyeti iken ve dolayısiyle her şeyi İslâma maletmek gerekirken, küfür dünyasına hakaretle arka çevrilmiş, ruhta ve esasta her kuvvete malik bir dinin, ruhta, esasta ve hele maddede hiçbir hakkı verilmemiştir. Nihayet hakikatte dine zıt olarak din adına düşülen bu gurur ve nefsanî halet, meydana, Şeriat maskesi altında Şeriata ihanet eden ham ve kaba softa tipini çıkarmış ve bu tip bütün kaba, geri ve nefsanî saltanatiyle İslâm ruhunu asırlarca zulmet ve cendere içinde tutmuştur.

· İnsan ve cemiyet hayatını yeni bir fayda ve kıymete ulaştıran her buluş ve hamle –eğer Şeriate aykırı değilse- bizzat Şeriate karşı bir teyid ve hizmettir. Bu inceliği bizzat Şeriat Hamili’nin binbir emriyle tanıdığımız halde, otomobile şeytan arabası, matbaaya küfür âleti, «Nizam-ı Cedid» kaputuna küfür libası ve daha bilmem nelere, bilmem ne hükmünü veren ham ve kaba softayı, din ve hakikat hizmetçisi mi, din ve hakikat kaatili mi telâkki etmek gerekir? Heyhat ki, bütün saffet ve asliyetiyle dinin, en korkunç suikastçısı olan ve Kâinatın Fahri’ne, bilmek ve anlamaksızın ihanet eden bu tavla zarı kafalı tip, hakikatte dinin mümessili bilinmiş, din hakikatte bu tipin söylediklerinden ve anladıklarından ibaret sanılmış; ve o devirde zavallı insan ve cemiyet, mayasındaki derin sadakatin sadakatsizliğe âlet edildiğinden habersiz, başına ve dinine gelecek bütün belâlara karşı mahzun ve mütevekkil beklemekten başka bir yol bulamamıştır.

· O devrin hükümdarları da, içlerinden geniş ve derin bir dünya görüşüne malik tek şahıs bulunmaksızın, emir ve iradeyle nasb ve tayin edilen fetvâ mümessillerinin sultanî nefse göre din uydurmaya müstaid tavırları karşısında müteselli, gelip gittikçe, boyuna «Şeriatın icrası» emrini vermişler; asi ve bozguncu askerler «Şeriatın icrası» adına padişahlarını tahttan indirmiş; padişahlar, onları «Şeriatın icrası» adına tepelemek istemiş; medrese kaçkınları «Şeriatın icrası» adına isyan ve politika meydanlarını doldurmuş; ve sağlı, sollu, ilerili gerili her davranışın ağzında kuru bir «Şeriat» lâfzı, cihanda ve cihanın en büyük imparatorluğu üzerinde bir misli görülmemiş, bir «ana-baba günü» dür kopmuş ve bu hazin yuvarlanış içinde hiçbir gerçek din ve tefekkür adamı doğrulup, bu cemiyete «dur; din, din diye diye yalnız dine zıd gittiğin için bu hale düşüyorsun!» diyememiştir.

· Neticede Türk cemiyeti, sırf dünya çapında bir mütefekkir yetiştirememek ve kâinatın tek kurtarıcı sistemi olan İslâmlığı, bütün saffet ve asliyetiyle vazifelendirememek, onu beşerî hamlelere hâkim, doğurucu ve yapıcı bir platformada tutamamak, vecd ve aşkını kaybetmek ve meydanı istismarcı yobazlara kaptırmış olmak yüzünden bu hale gelmiş; İslâmlığı, şahısların temsil kadrosunda, en nazik yerlerinden bozmuş ve yaralamıştır.

3 – TANZİMAT DEVRİNDE:

· Tanzimatta İslâmın bozuluşu, Müslümanların umumî bozgunu ve bunun sorumluluğunu tahteşşuurlarında kendi an’ane ve köklerine yüklemeye başlamaları şeklinde, en vahametli safhasına girmiştir.

· Denilebilir ki, İslâmın, gitgide bütün çarelerden uzaklaştırılarak, gözden ve itibardan düşürülmek metodiyle bozulduğu ilk ve kaatil devir, Tanzimattır.

· Tanzimat, İslâma zıd dünyanın maddeye hâkimiyeti ve fennî terakkileri önünde, bu dünyayı İslâm göziyle muayene ve tefahhus edip onun bütün marifetlerini İslâma maletmek yerine, ona körükörüne teslim ve mahkûm olmak, sonra da hâlâ İslâmiyeti itibarda tutmaya çalışmak, yani muhale yeltenmek gibi, beşerî şaşkınlık ve ahmaklıkların en büyük âbidesi olarak kuruldu; ve derhal İslâmiyeti, her gün tesiri biraz daha şiddetlenecek ve zehirli eserini bir iki devir sonra verecek tarzda bütün kredilerinden mahrum etti.

· Böylece İslâm, Tanzimatta, gûya hissiyle dinine bağlı göründüğü halde fikriyle rakip dünyanın bütün tasallut vasıtalarına karşı teslim bayrağını çekmiş, mahkûmiyetini kabul etmiş, üstelik yegâne müdafaa çaresini mahkûmun hâkimi körükörüne tasdikinde bulmuş ve buna rağmen kendi eski dünya görüşünü ve ruhî tamamlığını muhafaza edebileceğini sanmış, sözde münevver, sarsak ve pinpon politikacılar elinde, tâ can evinden vuruldu. Ve yine böylece, evvelki ham ve kaba softalık, aynı çapta, fakat kendi kendisine ters istikamette bir başka hamlık ve kabalık doğuracak zehirli yemişini verdi; ve artık İslâm, tavan aralarında haline ağlıyan haminnelerin münzevî hassasiyet plânından daha ileri bir zemin olmak haysiyetini kaybetmeye yüz tuttu.

· Nasıl, şekiller üzerinde, o şekillerden hiç birinin ruh ve gayesini bilmeden ısrarcı ve inatcı ham ve kaba softa tipine karşı İslâm, kendisini, büyük mütefekkirini yetiştirememiş olmak yüzünden müdafaa edemediyse, şimdi de yine kendi kendisini bedava tarafından rakip dünyaya teslim ederek kökünü baltalamaya kalkan Tanzimat hareketine karşı, yine büyük mütefekkirini yetiştirememiş olmak yüzünden mukavemet edemedi.

· Tanzimatın, olmaması değil, aksine, İslâmlık emrinde ve çok daha geniş ve köklü bir hareket şeklinde olması lâzımdı.

· Halbuki, Tanzimat, kekeme bir edâ ile, İslâmı mahkûm ve Garp dünyasını hâkim tanıdığını söylemeden söyleyen, kısır ve korkak bir hareket şeklinde oldu.

· Gülhane fermanı, İslâmı zâhirde medh, fakat batında zemmedici, köksüz ve yönsüz, bir dalâlet vesikasıdır.

· İslâmı, kendi içinden, lâyık ve âmir olduğu terakki servetlerinden mahrum etmek suretiyle, 1 numaralı sahte temsilciler bozmaya başlamıştı.

· İslâmı, kendi dışından da, lâyık ve âmir olduğu terakki servetlerine kavuşturmak için rakip dünyanın teftişsiz ve murakabesiz kopyacılığına sevkeden 2 numaralı sahte münevverler bozdu ve bu kaatil çığır, ilk defa Tanzimatla temel attı.

4 – MEŞRUTİYET DEVRİNDE:

· İslâmın, Tanzimat devrinde, cepheden ve belki de şuursuz bir teaddi ile bozuluşu, Meşrutiyetle tabiî ve melhuz eserini vermeye başlar.

· Meşrutiyet, getirdiği ruhî ve içtimaî şartlar bakımından, İslâmın, yine cepheden, fakat gitgide daha şuurlu bir teaddiyle apaçık hırpalanmaya başladığı devirdir.

· Tanzimatta atılan tohum, üç çeyrek asır kadar sonra Meşrutiyette yemiş vermeye başladıysa bunda şaşılacak ne vardır?

· Meşrutiyet, bir takım fikirsiz Makedonya kabadayılarının ruhuna gem takmış ve kör hamlelerini istismara yol bulmuş teşkilâtlı Yahudilik, Masonluk ve Dönmeliğin eseridir! Yahudilik, Masonluk ve Dönmelik isimli üç ayaklı sehpanın da, ipinde sallandırmak istediği tek hüviyet, İslâmdır!

· Bir gün, yalnız ilim adına ilim yoğuracak tarafsız tarihçilerin itiraf edecekleri gibi, Meşrutiyet hareketinin hedefi olan İkinci Abdülhamid, sadece Müslümanlığı, Milliyetçiliği, Türklüğü inkıraz ve müstemlekeleşmekten koruyuculuğu ve bütün bunlardan dolayı Yahudiliğe ve Garp emperyalizma ve kapitalizmasına karşı sistemli mücadeleciliği yüzünden bunların kurbanı olmuş; ve bu menhus müselles, kolaylıkla büyülenen sâf gençler ve cahil komitacılar vasıtasiyle devşirdiği neticeye, inkılâp, Meşrutiyet ve onun altında «hürriyet, müsavat, adalet» yaftasını taktırmıştır. Altıok yaftacılığı o zamandan başlar.

· Meşrutiyet, dilindeki yalancı idarî ve içtimaî inkılâp teraneleri bir tarafa –zira biz ne mutlakiyetçi ne de padişahçıyız!- sadece İslâm ve Türk ruhunu, İslâm ve Türk ahlâkını, İslâm ve Türk an’anesini, İslâm ve Türk tarihini bir pula satmak dâvasında, gizli ve yabancı bir kurmay hey’etinin bir takım eçhel ve ahmak kuklalara oynattığı sefil oyundan başka bir şey değildir!

· Oyun oynanmış ve muvaffakiyet tam olarak ele geçmiştir. Çünkü Türk fert ve cemiyet ahlâkının zedelendiği, meydanı kazdan daha ahmak satıh canbazı züppelerin sardığı, iğrenç Şişli âlemlerinin kurulduğu, sanat ve edebiyat diye misilsiz gülünçlüklerin köpürtüldüğü, genç nesillerin ana ve babalarındaki iptidaîlikten utanmaya başladığı, «Düyun-u Umumiye» ve Osmanlı Bankasında çalışmanın mukaddesat sırasına geçtiği, Türklük ve Anadoluluktan nefret etmenin zarafet ve zekâ sayıldığı ilk devir, Meşrutiyettir.

· Kadın o devirde açılıp saçılır, fuhş o devirde yayılır, Avrupalılık adına Garbın bütün kir ve pası o devirde içimize dökülür; ve nihayet Birinci Cihan Harbinde Meşrutiyet hareketini gûya özleştirmeye doğru giden sahte ve köksüz Türklük ve Türkçülük cereyanları; müflis Türk ve Türkiye, o devrin bir neticesi olarak iflâs ve inkıraz sandalyesine oturtulur.

· Meşrutiyet, yapanlarca belki de şuursuz, fakat yaptıranlarca tam şuurlu olarak, doğrudan doğruya İslâm ruh ve bütünlüğünü mahvetmek için girişilmiş bir harekettir!

· Vatanı tüm batıran mecnun politikalarının da ne olduğu malûm...

5 – SON DEVİRDE:

· Son devirde İslâmın nasıl bozulduğu, hiçbir izah ve teşhise muhtaç değildir. Ayân olan, beyan istemez.

· Son devirde İslâmın bozuluşu, kendisinden evvelki devirlerin yekûn hattı oldu. Mustafa Reşit Paşadan çıkan çizginin nerede biteceği hendesî bir bedahetti.

· Son devir, kendisinden evvelki çığırların, sûretâ İslâma bağlı kalıp onu her noktadan bozulmaya terkeden tereddüt ve şaşkınlıklarından hiçbirisini göstermedi ve her şeyi topyekûn halletmekte pek kat’î davrandı.

· Son devir, artık mânasız bir yük gibi taşınan İslâmî alâkayı bir kalemde kopartıp atacak kadar cesur oldu; ve devlet, içinde 100 portakal bulunan bir portakal sandığının portakallıkla alâkası olmadığını ilân edişi tarzında, muhtevası olan milletin ruh ve keyfiyet mayasına yabancılığını açığa vurdu.

· Böyle olunca da portakalların, yabancı sandık içinde çürümeye terkedilmiş olmaktan başka hiçbir istikbali kalmıyor demekti; ve bu, bugüne kadar böyle devam etti.

· Bu yeni çığır, artık İslâmın bozuluşunda nihaî bir devre değil, bir gaye ve netice teşkil etti. Ve bu çığırın seri malı politikacıları ve sözde münevverleri nazarında Müslüman «cahil + ahmak + geri + yobaz + kaba» nın müsavisi sayıldı.

· Ve bu gaye ve netice temel attığı nisbette, fertle cemiyetin ahlâk bütününden ve ruh muvazenesinden ne esaslı, ne muazzam, ne hayatî bir şeyin koparılıp götürüldüğü, cemiyetin nasıl başaşağı tekerlenmek vaziyetine düştüğü, meydana çıkmaya başladı.

· Artık İslâmın bozuluşu, «ilelmerkez – merkeze doğru» ve «anilmerkez – merkezden muhite doğru» her istikametten, her şubeden ve her macera şekliyle tamamlanmış; ve onun yerine ne geleceğinin ve bu gelen şeyin ne olacağının anlaşılması için zemin açılmış oldu: Giden şey İslâm, gelen şeyse hiçti.

· Böylece İslâm ruhunun hafif bir baygınlık geçirmesiyle bile ne felâketler doğuracağı, İslâm düşmanlığı (tez) inin tam bir (antitez) i ve bu ruhun intikamı halinde başa neler getireceği, yine bu son devrede görüldü.

AHLÂK YARALARIMIZDAN MİSALLER

· Dalkavukluk... Bugün, fertlerin, maddî ve manevî bütün iş ve menfaat sahalarında, büyükleriyle münasebetini düzenleyen ve neticeyi sağlayan biricik tılsım... Manzara şudur: Bütün cemiyet, bir miknatıs kutbu üzerinde birbirinin eteğine yapışmış demir parçaları gibi, en küçüğünden en büyüğüne doğru birbirinin dalkavuğu vaziyetinde... Çünkü; ortada fanî ve mahkûm şahıslar kadrosunu aşan bir hüküm, bir iman ve mefkûre ölçüsü kalmayınca, muvaffakiyetin tek sırrı, kuvvetlinin nefsaniyetini kabartmak san’atından ibaret kalır. İhlâs yokluğu...

· İltimas... Dalkavukluk, küçükten büyüğe doğru bir korunma tedbiri ise, bu da büyükten küçüğe doğru ferdin bütün kıymet ölçüsünü, hatır, gönül ve hoşa gitme değerine bağlayan bir korunma tedbiridir. Manzara; dişi ve başı ağrıyanlar için (Aspirin) den fazla el atılan ilâç... Çünkü: Birinci «çünkü» nün mukabil kutbu... Değer ve liyakat ölçüsünün iflâsı...

· Hırsızlık... Hak ödemek ve hakkı ödenmek vaziyetinde herkesle herkes arasında; sırtında içtimaî bir emanet taşıyan herkesle emanette pay sahibini herkes arasında; evde babayla evlât, müessesede idareyle memur, dükkânda satıcı ile müşteri arasında.

· Dört asırdan beri için için işleyen ve bu son devrede tam patlak veren ahlâk yaralarımızı misallendirmeliyiz. Birbirinin yararına korkunç menfaat pususu... Manzara: İkinci Dünya Harbinden sonra, cemiyet gövdesinde, irinli kandilini asmadığı tek hücre bırakmamış bir cüzzam indifaı... Çünkü: Bütün ruh, vicdan ve korku müeyyidelerinin, üstünde topyekûn çökmeye ve yıkılmaya başladığı netice zemini çığırındayız.

· Rüşvet... Hırsızlığın en korkunç şubesi... Şahıslarda temerküz eden manevî haklandırma iktidarının hakka zıt olarak menfaat karşılığı satılması... Manzara: Rüşvet gişesi önünde, Eminönü meydanındaki otobüs bekleme mezbahasından fazla kalabalık... Çünkü: Haktan sıyrılan korku, insanlardan ve bütün insanî tertiplerden de sıyrılmış; ve menfi hâlisiyetini, su içmek ve ekmek yemek derecesindeki tabiîliğe dökmüştür.

· Fuhuş... Bir kadın ve bir erkek arasında, Allah aşkı ve Allah bağiyle sımsıkı kementli olarak birbirini sevmek ve birbirinin olmak gibi en aziz, en kutsî ve en mahrem aidiyete vesile teşkil eden hâdisenin, herkesle herkes arasında umumî ve hayvanî bir iştirak ifade etmesi... Manzara: Tek koğuş çerçevesinde, hem de elektrikler açık olarak bütün cemiyete şâmil bir «mum söndü» âlemi... Çünkü: artık ruhlar hiçbir mukaddese yataklık edemiyecek kadar pörsümüştür.

· İçki... Uyuşmak, kamaşmak, görmemek, duymamak, bilmemek, düşünmemek, kendi kendisini kaybetmek, yok olmak ihtiyaciyle şuur ve muvazenenin zehir içmesi... Manzara: Gündelik su istihlâkini aşan içki sarfiyatı... Çünkü: Vecd ve heyecanımızı zehirde arayacak nisbette ruhumuz boş bırakılmıştır.

· Cinâyet... Allahın en haşmetli binası insanın, insanlar arasında, insan eliyle ve her türlü kanun ve kâide dışı yıkılması... Manzara: Kestane fişekleri halinde birbirinden ateş alarak giden ve şehirleri, kasabaları ve köyleri tabanca sesleriyle fıkırdatan bir ölüm panayırı... Çünkü Fertler en küçük hınç ve teessürlerini, Allahın ve kulların kanunlarına havale ettirecek bütün emniyetlerden boşanmış ve münferit ihtilâller yaşamaya başlamışlardır.

· Kumar... Hırsızlık fiilinin ve birbirini talan etme hırsının, herkesçe makbul, herkesçe muteber ve bir ilim ve medeniyet tertibine bağlanmış alenî şekli... Manzara: İskambil kâğıtlarının (Bey) leri ve kralları etrafında, yeryüzünü idare eden bey ve kral fikirlerden çok daha fazla alâka, bilgi ve sadakat... Çünkü: Müsbet insan iş ve emeğinin tatlı alın terine karışık, bütün verim değeri herhangi bir formülle birbirini soyma hünerine bırakılmıştır.

· Ayrıca hile... Doğruluktan korkuyoruz! Ayrıca yalan... Hakikatten korkuyoruz! Ayrıca riya... Samimiyetten korkuyoruz! Ayrıca nefret... Aşktan korkuyoruz. Ayrıca inkâr... İmândan korkuyoruz! Ayrıca şüphe... İtimattan korkuyoruz! Ayrıca istihza... Ciddiyetten korkuyoruz! Ayrıca kargaşalık... Nizamdan korkuyoruz!

· İnsanoğlu, bizde ve bu son devirde alçalmaya bırakıldığı kadar, hiçbir zaman ve mekânda bırakılmadı.

Hiç yorum yok: