13 Mayıs 2007 Pazar

X- HAL VE MANZARA (2)

KÜFÜR YOBAZLARI

· Şu son zamanların mahut tekerlemesiyle, bir yerde insanı gerici diye damgalayıcı bir tip gördünüz mü, hemen hükmünüzü veriniz: Bu tip, sadece ucuz klişelerle geçinen bir ezberciden, sahte nisbetler kuran bir hokkabazdan, bir zamâne yobazından başka bir şey olamaz.

· Ham ve kaba softalığın en (modern) âleti olan bu silâh, 50 yıldır bellibaşlı bir politika esnafı loncasının elinde... Şimdi onu, 1960 mamulâtından, başka bir yobaz sınıfının elinde görüyoruz.

· Ne hazindir ki, bizi yobazlıkla damgalayanlar, böylece mücerret yobazlığın en parlak örneğini verirken, kendi halleriyle bizim halimiz arasında tarafsız bir nefs murakabesine girişmekten ve dâvaları mücerret plânda muhakeme etmekten bucak bucak kaçarlar. Nasıl?.. Kolera mıntıkasından kaçarcasına... Zira kaçmasalar, sezerler ki, asıl kendi kafa cüzzamları meydana çıkacaktır.

· Bu yobazlara anlatamazsınız ki, (kronolojik) mantıkla geri gibi duran nice şey vardır ki, ilerinin ilerisidir; fakat kokmuş yeniler bu ebedî tazeye bayatlık kondurmaya memurdur. Onların maaşı, vücut hikmeti ve rızkı bu yüzdendir.

· Gerçek yeninin, doğrunun, ilerinin yolunu kesenler ve günlük takvim yaprakları üstünde zamanı kokutanlar, mücerret plânda müdafaa edemedikleri kendi halleri üstüne mıhlanıp mücerret plânda müdafaasını yasak ettirdikleri hallere gericilik isnat ederler; ve polise «eroinci!» diye işaret verircesine sizi elleriyle gösterip nârayı basarlar: Gerici!!!

· Zamanenin küfür yobazlarına ait röntgen camı, işte!... Bu cama dikkatle bakarsanız, leblebi büyüklüğündeki beyin üzerinde, Batı emperyalizmasiyle beraber Moskova’nın gizli parmak izine benzer bir leke görürsünüz!...

· Moskova lâboratuvarları, kobay gibi kullandığı bu tipe, kendi öz yurdunun ruh köküne istihkârla bakmayı ve ateşli bir inkılâp koruyucusu görünmeyi öğretmiştir.

CEPHELER


· Dünyayı bir elma kadar küçültüp, yâni bütün girinti ve çıkıntılarını dümdüz edip bir bıçakta ikiye bölercesine sağ ve sol diye sınıflandıran kaba taksim ölçüsüne göre, bir cephede dindarlar, an’aneciler ve milliyetçiler, öbür cephede de dinsizler, komünistler ve her türlü mâzi yıkıcılar vardır. Bu teşhis de, cihanda mevcut bütün medenî cemiyetler için aynıdır.

· Besbellidir ki, «sağ», bütün dünyada an’ane ve onun dayanağı olan din, «sol» ise yıkıcılık ve onun mesnedi halinde inkârdır. «Sol» un bağlandığı dünya görüşlerinden hiçbiri, hak veya bâtıl, dinin yerini tutamamış, onun nüfuz sahasına yayılamamış ve indiği tabakalara ulaşamamıştır.

· İster mü’min ve mutekid, ister münkir ve başıboş, ister komünist ve materyalist, ister kapitalist ve liberal, her kültürlü şahsın mücerret ilim göziyle derhal kabul edeceği bu riyazî hakikat karşısında birdenbire ilâve edelim ki, «sol» un mâlik olduğu tek ideolocya – istediği kadar bâtıl olsun, fakat mutlaka ideolocya – komünizmadır. O da, mücerret ideolocya olarak. Batı tefekkür lâboratuvarından çoktan ölüm darbesini yemiş ve bugün yeryüzündeki nüfuzunu sâf bir (doktrin) olmak haysiyetine değil, basit bir politika ve zaafları istismar oyununa bağlanmış bulunmaktadır.

· Bugün solculuk cephesinin biricik ideolocya merkezi komünizma, artık kendi (tez) lerini bir tarafa bırakmış, bütün dünyadaki ruhî, içtimaî, siyasî, iktisadî hallerin (Antitez) i olarak çalışmakta ve kendisine bundan gayri nüfuz yolu bulamamaktadır. Kendi «doğru» sunu ileriye atamıyor da başkalarının «yanlış» ı etrafında dönerek kendisini doğru göstermeye bakıyor ve yutturuyor.

· Bugünkü insanlığın «doğru» dan fazla «yanlış» a yapışmış ve ruh payandalarını çökertmiş bulunduğunu göz önüne alacak olursak, bu hileli usulün komünistler hesabına ne kadar verimli olduğunu anlarız.

· Halbuki bütün dinler, (Antitez) lere karşı kendi (tez) leriyle gelmiş ve (antitez) ini çürütür çürütmez kendi müspet dâvasını bina etmekten başka bir iş yapmamıştır. Demek ki, esasta (tez), şu kabaca «sağ» dedikleri cephede, antitez ise «sol» cenahta... Yani komünizma bir (antitez) olmaktan ileriye geçemez.

· Böyle olunca komünizma, nerede şüphe, tereddüt, kargaşalık, çözülme, başıboş hürriyet, adaletsizlik, ezici ve istismarcı sermaye, bezginlik, ümitsizlik, şevksizlik, tek kelimeyle imansızlık görürse, o yeri kendi öz zaafı içinde boğmaya bakacak ve bünyeye selâmet imkânı bırakmıyacaktır. Hünerli (taktik)...

· Öyleyse topyekûn «sağ», öz (tez) ini kendi cemiyetine aşk ve şevkle hâkim kılmadıkça, zayıf vücutta verem mikrobu gibi, topyekûn «sol» un tehdidi altına girecektir.

· Bu vaziyette «sağ», fert ve cemiyette dayanak teşkil etmesi veya imkânsız bütün şubeleriyle kendi cephesini tasfiyeden geçirip, zayıflamış imanlara Allaahın musallat ettiği bir imtihan belâsı olan «sol» a ve onun bütün şubelerine karşı gerekli vücut mukavemetini kurmak gibi bir borç altıdadır.

· Her iki cepheyi şube şube ele almalıyız ki, dâvayı kavrayabilelim...

CEPHELER: HAM VE KABALAR


· Karşı cepheden «Karton Adamlar Gövdesi» ile «Bandrollü Adamlar Gövdesi» ni belirtmeden, sıra, bizden görünüp veya salınıp da bizim dâvâmızı gölgeleyen, karartan iç tezat sınıflarına geliyor. Bunlar da iki: «Kaba Softa ve Ham Yobazlar» ve «Kabuk Milliyetçiler» sınıfları...

· Binbir vesileyle özünü, mayasını, derin ve gerçek mü’mine göre aykırı vasıflarını anlattığımız mahut tip, bizde, vecd ve aşk çığırımızın sonu Kanunî Sultan Süleyman devriyle başlar, Tanzimata kadar Türk cemiyetini uçurumdan uçuruma atarak hâkimiyeti hep elinde tutar; ondan öteye de, kendi ters dölü küfür yobazlarını üreten, türeten her ân biraz daha azdıran bir saik halinde günümüze kadar gelir.

· Bu tip, Tanzimattan gelinceye kadar verimsiz yolunda tam (aktif), Yeniçeri Ocağının yıkılışından sonra müeyyidesiz ve yarı (aktif), Meşrutiyette arada bir görünücü ve yarı (pasif), Cumhuriyetten sonra da cemiyet şişesinin tortu halinde dibine çökücü ve tam (pasif) dir.

· İşte son devrede bu (pasif) liğe geçtikten ve mahkûmiyetini kabul ettikten sonra bir türlü suyu durulamaz cemiyet şişesinin her sarsılışında ve çalkanışında su yüzüne çıkar gibi olan ve mukaddes gayeyi pusuya düşürücü faydasız hedef vermelerle her defa tokatı yiyip tekrar ölü (pasif) liğine geçen bu tip, hakikatte, dâvayı merkez ve muhit olarak en halis plânda kucaklayanların – yani Büyük Doğu’nun- karşısında, başlıca engeldir.

· Bu engel olma vaziyeti, evvelâ bizim, küfrün ahmak nazarlarına karşı hemen ona benzetilişimiz, ircâ edilişimizle başlar. Kılıktan, edadan, meşrepten, ruh haletinden, bilgiden tutun, köklü din anlayışına ve dünya görüşüne kadar devam eder; ve nihayet sahte benzerler arasında en feci aldatıcılık ifadesi olarak, makine dokuması taklit halı ile el emeği ve sanat eseri halı arasındaki farkı doğurur.

· Bu sebepledir ki, eğer Türkiye bir İslâm yurdu olmasaydı da biz o sonsuzluk nurunu dışarıdan ve öz kaynağından almış olarak yepyeni bir zuhur halinde billûrlaştırmaya başlasaydık ve bizden evvel işi berbat etmiş herhangi bir sınıfla kıyas edilmek felâketinin dışında olsaydık, başarı şansımızda yüzde doksandokuzluk bir fark meydana gelirdi.

· İşte Büyük Doğu’nun bütün çilesi bu gayet nazik noktada; ve dünün sözde İslâm adına kaba softasiyle bugünün aynı tipe tersinden uygun zift yürekli küfür yobazı karşısında bir türlü çözülemez bilmecemiz bu yüzden karartılmaktadır.

· Görülüyor ki, bütün ümit, bizim, Müslümanlıkta annesi ve babasından başlayarak geriye doğru 5 asırlık tarih süresince hiçbir örneği beğenmeyecek, ruhu hummâ, beyni ve sinirleri (aksiyon) dolu yepyeni bir nesil yetiştirmemize kalıyor. Büyük Doğu bu nesle maya, tutturmuş ve ilk örneklerini gençliğe yaymış olmakla beraber, önündeki engeller ve «Ham Softa – Kaba Yobaz» sınıfının bu arada beslenmeye kalkması yüzünden henüz yokuşu sökme durumuna geçememiştir.

· Allah Sevgilisinin «O olmasaydı olmak olmayacaktı!» hakikatine karşılık tam aksiyle kıyaslı olarak, vaziyeti «o olmasaydı bütün bu başımıza gelenler olmayacaktı!» dan ibaret olan «Kaba Softa – Ham Yobaz» sınıfını eritip, silip yok edip, ufukta, doğan güneşin önünde fikir başbuğunu heykelleştirecek nesil meydana getirmedikçe, çekiver kuyruğunu bu kahpe dünyanın!...

CEPHELER: YENİ MÜCTEHİD TASLAKLARI

· Biz bu dâva peşinde, som iman ve bu som imanın bütün kâinatı kuşatması için gerekli som fikriyat cephesinden, «Allah» demenin bile yasaklandığı bir hengâmede, som küfre karşı hareket eder ve yaptığımız işi şakaya benzetemeyip kakaya alanların türlü cevr ve cefası altında inlerken, birdenbire gördük ki, o günedek tahtakurusu sürfeleri gibi karyola tahtalarında saklanan ve ortaya çıkamayan birtakım sözde müslümanlık gayretkeşleri kasa açılmaya yüz tutunca yuvalarında fırlamış, ardımızı tutmuş ve dâvamızı helâk edebilecek bir iklim yuğurmaya başlamıştır.

· Bunlar, son yılların yeni müctehid taslaklarıdır ve bazı İslâmî öğretim müessiselerinden bazı dergilere, kitapçılara ve kitabevlerine kadar sirayet yolundadır. İşleri de İslâmı küfre karşı savunma değil, farkında olarak veya olmayarak kendi içinde bozma, lekeleme ve çürütme... Küfür cephesinin şaka diye alacağı ve gülümseyerek yol vereceği bir iş, bu...

· Bizse bu işin şakasını değil, onlarca kakasını temsil ediyoruz, ve bu halimizden bellidir ki, temsil hakkı, «Sünnet ve Cemaat Ehli» anlayışından zerre feda etmecesine ve hiçbir pazarlığa yanaşmamacasına bizde...

· Bu taslaklardan bir kısmı, İslâmiyeti (sosyalizm) ve (liberalizm) gibi şu veya bu (izm) ile evlendirmek ve asıl bağlı olduğu kutup işte bu (izm) lerden biri olduğu için ona câriye diye peşkeş çekmek isterken, bir kısım da «İbn-i Teymiyye» ve Vehhabîlik talebeliği şeklinde, tasavvufu ve ruhaniyeti topyekûn inkâr etmekte, hiçbir velî ve mezhep tanımamaya kadar gitmekte, kuru ve kof akıllarına rağmen nasıl doğrulayabildikleri meçhul olan mukaddes şeriati öz ruhundan mahrum bırakmaya savaşmakta. Bunlar arasında müftüler, din öğretmenleri ve öğrencileri de var...

· Bunca karanlık bir duygu ve düşünce yoksunluğunu ihtar eden bir devreye, tam da İslâm ruhunun incilâya başladığını ilân edici bir şafak vaktinde zuhura gelmesi bakımından, tarih misal gösteremez.

· Gerçek iman ordusunun cephaneliğini rutubete boğan ve kurşunlarını ıslatıp körleten bu nasipsizlerin türemesi için mi, biz, ellerimiz ve ciğerimiz kan içinde, çilekeş âşık Ferhad’ın kazmasıyle bu yolu açtık?. O zaman neredeydiler ve şimdi küfre karşı vaziyetleri ve cesaretleri ne merkezdedir; cevap verebilirler mi? İslâmın bazı iç meselelerini küfrün nazarından saklayıp ona topyekûn hücum işinde birleşmek ve dâvayı bundan ibaret bilmek gerekirken hücum saflarının yollarına ayak kaydırıcı nesneler atmaktan utanmazlar mı?...

· Yine aynı kanun etrafında halkalanmak ve yekpâreleşmek yerine, «şucu» nun «bucu», «bucu» nun «ocu», «ocu» nun «şucu» ile dalaşmasındaki sefalet nasıl izah edilebilir.

· Köprülü Mehmed Paşanın düşman karşısına çıkarmadan binlerce yeniçeri kafasını düşürerek tasfiye ettiği ve bu yüzden savaşı kazandığı ordu misaline eş, bu gibileri, köklerine kibrit suyu dökerek ve ruhî döllerini kurutarak vücut defterlerinden kazımak, gerçek ve derin mü’minlerle beraber boynumuza borç olsun...

· İcra kuvvetimiz, meslekî din öğretimi çerçevesinde gençlik değil, onların müspet örnekleriyle birlikte, geniş, büyük ve hasbî mânâsiyle ve yüzbinlere varan kadrosiyle mukaddesatçı yüksek tahsil gençliğidir ve dâvamız yalnız onlara emanettir.

CEPHELER: KARTON ADAMLAR GÖVDESİ


· Unsurlarına bir arada çerçevelediğimiz gibi, bize aykırı cephenin, birçok kollarına ayrılmış olsa da iki büyük gövdesi var: Birincisi başıboşlar, züppeler, Batı hayranları, «devrimbaz» lar, körü körüne inkârcılar ve hürriyet için hürriyetçiler dallarının bağlı olduğu gövde... Bunlara hep birden, hafiflikleri ve ucuzlukları bakımından «Karton Adamlar Gövdesi» diyebiliriz.

· İkincisi, inkârını bir inanışa dayadığı iddiasında, komünistler, materyalistler, bir çeşit sosyalistler ve Batının bazı içtimaî, siyasî, ruhî mezheplerine kapılmışlar ve kapılanmışlar gövdesi... Bu cepheye de, yine bütün dallariyle ve beylik formüllere avlanmış olmaları bakımından «Bandrollu İnsancıklar Gövdesi» demek uygun olur. Onlara «Damgalı Adamlar Gövdesi» adını da verebiliriz.

· «Karton Adamlar Gövdesi» nin başıboşlar dalı, günübirlik, gayesiz yaşayış hünerinde usta, en aşağısı nebat ve en yükseği hayvan hayatı süren bir sınıftır ki, şehirleri onlar doldurur, kemmiyetleri onlar taşırır; gazete trajı, film senaryosu, ticarî ve iktisadî ölçü, parti propagandası, memuriyet, iş, onlara dayanır. Yalnız Ramazan ve Kurban Bayramlarında ve musalla taşında müslümandırlar. Onun dışında, fazla düşünmemek şartiyle, hoşlarına giderse o... Ve umumiyetle «Karton Adamlar Gövdesi» nin güdücü sınıflarına esir... Demokrasya ve liberalizmanın tereddiye uğradığı her cemiyet tarlasında ot gibi türeyen bu sınıf, Tanzimattan bu yana, satıh inkılâpçıları elinde geliştirilmiş, büyük iman kutbunu her ân biraz daha kaybedici bir toplumun, bir kara cümleden başka hiçbir diyarda eşi bulunmaz felâket iklimini ihtar eder. Ana fârikası da, fikir ve çile isteyen her şeye sırt çevirme, dudak bükme... Hiçbir şeyi ne kabul, ne reddettikleri halde, kendileri «ilerici» hareketlerin dayanağı gösterilir. Komünistlerin (burjuva) diye isimlendirdiği bu sınıf, her yerde belli başlı bir geleneğe bağlıyken bizde, (prototip – baş örnek) leriyle bu haldedir ve Müslümanlık dâvasından başka her hareketin hazır elbisesini giymeye vücut yapıları müsaittir.

· Züppeler, Batı hayranları ve «devrimbaz» lar; başıboşluk deposunun malları... Züpe, kendi şahıs plânında, milet ve cemiyete ait bütün asliyet ve husiyetlerden soyunmuş ve palyaço kılık ve edasına bürünmüş bir dış yüz makyajcısıdır. Batı hayranı, efendisinin kamçısını öpen bir köle ruhiyatı içinde, anlayamadığımız bir kuvet müessirini, onun posa eseri üzerinde aramaya kalkışan... «Devrimbaz» ise, başıboşlıuğun fikirsizliğini, züppeliğn sathîliğini ve Batı hayranlığının pasifliğini, züppeliğin sathîliğini ve Batı hayranlığının pasifliğini, eşsiz bir yobaz taassubiyle belli başlı bir (aksiyon) içinde gidermeye ve onu «eski hal» e karşı hınca çevirmeye ve önüne ne çıkarsa, hesapsız kitapsız, yıkmaya savaşan... Nihayet, derece derece hepsi birbirinin aynı; ve eserleri, şu veya bu türlü düşünen bir sınıf yetiştirilmiş olmak değil de, muazzam bir başıboşlar deposu kurmuş bulunmak.

· Körü körüne inkârcılık ve sırf hürriyet için hürriyetçilik, en fazla başıboşlara ait olarak, belirttiğimiz dalların umumi vasıflarından...

· Hiçbir şeyin hakkı ödenmiş dostu veya düşmanı olmayan, olamayan, olmak iktidarına malik bulunmayan bu «Karton adamlar Gövdesi» nin biricik müşterek (antipati – sevimsizlik» hedefi Müslümanlıktır.

CEPHELER: DAMGALI ADAMLAR GÖVDESİ


· Düşman cephenin «Damgalı adamlar Gövdesi», «Karton Adamlar Gövdesi» nin 137 yılık hayatına mukabil sadece 68 yaşındadır.

· 1917 Komünist İhtilâlinden birkaç yıl sonra bize sızmağa başlıyan «Damgalı Adamlar» bu nevi ihraç mallarının Rusyadaki imalât tezgâhı kurulur kurulmaz terkipleri tutturulmaya başlamış, ilk örneklerdendir.

· Bunlar, ihraç malı hayvan derileri gibi, bellibaşlı bir teknikle tuzlanmış, kurutulmuş, mumyalaştırılmış, muhtemel tesirlere karşı ilâçlanmış ve her tarafı damgalanmış nesneler...

· Bunların gözünde üç bin yılık medeniyet tarihi, her meselesiyle, keleş bir cep logaritması içinde ve üçer beşer kelimelik mânalar halinde zincire vurulmuştur. (Metafizik) ve mücerret tefekkür bir soytarı, din bir afyon, milliyet bir ökse ve bütün insanlık ezilen sınıflarla ezen zümrelerin devamlı cünbüşünden ibaret bir panayırdır. Bu panayırda, ilim, sanat, ordu, mektep, hükümet, teşkil t, hep mâhut sınıflar arası istismar vaziyetinin korunması için birer vasıta ve bahanedir. Büyük Fransız inkılâbı, burjuvalar tarafından, devirdikleri derebeyler ve kralların yerine kendi sınıflarını geçirmek için yapılmış bir ihtilâlden başka bir şey değildir. Âlemde «girift», «Sırrî» ve «ruhî» hiçbir hâdise yoktur. Herşey maddî ve bütün müessirler iktisadidir.

· Moskova darphanesinin kurşun yuvarlaklar üzerine harf ve numara basarcasına mengenesinde sıkıp damgaladığı bu kafacıkları, hakikatte olanca keleşlikleriyle belirtmeye kelimeler yetmezken, ellerinde yarı okumuşlar ve çeyrek aydınlara karşı gayet tesirli bir (diyalektik – düşünce kalıbı) bulunduğunu kabul etmek lâzımdır. Bu (diyalektik), son derece vahşî bir basit», girift hakikati katletmeye memur, müthiş bir kolaycılıktır ki, kuvvetini her yerin kendi içindeki tereddi ve tefessuhlardan alır ve kendi iç sükutu yüzünden bezgin cemiyetlerde, şaşkın ve çürük fertlere, kâinatı ahmakça formülleştirmiş cep kitabiyle bütün bilmecelerin gûya halini verir.

· İşte, hareketleri Cumhuriyetin ilânından biraz sonra başlayıp 1928’de kızışan, derken yavaş bir seyir takip ederek 19452de yine su üstüne çıkan, fakat bir denizaltı gibi bütün gövdeleriyle su yüzüne çıkışları 1960 şartlarını ve bugünün zaafını bekliyen bu destanlık yobazlar, «ilericilik» dövizini bir sancak gibi taşırlar; ve karşılarında en büyük engel gördükleri İslâmiyeti her cepheye taşlatmak, recmettirmek için, «gerici!» yaftasını en geri bildikleri halde, «Karton Adamlar Gövdesi» ne dal dal dağıtırlar, yuttururlar; böylece dâvalarına en uygun bir vasat tutmuş olurlar. Kimse de işin farkında olmaz.

· «Damgalı Adamlar Gövdesi» nin, efendileri (Karl Marks) dan ezberlemiş olarak «papazların okunmuş suyu» diye bildikleri kokmuş sosyalizma ve bazı yıkıcı Batı mezhepleri, bugünkü modalaşmış halleriyle, bunların gözünde, yüksek mekteplerini açar açmaz, hemen yıkacakları birer ilkokuldur; fakat şimdilik bu ilkokulların ordu ve gençliğe karşı ökse diye kullanılması lâzımdır.

· «Damgalı Adamlar Gövdesi», halk ve millet kökünden asla beslenmiyeceğini bildiği için, Sosyalizma maskesi altında bir hareketten ve dışarıdan takviyeli bir ihtilâlden başka hiçbir şekle ümit bağlıyamaz.

· «Damgalı Adamlar Gövdesi» ni bir anda ve çepçevre baltalarla devirebilecek tek kuvvet ise, mukaddesatçı ve milliyetçi zümredir ki, bunun için yol, o zümrenin arslan kafesini açmak ve onun başka taraflara da saldıracağı vehmini yenmektir.

· Bunun aksi yapılmış ve komünizmanın 1968’den beri pişirip 1971’de açığa vurduğu ayaklanışta, idare ölçüsü, onları mukaddesatçılarla aynı çuval içinde avlanmak gafletine düşmüş ve işi süngü kuvvetiyle tesviyelendirme yoluna sapmıştır. Mübarek süngü kuvveti dâvayı dışarıdan budamaya muvaffak olmuşsa da, kesilen saçların kökü yerinde kalmıştır. Bu kök temizliğini, yeni ve mukaddesatçı Türk gençliğinden başka hiç kimsenin yapamayacağı hakikati anlaşılamamıştır.

DIŞIMIZDA İSLÂM

· Osmanlı İmparatorluğunun son günlerine kadar «dışımızda İslâm» diye bir vâkıa yoktu. Olanlar, «lâşey» denilebilecek çok küçük ve birkaç topluluktan ibaretti; gerisi de Rusya ve İngiltere elinde esir, fakat ruh ve hayat ölçüleri bakımından Osmanlı merkezine bağlı milletler... Her şey ve her mesuliyet Osmanlı İmparatorluğunun sırtında...

· İslâmın yekûn ifadesini bizden koparan, dışımıza serpen ve bir sürü devletçilik halinde ufalayan ve merkezsiz bırakan hadise, Birinci dünya Harbini takip ve Osmanlı İmparatorluğunu tasfiye edici Batı darbesi olmuştur.

· Batı darbesi sonunda, sırf Allah ve din adına bir davranışla şahlanan Türk milletinin kazandığı İstiklâl Savaşı, asıl darbenin içimizden İslâmiyete çevrilmesiyle ayrı ve aykırı bir istikamete bağlanmış, her şey içeride bozulmuş ve her şey dışarıda aynı bozgun yolunu açmıştır.

· Bugün mevcut bütün İslâm devletleri öyle garip bir ehrama benzetilebilir ki, kaidesi, yani halkı mü’min, zirvesi, yani güdücüleri ona zıt...

· Tarihi kaderi gereğince bin seneye yakın bir zaman boyu İslâmın kılıcını temsil eden Türkte her şey bozulunca ondan kopma parçalarda da bozulacağı ve her biri maketlik bir kopyanın eseri olan Batı kölesi güdücüler elinde şimdiki hale geleceği (sosyolojik) bir kanun icabıydı; ve hâkim millet Türkte başlayan bir bozuluşun bütün cüzlere sirayet edeceği hikmetine en keskin misal olmak bedâhetini canlandırıyordu.

· Tâ ki, bu parçalar içinde birinde, dâva ağacını, kökünden ele alarak, gövdesine, dallarına, yapraklarına ve yemişlerine kadar kuşatıcı taptaze bir anlayış ve hamle kutbu zuhur etsin ve bu hazin sirayet ve cereyana «dur!» diyebilsin!. Böyle bir kahraman da malûm şartlar dairesinde parça topluluk ve devletlerden çıkamaz, beklenemezdi.

· Bu halden alınacak ders şudur ki, böyle bir zuhur ancak Türkten beklenebilir, Türkte bozulan ancak Türkte düzelebilir, Türkte düzelince de her yerde düzelir ve her yeri düzeltir.

· Bugün İslâm âleminin mütefekkir tanıdığı, Türk müctehid taslaklarının dış numuneleri bazı tiplerde bu dâvayı kavramak ve onun nefs ve kâinat muhasebesine erişmek imkân ve istidadı olmadığı gibi, devlet ve siyaset recüllerinde hiçbir asliyet ve şahsiyet görüşü mevcut değil, bunların takip ettiği ve darağacına kadar gönderdiği şu veya bu teşekkülde de Sırat köprüsünü aşabilecek marifet ve çeviklikten eser yoktur.

· Türkiye’de karardığı için her yerde kararan ve ancak Türkiye’de ışıklandırılacak olursa her yeri ışıklandıracak olan İslâm güneşinin doğuşunu kendi ufuklarımızda karşılamak şuuruna sımsıkı yapışalım!.


İÇ VE DIŞ DÜŞMAN: YAHUDİ

· Önce öz peygamberine ihanet eden, tevhid bayraktarı Resul (Tûr-u Sinâ) ya çıkınca altundan bir buzağı yapıp ona tapmaya başlayan ve peygamber lanetine uğrayan, o…

· Böylece, nebîler beşiği, üstün ırk İsrailoğulları içinden kopup fesad ve hiyanet mâdeni yeni bir kavim halinde dölleşen, asıl yahudiyi mayalandıran, artık hep öyle devam eden ve insanlığın başına belâ kesilen, o…

· İçinden yetişmiş ve yeni ölçülerle gelmiş İsâ Peygamberi dinsizlikle suçlayan, Romalı’lara gammazlayan ve Romalı askerlere kimin tutulacağını göstermek için, havarîler meclisinde onu yanağından öpmeye kadar alçalan (Yuda Şem’un) o…

· Derken babasız hak peygamber Hazret-i İsa’nın hak dinini içinden tahrif eden, yeni Peygamberi Allah’ın oğlu diye gösteren, “baba-oğul-ruhülkudüs” küfrünü icad eden (Sen Pol) o…

· İslâmda münafıklığı mayalandıran, bütün bâtıl mezhepleri kuran, besleyen ve Kur’ânda Allahın lânetine hedef olan, o…

· Dünyanın her tarafına yayılıp kene sessizliği ve sinsiliği içinde kanını emdiği her yerden atılan, sonunda İspanyadan kovulan, sırtında ucu kurşunlu kamçıların iziyle Türkiye’nin kapısını çalan, karalar ve denizlerin haşmetli İmparatoru Kanunî Sultan Süleyman’ın lûtuf ve merhameti sayesinde yurdumuza sızan, en kısa zamanda Türk iktisadî hayatına hâkim olan (Yasef Nassı), hattâ bir kızını Kanunî’nin oğluna nikâh ettirmeye kadar başaran (Nurbânû Sultan), derken Osmanlı tarihi boyunca yeniçeri fesadının baş âmili “züyûf akçe-hileli para” marifetini yürüten, o…

· Öbür taraftan da, Türk vatanının en habis fesad ve hıyanet merkezi Selânikten kalkarak gûya İslâmı kabul etmiş bir kafile halinde (dönmeler) Edirne ve İstanbul’a gelen ve bizi yahudi hüviyetiyle törpüleyişini bir de müslüman sıfatına bürülü olarak tecrübeye kalkan (Sabatay Sevi), o…

· Fransız ihtilâlinde, perde arkası en büyük rolü oynayan, ilk (enflâsyon) parası (asinya)yı çıkartıp ihtilâlin iktisadî muvazenesini allak bullak eden, neticede bir yandan krallık, öbür yandan inkılâp Fransasını, yani sadece Fransa’yı batırmak emelini besleyen o…

· İkinci Abdülhamîd devrinde İslâm dünyasının merkez noktalarından birine çivi çakmak için Filistin’de küçük bir toprak isteyen, buna karşılık Türkiye’nin bütün dış borçlarını (Düyun-u Umumiye) ödemek teklifinde bulunan, fakat Ulu Hakan tarafından teklifleri reddedilen, nihayet yüce hükümdarı İttihat ve Terakki komitecilerine düşürten, o…

· Dünyada ilk defa parayı ve şişkin sermayeyi icad eden (kapitalizma), sonra (Karl Marks) marifetiyle onu tahrip eden, 1917 komünist ihtilâlinde güdücüler arasında yer alan (Troçki, Zinvoyef vesaire), peşinden dünya çapında bir yahudi filozof (Hanri Bergson)a tahrip âletini tahrip ettiren, netice olarak nerede ve hangi mezhep varsa bir taraftan kuran ve bir taraftan yıkan, yani kendi dışında insanlığı her türlü birlik ve yekpârelikten uzaklaştıran, o…

· Türk Millî Kurtuluş hareketi Yunanlıya karşı zafere ulaşır ulaşmaz, Türk’ü ve onun şahsında İslâmı yok etme azmindeki Batı ülkelerinin üzerimize saldırmasını önlemek ve göstermelik istiklâlimizi sağlamak şartını İslâmdan ayrılmamıza ve mukaddesatımızı feda etmemize bağlayan ve bunda muvaffak olan, yine o…

· Nihayet her yerde, plânını gerçekleştiren, bu arada Türkiye’de dilediği fuhuş, ahlâksızlık ve iktisadî çöküş iklimini tutturan, gizli imparatorluğunun maketi minik İsrail devletini kuran, onunla İslâm âlemi ve petrol dünyasının en nazik noktasına kazığını kakan, arı kovanı hummasiyle çalışan, çabuk seferber olmakta dünyada birinci orduyu meydana getiren, çevresinde kendisinden en aşağı 10 misli büyük Arap âlemini iflâsa uğratan, hep o…

· Şu anda kolları karnının altında saklı bir ahtapot gibi, bir koliyle Suriye, öbür koliyle Irak, daha öbür kollarıyle de Kuveyt, Hicaz, Mısır ve Libya istikametlerini kollayan, bu rolünün tahakkukuna zemin hazırlamak için bir dünya felâketine muhtaç bulunan, bunun için de Rus-Amerikan rekabetini kızıştıran ve türeme-üreme yatağı emperiyalizmayı besleyen, kısacası topyekûn medeniyetleri eritme yolunda büyücü kazanını durmadan karıştıran, yalnız o…

· Yine o, hep o, yalnız o, daima o…

· Ve bu incelikleri kavrayamamak ve içyüzleri görememek bakımından, memleketimiz, yine o, hep o, yalnız o, daima o…

DOĞUNUN YOLU


· Makineyi yapan ve birbirini doğuran makineler manzumesini bizzat yapamadıkça veya bir gün onu yapmaya doğru bir şuur ve plân sahibi olunmadıkça, makineleşmek esarettir.

· Bu vaziyetin bir derece daha ağırı olarak, makineyi en hazırlop nevileriyle dışarıdan getirttikçe veya birgün onu içeride tezgâhlamanın (jeni) sine uzak yaşandıkça, makineleşmek büsbütün esarettir.

· Bunun da beteri halinde makineyi dışarıdan getirip, yedek parça, muharrik kuvvet, mühendis, usta vesaire gibi tamamlayıcı unsurlar üzerinde de alâkasız ve bunlar için de dışarının iradesine bağlı kalındıkça, makineleşmek esaretin efsanevî derecesidir.

· En beterin daha da beteri, makineye ait her unsur, mühendisi, ustası ve hattâ (kalifiye – seçkin) işçisiyle dışarıdan getirip burada kurmak; ve millî imal dehâsını büsbütün körletecek ve hiçbir şifa ihtimaline yer bırakmayacak bu aldatıcı yapım tarzına utanmadan bir de «millî» veya «Türk» etiketini yapıştırarak sanayileşildiği vehmiyle, esrarkeşlerin bile düşmeyeceği bir hayal dalgasına kapılmak... Bu da günümüzün (Montaj) sanayiine bağlı hikmet...

· Bütün Şark dünyası, Japonya müstesna, baştan başa ikinci ve üçüncü paragrafların tarifi içindedir. Doğunun hiçbir köşesinde, birinci paragrafın derecesine çıkıldığına ve o dereceye mahsus çilenin yaşandığına dair alâmet yoktur.

· Japonya misali, Batı medeniyetinin tek dayanağı olan müspet bilgileri zaptettikten sonra ona lâyık ruhu temsil edememek ve vahşî (mistik) içinde kalmak yüzünden daima nâkıs ve menfî görünecektir. Bir de, hak yolunda ruhları olsaydı her şey tamamdı.

· Bütün Şark, ya ikinci, ya üçüncü maddelerin delâlet çerçevesi içinde yahut da bunlardan da geri olarak zaman ve mekân dışında ve hâlâ Ortaçağ devrinin aletleriyle sürünme durumunda...

· Elbette ki, makineleşmenin hakikati için gerekli şartlara mâlik olmamaktan gelen esaret, makineyi büsbütün atmak ve Ortaçağ aletlerine kapanmak suretiyle giderilemez. Garbın Şarka yüklediği makine ve müspet bilgiler esaretinden sıyrılmak, ancak o esaretin içinden geçmek ve onu yenmekle mümkün... Bu, Doğu için mutlaka çekmekle mükellef olduğu tekevvün çilesi... Onsuz Doğuya hayat yok...

· Öyleyse, başta en nazik misal Türkiye bulunmak üzere, Doğuya düşen yol nedir; onu gösteriniz! Bizim için tek hayatî sual budur!

· Her şeyden evvel kavramak lâzımdır ki, bu yol,makineleşmenin ve müspet bilgilerle cihazlanmanın sırrını, içinde ruh adına zerre bulunmayan kışırdan öğrenme ve ezberleme, bilmeceyi mâdenî iskeletler manzumesi (teknik) kadroda arama işi değildir. Bu sır (teknik) kadronun dışındadır; ve o kadronun içine, onun dışında bir ruh cehdiyle girmek lâzımdır.

· Tıpkı visal odasına girerken mâlik olmamız icap eden fizik şartların, ruhî şartlarımızın emrinde olması gibi... İşin sultanı olan ruh şartı, incizap, fethetme azmi ve ona bağlı büyük anlayış ve duyuş yerinde olmadan herhangi bir visal tecrübesinin yalnız hayal âleminde tatbiki mümkün mahzun ve münkesir şekli, ancak «istimnâ» mefhumiyle izah edilebilir.

· Tanzimattanberi bizim ve bilmem ne kadar zamandır, Doğu milletlerinin müspet bilgilerle visâlî, hazin bir istimnâdan başka bir şey olmamıştır. Sinema artisti resimleri gibi, hep Batılı makine ve müspet bilgiler kartpostallarına bakıp, gülünç kopya idrakleriyle mevzuumuzu zapt ve fethetmeye savaşan bir istimnâ zaferinden ileriye geçemedik.

· Bu işin visâlî, mutlaka onun fikriyat ve ruhiyatına mâlik olmakla gerçekleşebilir.

· Bu fikriyat ve ruhiyat mutlaka kurulacak, makineleşme ve müspet bilgilerle cihazlanma dâvası idealleştirilecek; işi maddeden başlatıp ruhta bitiren ve sonra ruhtan başlatıp maddede ikmal eden bir sistem halinde dâva, ruha, kitaba, mektebe, terbiyeye, zevke, vazifeye ve gayeye intikal ettirilecektir.

· Bu da, tek kelimeyle, kendi iman kaynağımıza bağlı büyük bir vecd ve hamle, yepyeni bir ahlâk ve dünya görüşü dâvasıdır.

· Doğu, maddeyi fethetmek için de, kendi ruhundan maddeyi altedici bir fışkırış koparmak borcundadır. Şuna kısaca, İslâmiyeti idrak etmek deyip geçelim!

MAKİNE


· Makine, ruhun emrinde mi, saadet!... Ruh mu makinenin emrinde, felâket!...

· Makine, keyfiyet değil, kemmiyet harikasıdır; ve bütün işi, tek ve düz bir çizgi veya bu çizgilerden birçoğu, fakat hiçbir noktada karar ve düşünce hakkı olmayan tek ve düz çizgiler üzerinde, maddî ve basit bir hareket kombinezonundan ibarettir.

· Hayvanlar içinde en hissizinin herhangi değişik bir hareketini veya insanlar arasında en aptalının meselâ tırnağını keserken gösterdiği, yerine göre hareket kabiliyetini hiçbir makine gösteremez. Sahibinin yani ruhun verdiği herhangi yanlış emre itiraz edebilecek bir makine ise ne düşünebilir, ne de hayale sığdırılabilir...

· Demek ki, makine, nebat zekâsından bile mahrum ve ancak insan ruhunun fizik hassasları arası kombinezonlarından vücuda getirdiği öyle bir kemmiyet ejderhası ki, keyfiyette bir solucandan daha geri...

· Makineyi, olanca mahiyet ve hüviyetini tespit edici böyle bir gözle bakmadıkça ve sadece araziye uymak fikri bakımından paletleri üzerinde kendisini çekip götüren bir tankı, aynı hareketinin hilkatten sahibi bir solucandan keyfiyette çok aşağı görmedikçe onun tasallutundan kurtulabilmek imkânı yoktur.

· Fakat karasabanı traktöre ve öküzü motora tercih ettirecek son derece ahmak bir anlayışa saptırılması mümkün olan bu mânâ, öyle bir hudut içinde zaptedilmelidir ki, ifrat ve tefritinden gelecek belâlardan sakınabilmek mümkün olsun... Yani, makineyi ihmalden doğacak felâketin, onu azizleştirmekten gelecek musibetten eksik olmadığı bilinsin...

· Her şey, makineyi, ruh emrinde susta durdurucu bir inanış müeyyide ve nizamına bağlıdır; ve makineyi bütün tekemmülleri içinde emrine alabilecek biricik inanış müeyyidesi ve nizamının adı İslâmdır.

· İdeal, eşya ve hâdiseler üzerinde kendi nakşını görmek isteyen bir fikrin belirttiği hasret, iştiyak, hayal ve plândır; ve eğer ideolocya bir beyin ise ideal de kalbtir.

· Küçük ve miskin fikre dayanan hiçbir arzu, heves, merak ve davranış ideal olamaz. Bir şeyin ideal olabilmesi için mutlaka cemiyet plânında ulvî bir oluş ve erişe göz dikmesi lâzımdır.

· Her ideal bir gayedir; fakat her gaye ideal değildir. Gayeler aşağılara düşebilir, idealler düşemez.

· Bir subayın mareşal, bir tüccarın milyoner olmak ihtiras ve gayesi ideal değildir; fakat o subayın hayalinde bir «Altun Ordu» nizamı yaşıyor ve o tüccarın emelinde içtimaî bir davanın harcına sarfedilecek bir servet fikri hüküm sürüyorsa, bu tiplerden ikisi de ideal sahibidir.

· İdealin fert plânında istediği aşk, vecd, cehd ve azm hamlesine en güzel misal, Şirin’e kavuşmak için dağı delen Ferhad... Bu misalin erkeği, et ve kemikten ibaret basit bir kadın visaline talip olmanın çok üstündedir. Misalimizde Şirin, (mistik) bir unsur, (sembolik) bir hüviyet, yani (ide-fikir) dir.

· Her inanılan şey ve bağlanılan fikir, daha ilerisini, ötesini fethettirmek için insana bir basamak üstünün, bir ufuk sonrasının cezbesini aşılar ki, ideal işte budur! Bu cezbe kara sevda ve divaneliğe kadar gidebilir.

· İdealinin kara sevdalısı ve divanesi olmayanlardansa hiçbir şey beklenemez. İdeallerin ideali olan İslâmda beş vakit namazını, çalıştığı dairenin devam defterini imzalarcasına eda eden hissiz bir müslüman idealist olmaya uzaktır. Fakat namaz kılarken şeriate saygı ve sevgisinden kaburga kemikleri çatırdayan Bayezid (Bestamî) en büyük idealist...

· 600 küsur yıllık İslâmî devlet idaremizde tam manasiyle idealist devremiz 250 seneyi aşmaz ve ondan sonra başımıza ne gelmişse bu cezbenin kayıbı sebebine bağlanabilir.

· Siyasî, idarî, içtimaî, iktisadî, harsî, terbiyevî, fennî, ilmî, inzibatî, ahlakî ne kadar dâva varsa (elân – hamle) kudretini ideal cezbesinden alır ve hiçbir iş şubesi, onsuz, ileriye tek adım atamaz.

MAKİNE VE KEŞİFLER


· Makine ve madde terakkileri, 19 uncu Asrın ikinci yarısında, korkunç derecede yükselip, 20 nci Asrın başlarında, insan irade ve tahakkümünden kurtulacak, sıyrılacak kadar istiklâl ve ihtilâl belirtmeye başladı. Bu hal, bir aralık, büyük cemiyet güdücülerini ve fikir adamlarını, yüreklerine indiresiyle yıldırdı. Öyle ki, başarıcı kudretini yalnız ruh plânında besleyen insan, kendi öz keşiflerine ve öz eserine mahkûm sanıldı. Âdeta, büyük ruhî kuvvet, eski kahramanlık ölçüleri, vahşilere hâs bir değer bilindi. En girift kanunları içinde dünya, tavla zarı kadar küçük ve dört köşe bir madde görüşüne hapsedilmek istendi. Makineyi put ve insanı onun esiri haline sürükleyen bu tersine dönmüş (mistik), Moskoflar diyarında yuğurulduğu ve içimizde şair ajanları vasıtasiyle de terennüm edildi:

Trum...

Trum...

Makineleşmek istiyorum!..

· Yeni felsefenin en muğlak dâvası olan bu mesele, her şeyi derin ve ebedî ruh kadrosu dışında basit bir (mekanik) faydasına bağlayıcı, vurdum – duymaz ve mankafa bir mezhep tasarrufuna geçer gibi oldu.

· Öz terakkilerinin denizinde boğulurcasına çırpınan, imdat çığlıkları basan insan aklı, bu gidişte, artık eserine bir daha hâkim olamıyacağı, eserini bir daha ruh prensiplerinin emrine veremiyeceği vehmini senelerce yaşadı, durdu. Üstelik, en koyu bedbinlikten daha karanlık bu telâkki, kendisine öz nikbinlik süsünü vermeyi ihmal etmedi. Edebiyat şevkine bağlı ruh sistemleri yerine; insanın, ölür ölmez, yağından mum ve sakalından keçe yapmaya kadar giden maddeci telâkki, bir de ona, gamsız ve tasasız bir hayat neşesi aşılamaya kalktı. İnsanı taş devrinden öteye kadar ricat ettiren maddeci görüş, kendisini gerçek istikbal ve ilericilik diye takdim etmekten geri kalmadı. Bu telâkkinin nazarında, bedbin, marazî, eski ve geri biz olduk; biz ve bütün ruhçu sistemler...

· Makine terakkileri o hale geldi ki, sarsak ve yatalak bir Avrupalının titrek parmaklarını bir düğmeye dokundurmasiyle koca bir orduyu havaya uçurarak kudret istihsal edeceğine; âdi bir makine sayesinde insan kalbinin meleklere bile mahrem köşelerini okuyabileceklerine inandılar. Bütün kuş beyinliler, bu madde kudreti önünde, ruh kadrosundan hiçbir tedbirin metelik etmiyeceğine fetvayı bastı. Bunlar, asrî küfür yobazları sıfatiyle, eski ham softalardan fazla üremez istidadını gösterdi.

· Nihayet şu oldu: Makine ve madde terakkilerinin ruh cevheri karşısında imtihanını vereceği en zengin lâboratuvar olarak İkinci Dünya Harbinin patlaması... Ruhu ihmal eden maddeci görüşle, maddeyi ihmal etmeyen ruhçu görüş, insanlığın yarınına tahakküm hakkının kimde olduğunu işte bu lâboratuvarda göstermeye başladı. Birbirine düşman üç rejim sisteminden her biri, maddenin hakkını tam ödedikten sonra ruhçu bir metoda bağlanmanın ne harikalar doğurduğunu fiil sahasında gösterdiler. Bu defa makine ve madde terakkileri o kadar yükseldi ki, sadece bu yükseliş yüzünden, ruh, tekrar eski zafer meydanını fethetti. Ruh tekrar makinenin ve maddenin sırtına binip onu sevk ve idare etmek hakkını, maddenin âzamî terakki haddine yükselmesi ve bu madde yükselince ruha muhtaç olması yüzünden elde etti. Makineyi henüz nazariyle vasıtasiyle fikir ve ruh fethetmekten, bizzat kendi terakkileriyle, ameliyede ruhun esiri olduğunu gösterdi.

· Binlerce kilometreyi aştıktan sonra (pike) hücumlarla zırhlıların tepesine mıhlanan tayyareler, karşısında ki insan ve tabiat mânialarını bütün külçesiyle toslayan tanklar, idareleri bakımından ne çapta bir ruh kudretine mevzu teşkil ettiklerini kendi ağızlariyle haykırdılar.

· Hele atom ve füze keşifleri?. Bunların ilki, ruhu ve ruhçuluğu öldürdüğü sanılan geri madde keşiflerini ruhun intikamı halinde ve bir solukta yok ederken, öbürü, avlayana ve avlamayana, feza insanının nasıl bir ruhçu metod sayesinde havalanabileceği apaçık ilân etti. Maddeci kafa, bu inceler incesi sırrı tersine yorsa da, bir atom çekirdeğini belirttiği, nâmütenâhî küçüğe sığmış nâmütenâhî kudret tefekkür, ve fezada arz küresine zıp zıp gibi bakarken ışık hızının tek saniyede aldığı mesafeden ileriye geçilemediği ve sonsuzluk ufuklarının uzadıkça uzadığı müşahedesi, zaferin maddecilere mi, ruhçulara mı yardımcı olduğunu gösterir.

· Netice: Makine ve madde, kendi öz terakkileri sonunda tekrar ruhçuluğun şanlı kapısını açtı; ve bu kapıdan yeni bir dünya doğuşunun şafağına ait ilk pempelikler sızmaya başladı.

PROGRAM – REÇETE


· Nice parti programları gördük ve görüyoruz. Meşrutiyetten beri bu nağmeleri dinliyoruz. Şimdi soralım: Eskiden beri bütün gördüklerimiz, program mıdır, yoksa leke sabunu tarifeleri mi?

· Bizde her parti böyle gelmiş, böyle gitmiştir. Hepsinin de güdücüler kadrosu, programının; programında güdücüler kadrosunun seviyesinde...

· Gerçek iş ve hamle pprogramının baş maddesi ancak şu olabilir: Yüz küsur yıldan beri bir toplu iğne bile yapamayan bu milletin, radyosunu otomobilini, traktörünü, falanını, filânını, kendi eliyle yaptırmanın şartlar manzumesi... Millet bu hayatî verime memur ve mecbur edilecektir. İsterse yaptıkları tenekeden olsun; fakat yapsın, yapmaya başlasın... Türk gümrüklerinden, hayatî ve zorurî devlet ihtiyaçlarına mahsus eşya müntesna, tek yabancı mamulü girmeyecektir. Türk sanayi ve imal kudreti doğuncayadek... Bunun için de tek merhale, şunu veya bunu yapmak, çatmak yaptığını ve çattığını öz eliyle meydana getirecek hale gelmektir. Gerisi gülünç!...

· Aynı gerçek iş ve hamle programının ikinci baş maddesi de, bu madde oluşunun ruh zeminin, yüzde yüz şahsiyetli bir plânda açabilmenin şartları... Evvelâ topyekûn Garp dünyası, Türk’ün ve onun arkasında Doğu milletlerinin gözünde, bir türlü sırrına ulaşılmaz tılsımlı bir umacı olmaktan çıkarılmalıdır. Bu dünya, Batı dünyası, sadece; (Rönesans) tan beri aklın fetih haklarını yerine getirmiş –bize Kur’ânın emri- ve eşyayı ustalıkla teshir etmeyi bilmiş bir müspet bilgiler harikasından başka bir şey değildir ve o sınırdan öteye, onun hiçbir takdir ve taklit değeri yoktur. Bütün sahteliklerimizi, karşısında apışıp kalma ve kendisini putlaştırma yolundan devşirdiğimiz Batı dünyasını böylece, ikiye bölüp, ilk yarısına «mükemmel», ikinci yarısına da «esfel!» diyebileceğimiz ruh ve şahsiyet kıvamını tuttuğumuz gün doğacak güneş, kurtuluşumuzu müjdeleyecektir.

· Ondan sonra bütün maddî müessiselerimizi birinci, bütün mânevî teşkilâtımızı da ikinci maddeye göre ayarlamak, sudan ucuz ve kolay olacak; ve mücerret köklerini şu ân için bir yana bırakıp, anlaşılması kolay müşahhas dallariyle göz önüne serdiğimiz bu iki noktadan, biri madde ve öbürü ruh plânında sayısız nokta belirecektir.

· Belirttiğimiz ruh kıvamına ermek için, yüreğimizde hangi kök duyguya hamle üflemek gerektiği, bu kök duygunun kıvılcımlarında hangi ahlâkın örgüsünden şekiller kaynaştığı, fethine memur bulunduğumuz madde âlemine göre nasıl bir sistem ve disiplin heykelleştirmek lâzım olduğu, artık bellibaşlı çizgilerin çekilmesiyle tamamlanacak birer motif halindedir. Ondan sonra, mektep, aile, çocuk, meclis, kanun, teşkilât, köy, şehir, kadro, vazife, iş, emek, huzur, refah, ilim, sanat, hak, adalet, idrâk, irfan, zevk, terbiye, idare, siyaset, her şey, her şey, «mâ vuzua leh» ine, yani yerli yerine oturacaktır.

· Elverir ki, bu kafa, bu kafalar gelsin; ve birbirinden alev alıcı meşaleler gibi millet ormanını, içinde 42 milyon mum yanan semavî bir âvizeye döndürdün...

· İçinde bu maddelerden bir kibrit alevi olsun, görebileceğimiz kitaplık çapta bir fikir hamulesinden gelecek programa can feda... Fikir yok ki, programı olsun...

FİKİRSİZLİK


· Fikirsiz efendiler, fikirsiziz! Ne yola, ne madene, ne buğdaya, ne silâha muhtacız! İhtiyacımız sade fikre. Ondan da mahrumuz! Fikir olunca hepsi olur, o olmayınca da hiçbiri olmaz; bunu bile anlamıyoruz!

· Bugüne kadar başımıza gelen her felâket, şahidi olduğumuz her kepazelik, sadece fikirsizliğimizden ileri gelmiştir. Bu yüzden büyüklüğümüz bize küçüklük; hiyanetler, kahramanlık; suikastler, kurtarıcılık, gibi gösterilmiştir. Bizse bütün bunları yutup hazmetmiş bulunuyoruz.

· Efendiler! Bizde, boşlukta mekân işgal etme hassasına mâlik, hacim ve ölçü sahibi fikir adamı yetişmiyor. Yetişmemesi için de herşey yapılıyor.

· Efendiler! İdeolocya adına, ahçı kitaplarındaki pastırmalı yumurta izahından daha âdi ve umumî, daha kolay ve kaba ve her dayanaktan mahrum, parti programlarından başka bir şey bilmiyoruz!

· Efendiler! Dünya çapında tecrit ve teşhis cehdi, bize, delinin pösteki sayması gibi mânasız ve faydasız bir iş görünüyor! O kadar ki, bu satırlar için de «amam deli saçması!» diyecekler bulunabilir.

· Efendiler! C.H.P. nin altı okunun ucunda duran altı kelimeyi ve hepsi altı formalık tekerlemelerini bir inkılâp ideolocyası diye kabul edebilmek için, milletçe kafalarımızı, işkembeci dükkânlarındaki kuzu başlariyle değiştirmemiz lâzımdır!

· Efendiler! Üniversitemiz esersiz profesörlerle, iktidar makamlarımız, iş ve hareket salâhiyetini hangi çileye borçlu olduğu meçhul kabadayılarla doludur!

· Efendiler! Ne sağ derken sağı, ne sol derken solu tanıyoruz; ne severken niçin sevdiğimiz, ne de tiksinirken neden tiksindiğimizi biliyoruz!

· Bitpazarından (plâk) lar alırmış gibi kullandığımız, halbuki her çizgisi insanî tefekkür emeğinin kanlı muhasebeleri neticesinde oyulmuş medeniyet tâbirlerini, küstah cehlimize kalkan diye tutmaktan başka bir şey yapamıyoruz!

· Efendiler! Tam yüz senedir, demokrasya, hürriyet, millet, medeniyet, inkılâp ve daha nice (izm, izm, izm) lâhikalariyle bondrollü, içimize giren aşağılık (Erzats), garp ithal mallarını, büyük Türk tefekkür gümrüğünden muayene edecek ve iç ölçülere vuracak mütehassıslar kadrosundan mahrumuz!..

· Efendiler! Hattâ bütün tarihimiz dolduran büyük esker, büyük şâir, büyük mimar, büyük musikîşinas ve büyük kopyacı âlim bolluğu içinde, büyük ve şahsiyetli dünya görüşümüz iklimlendirecek büyük müteffekkirden mahrumuz. Bu eksikliğe acaba hangi ferdî veya ictimaî saik sebep oluyor? Bu suali nefsimize sormaktan bile âciz bulunuyoruz?

· Fikirsizliğimizi idrâk ettiğimiz gün, herşeyi idâk ve her çareyi elde etmek imkânına ereceğiz ama, bunun yolunu ve tedavisini gösterecek olanları yaşatmamak için de herşeyi yapıyoruz.

· Ve bu yüzden, yüz küsur yıldan beri kendi öz memleketimizde, kendi öz memleketimizin muhaciri gibi yaşıyor, son devreler içinde de, olanca millî hakikat ve mukaddesatımızın bir paspas üstünde ve meydan ortasında resmen ve alenen ırzına geçilmesine karşı, içi boş gözler ve zekâsız suratlara, cansız cansız bakınıyoruz. Bütün felâketimiz bu noktada...

· Fikir, fikir... En büyük ibadet onunla...

SINIRLAR


· Allahı sev! Ne kadar?.. «Had» mefhumunu da yaratan o olduğunu bilecek, onun tecelli ettiği her yerde hiçbir zatî had imkânı kalmadığını sezecek, yani «had» mefhumunun zatiyle beraber bütün hadleri yok görecek, yoklukta bile mutlak yokluk haddini tanımayacak kadar...

· Allah sevgisi, her şeyi sınırlayan mutlak sınırsızlıkta kaybolmanın hudutsuz fışkırış noktasıdır. Onu sev, yanıp kül oluncaya kadar sev!..

· Bundan sonra, en büyüğünden en küçüğüne doğru hadler âlemi başlıyor. Allahın, had içine aldığı varlılar içinde büyüğü, bütün hadleri tek noktasına sığdıracak derecede büyüğü, onun Son Resulüdür.

· Allahın Resulünü sev! Ne kadar?. Yalnız ona Allah demiyecek kadar... Ona Allah dememek şartiyle ne dense hepsinin az geleceğini bilecek kadar...

· Allah Resulünün Sahabîlerini sev! Ne kadar?.. Yalnız onlara nebî demiyecek kadar... Onlara nebî dememek şartiyle ne dense hepsinin az geleceğini bilecek kadar...

· Allah Resulünün yoluna sımsıkı bağlı Allahı velîlerini sev! Ne kadar?.. Onlara Sahabî çapında dememek şartiyle ne dense hepsinin az geleceğini bilecek kadar...

· Ve böylece hadler ve dereceler, en büyüğünden en küçüğüne doğru iner, gider.

· Babanı sev, anneni sev, zevceni sev, çocuğunu sev, toprağını sev, dilini sev, ocağını sev! Ne kadar?... Herbirinin ifadelendirdiği had çerçevesini taşırmayacak ve onu daha üstün çerçeveye karıştırmıyacak kadar...

· Ve nihayet milletini sev! Ne kadar?.. Onu, Allah ve Resulünü sevdiği ve bu sevgiyi etrafında halkalanabildiği kadar... Ona yalnız «Seni senin için seviyorum, sen ne olsan yine severim!» demiyecek kadar... «Seni böyle olduğun için seviyorum; ve sen sevilecek bir millet olduğun için böyle oldun!» diye düşünecek kadar... O zaman onu, bu hudut içinde hudutsuz sevebilir; ve bu sevgiyi, kabuk değil de öz, zarf değil de mazruf, posa değil de cevher milliyetçiliği halinde sistemleştirebilirsin!..

İLERİ – GERİ


· Zaman bir daireye benzer. Tıpkı koşu atlarının, etrafında döndüğü kavis gibi bir daireye... Meselâ üç devir sonunda bitirilecek olan koşuyu bir devir fazlasiyle koşan at, bu daire üzerinde, öbür atların gerisinden koşuyor gibi görünmez mi? Evet, bu at 100 metrelik daire hesabına göre tam 900 metre ileridedir. Fakat kaba göz, onu 100 metre görür.

· Modası geçmiş kalıplardan çıkamıyanlara geri diyoruz.

· Fikir ve hayat kalıplarının eskimekte en büyük zaafı, esaslarının çürüklüğünden ziyade, zamanın eskitmekteki yaman gücüne bağlıdır. Zaman, eşya ve hâdiseler üzerinde daima aynı korkunç yasanın yorulmaz tatbikçisidir. Yusufun eşsiz güzelliğiyle (Perikles) in bahtiyar cemiyetini aşındıran, aynı zamandır.

· Dünyanın en güzel insanını iki büklüm kurutan zamanı, uzvî tezahürler çerçevesinde vasıtasız müşahede, kolaydır. Fakat içtimaî bünyemizin ihtiyarlayışında onu doğrudan doğruya göremeyiz. Bunun içindir ki, devrini bitiren her imâ ve kalıbın yıpranışında ayrı bir sebep arar ve buluruz. Firavun karşısında (Benî İsraîl), Atinanın karşısında Roma, Atinanın karşısında Roma, Romanın karşısında İsâ Peygamber ve daha birçok şey..

· Ferdî hayatımız sınırlıdır. Bunu bilir ve maddî çöküşümüzün, çaresizlikten doğma bir nevî rıza ve tevekkülün taraçasından seyrederiz? Ya içtimaî hayatımız?

· Heyhat ki, elden ele teslim suretiyle ebediliğine inandığımız birçok itikat ve şeklin hayatı da, her şeyin hayatı gibi, hadler ve adetler çevrilidir.

· Zaten içtimaî hayatımızın ebedîliği, ferdî hayatımızla, keyfiyet halinde ulaşamadığımız bir devam iktidarına, nöbet değiştirerek, kemiyyetle varmak için tutunduğumuz bir muvazaadan başka nedir? Gerçek hayat ferttir; cemiyetten murad da işte bu gerçek hayat fâtihlerine fidelik etmektir.

· Elimizdeki dürbünü bir başkası çekip baktığı zaman, biz onun gördüğünü görür; ve bir başkası sigaramızdan alıp içtiği vakit, biz onun keyfini duyar mıyız? İşte bütün melekelerimiz ve bütün benlik duygumuzla içinde eksildiğimiz bir âlemi; sanki yaşayan, duyan ve gören kendimizmişiz gibi, birbirimizde fenâ ve beka bularak sâf ve kahramanca yürüttükten sonra kurduğumuz mimarîlerin sonsuzluğuna nasıl inanmıyalım?

· İnanmakta haklı olabiliriz. Fakat göreceğiz ki, kurduğumuz mimarîlerle oyduğumuz kalıpların devamı için o müessiseler etrafındaki sonsuz tekevvünümüz ve kemmiyet halkalarımız kâfi gelmiyecekltir. Göreceğiz ki, hayat, yalnız bir cepheli değildir. O müessiselerin de bizden ayrı, müstakil ve ferdî birer hayatı vardır. Bu hakikata, tarihte birçok cemiyetin, kendilerini yeni şekillere zorlayan müdahaleci tesirlerle göçüşü şahit olduğu kadar kendi kendisine, için için ve müdahalesiz göçüşleri de şahittir.

· Öyleyse çaremiz nedir? İsmine zaman dediğimiz ve her cismi, her fikri, görünmez havanına doldurmuş öğüten kuvvet daima önümüzde giden, her yaptığımızı bozan, her yazdığımızı çizen bir son temsil ettikten sonra, güvenebileceğimiz, ebedîliğine inanabileceğimiz eser kalır mı? Kalır!!!

· Çünkü düşmanın kudretini tasdik, yenilmiyeceğini kabul ve onunla boğuşmaktan vazgeçmek değildir. Boğuşmak esastır. Zaman, önünde diz çökeceğimiz ve bütün silâhlarımızla teslim olacağımız bir heyûlâ değil; sırlarını zorlayacağımız, verdiği hiçbir sırla kanaat etmeyip alıkoyduğunu istiyeceğimiz ve verdikçe alıkoyduğunu asla unutmıyacağımız bir büyücüdür. Öyle büyücü ki, öpüştüğü her dâvanın aksine, seviştiği her (doktrin) in tersine ve sarmaştığı her (tez) in zıddına gebe kalmak âdettir. O, eşya ve hâdiselerin en ıssız bucaklariyle yüklüdür. Böyle bir manzara karşısında güvenebileceğimiz mimarî ise odur ki, zamanı, kendisine en hâs çehre ve seciyesiyle kavramış ve emrine almış olsun.

· İşte o mimarî İslâmdır; ve Allahın her bina önüne diktiği büyük imtihancı, intikamcı ve ihtilâlci zamanın, tek tüyünü bile örselemeyeceği, biricik varlık, asliyle ve zatiyle O’dur. Zamanın kolayca çürüttüğü ve çöp tenekesine attığı şekiller arasında İslâmı arayanlar, idrak sahibiyseler, orada İslâmı değil, onu şahıslarında çürütenleri bulacaktır.

· İşte aşınmış, yahut henüz sağlam görünen kalıpları bu tedbir göziyle muayene eden ve dökeceği yeni bir kalıp varsa, onu da kaygı ve bilgi içinde hazırlayan, İLERİ ADAM’dır. Kendisine bu emri veren ileri dinin ileri adamı... «Bir günü bir gününe eş geçen aldanmıştır!» emrindeki hikmeti asıl şu anda hatırlayınız!

· Ve geri adam... Ya taze bir anlayışa varmadan eski şekillere sadece kabuğundan bağlıdır; yahut tamamiyle aksine, zamanı âdi bir tarih sırası ve evvellik, sonralık meselesi sanır ve geriye gitmek korkusiyle kendi önünü keser.

· Bu her iki geri adam da, düşünmekten korkan, fakat birbirine zıt hareket eden iki ham softa tipidir.

· Zamanın hakikî fâtihleri, istikbale o kadar susamışlardır ki, gözlerindeki sonsuzluk adesesi önünde, bazan bin sene evvelki hâdiseyi bugüne yapışık, bazan da bugüne ait bir meseleyi bin sene geride görürler.

· İleriye doğru göründüğü halde geriye ve geriye doğru göründüğü halde ileriye giden yollar vardır.

· İmdi, zamanın bu sanatkâr kıvrımlarındaki sırra ermeyenler, ya fâni kalıplardan birine körükörüne bağlanmak, yahut kendisinden evvelki her kalıbı körükörüne tepelemek suretiyle zamanın dışında kalırlar.

· Ebedîlik önünde hiçbir mesafe hükmü olmadığını, bazan zamanın, mazide bıraktığı bir sırrı, istikbalde çözmek üzere, zahiren geriye döndüğünü, fakat hakikatte ileriye yöneldiğini bilmezler. Bu son derece girift ince ve zarif helezonun, maziyi istikbale, geriyi ileriye inkılâp ettiren asma köprü mimarîsini anlamazlar. Böylece, gözlerinin seçemeyeceği kadar ileri olanlara, üstelik geri derler. Ne mutlu, ezel kadar eski ve ebed kadar yeni, İslâmın gözlüğünü taşıyanlara!.

MECCANÎ HAYAT


· Sözde medenî insanlık – ki Batı dünyasından ibaret sanıyoruz- daha dün, Batının binbir tezat ve buhranın kökünden tesviye ve tasfiye zoriyle ayaklandı. Bütün tezat kutuplarına, bütün mevcutlarını teraziye atmak borcunu yüklendi. Kan ve ateş tarlası bir ufuk üzerinde, yarının büyük nizam ve muvazene şafağını gerçekleştirmek için, asrımızın olanca madde ve insan mevcudunu seferber etti. Netice malûm...

· Medenî insanlık, bugüne kadar ulaştığı binbir kemale rağmen elinden kaçan nizam ve muvazeneyi iade etmek ve kendisine yepyeni bir ruh, yepyeni bir ahlâk ve yepyeni bir şekil yuğurmak için, ya tam varlık, ya tam yokluk peşinde müthiş bir metabolizma ihtilâline düştü. Bu ihtilâlin çilesi içinde atomu çatlattı ama, hâlâ, muhtaç olduğu ruhî sistemin zarını patlatamadı.

· Dünya bugün, kızgın çelikle dolu izabe fırınlarına düşmüş hurda bir demir parçası gibi bir anda su ve duman olan büyüklü küçüklü milletleriyle bu çileyi yaşarken, malûm, aynı köksüzlük kökünden partiler emrindeki Türk devlet ve cemiyeti, bu ana-baba gününün sabahını hangi ruhî ve içtimaî şartlarla karşılayacağına dair hiçbir şey düşünmedi.

· Harp bittikten sonra bile beka ve korunmamızı sağlayan biricik âmil, boşlukta mekân işgal etmek hakkımızın medenî, tarihî, manevî ve içtimaî şartları değil, rakip dünyalar arasındaki kilit noktaları üzerinde olmanın madde ve mekân imtiyazı olmuştur. Cedlerimizden kalıp yiye yiye bitiremediğimiz son mekân parçasının haysiyeti yüzünden alâka ve yardım görüyoruz; yoksa medenî dünyanın mekân dışı zamanı içinde bir pay sahibi olduğumuzu iddia edemeyiz. Bu madde ve mekân imtiyazı olmasa, kimsenin başını çevirip yüzümüze bakmasına imkân yoktur.

· Evet, evet; hâlâ kendimizi, Üçüncü Dünya Harbi isimli bir vehmin beslediği sun’îlik iklimi içinde koruyabiliyor ve korunmamızı sağlıyabiliyoruz. Yarın sulh ve tabiî şartlar tekerrür edince nasıl korunabileceğiz?

· Suallerin suali buyken biz hâlâ ve hâlâ bir düzene erebilmiş değil, düzen yıkıntıları üzerinde çekişmelerle uğraşıyoruz.

· Bizim, yarınki dünyaya, bugünkü dünya buhranının bütün illet ve müessirlerini tartarak, tanıyarak, anlayarak; ve tarih boyunca kendi nefs murakabemizi yapmış, kendimizi her türlü zaaf ve kuvvetimizle tesbit etmiş olarak, yepyeni bir ruh, cehd, ideal ve nizam yekpâreliği içinden doğmamız gerekiyor!

· Vâdesinin son ânı geldiği için icap ederse tek yudum su içmeden ve tek saniye uyumadan bütünleştirmeye mecbur olduğumuz bu yepyeni ruh, cehd, ideal ve nizam nedir?

· Günün, her meseleyi susturması gereken büyük dâvası budur!. Bizim gibi, sadece bu dâvanın yükü altında belkemiği çatırdayan birkaç Türkün çığlığından başak da, mesele ve dâva kubbemizde, horultulardan, hırıltılardan, dırıltılardan, zırıltılardan, başak hiçbir ses ve seda çıkmıyor.

· Yarın dünya ne olacak, ne olmaya doğru gidiyor; ve biz ne olacağız, ne olmaya doğru gidiyoruz??? İşte sual!..

· Mekânı içinde bulunduğumuz Batının zamanı içine girmedikçe, ve yepyeni bir zaman temsil edemedikçe mekân kiralayıcılığıyle devam edebilmesi mümkün bir hayat yoktur.

YİNE HÜRİYET


· «Hürüm!» demeye zorlanan bir fert hür olabilir mi?

· «Esirim!» diye haykırabilen bir insan, sahte hürden daha hür değil midir?

· Eşek hürriyetiyle insan hürriyeti arasındaki sınırı çizecek ölçüler nerede?

· Hakikate esir olduğumuz zaman niçin ciğerlerimizdeki havaya kadar hür olduğumuzu seziyoruz. O hangi padişahtır ki, en büyük hürriyet kendisine kul olmaktır?

· «Dinde ikrah yoktur!» buyuran Allah, insanı ne çapta hür yarattığını ve onu cebr altına girmekten nasıl münezzeh tuttuğunu belirtirken, insanoğlunda, dudaklara polis dikerek vicdanları avlamaya çalışmak gayreti nasıl yorumlanabilir?

· Sırayla 1839, 1908, 1923, 1945, 1950, 1960 vesaire doğumlu; ilki 137, ikincisi 68, üçüncüsü 53, dördüncüsü 31, beşincisi 26, altıncısı 16 vesaire yaşındaki bunca bâkireden hangisi iffetini koruyabilmiş ve umumhâneye düşmemiştir?

· Hürriyetin gaye değil, vasıta ve ancak hakikatin köklerine mahsus bir hak olduğunu ne gün anlıyabileceğiz?

· Hastahanede doktora, orduda kumandana, sınıfta hocaya karşı hürriyet mi olurmuş?

· Hürriyetin adresini, parti, gazete ismi, perükâr salonu, kemeraltı sermayesi ve Amerikadaki liman heykelinden ayrı olarak öğrenmek isteyen niçin İslâma yapışmaz?

KURTARICI HİKMET


· Marifet, makineyi yapan makineyi yapabilmekte. Yoksa onu ne satın almakta, ne işletmekte, hattâ ne de bazı entipüften örnekleriyle derleyip çatabilmekte... Böyle olmayınca; makine fikri ruhumuzun rîh gibi incecik kumdan yataklarında plân ve metodla dökülemeyince, makine insan topluluklarını her sahada ezer, çarkları içinde öğütür ve olanca şahsiyet ve tamamiyetinden sıyırır. Bu sır, asrımızın en ince ruhî, içtimaî, siyasî ve kitisadî nüktesidir. Fakat anlatamazsınız!

· Bütün ıslahat tarihimiz, Meşrutiyetimiz, hürriyetimiz, müsavâtımız, adaletimiz ve nihayet Cumhuriyetimiz, işte bu soy eserlerdendir. Anlatamazsınız!

· Marifet, makine misalinde olduğu gibi, bunlarda veya bunların dış çizgileriyle kopyasında değil, bunları meydana getiren müessirlerin bünyeleşmesindedir. Bizse, kendi içinde salâh ve aslına ircaını bekliyen öz bünyemizi feda ederek, her şeyden evvel bizde öz bünye hakkını idam eden yabancı bünye ifrazlariyle gıdalanmak istedik; ve buyurun, işte ne hale geldik!. Zira ilk vazifesi tabiî bünye ifrazına mâni olmaktan ibaret bulunan ve yabancı ifrazlar, dışarıdan alınan ve böylece içeriden meydana gelmesine set çekilen sun’î (hormon) lar gibi, ağır bir faaliyet zaafını büsbütün tatil edip yerine yabancıyı ve iradesi zaafını büsbütün tatil edip yerine yabancıyı ve iradesi elimizde olmıyanı geçirmekten başka hiçbir şey ifade etmez; ve başta (montaj) sanayii bulunmak üzere, lâtinlerin (Felix – Culpa) dediği, dışından saadet vâdedici bir cinayet olur. Bu da, insana, hastalığını bile hatırlatmıyan ve ıstırap dahi çektirmeyen sonsuz bir maraz, yani ölümdür. Biz, tam 137 yıldır, bize ölüm getirenleri hayat getirmiş olmakla vasıflandırıyoruz.

· Bu kurtarıcı hikmette, bütün oluş dâvamızın tek şartiyle, bütün olamayış tarihimizin tek müessirini çerçevelemiş görerek netice hükmünü kaydedelim: Artık marifet lâfta değil, hakikatte inkılâbı yapacak inkılâbı yapabilmekte... Sıra onun, yani bizimdir!

· Marifet, dallara oyuncak meyveler takmakta değil, köke ve kök feyzine ermekte...

DEMOKRASYA


· Komüniste göre, kendisinin âlenen ve her vasıtayla propaganda yapamadığı, yapınca da kitleleri arkasından sürükleyemediği, zira, tagallüp ağalarının güneşi zindanlarda hapsettiği ve meydanlara çıkarmadığı her yerde demokrasi eksiktir. Böyle hükûmetlerin şefi, de diktatördür.

· Yahudiye göre, millî iktisat ölçülerinin beslendiği, millî bütünlüğün gizli istismarlardan korunmasına çalışıldığı, yani millî bünyenin korkunç bir yeniçeri gibi ekalliyet cellâdı olmakta devam ettiği ve insaf diye bir şey tanımadığı her yerde demokrasi eksiktir. Böyle hükûmetlerin şefi de diktatördür.

· Dönmeye göre, milletle hükûmet arasında uyguluğa doğru gidildiği, resmî dairenin millî iradeyi temsile başladığı, bu yüzden en azîm bir felâkete oyl açıldığı, hakikat ışığının ebedî bir kargaşalık ve çarpışmadan doğduğunun unutulduğu, felâketin biricik devası olarak milletle hükûmet arasındaki bağların törpülenemediği, liberalizmanın başını alıp yürüyemediği, kısaca millî bünyede birliğe gidildiği her yerde demokrasi eksiktir. Böyle hükûmetlerin şefi de diktatördür.

· Masona göre, hurafelere inanmanın devam ettiği, ırk ve kavim safsataları içinde halkın tereddiye götürüldüğü, millî sâfiyenin mukavemet edebildiği, gizli Yahudi saltanatının ferdî ve zümrevî sermaye terakkümüne yol bulamadığı, neticede geniş ve cömert insaniyet dururken, insanların millet ve taassup bataklığından çırpınmasına göz yumulduğu, açıkçası beşerî aşk ve beynelmilel kemale pranga vurulduğu her yerde demokrasi eksiktir. Böyle hükûmetlerin şefi de diktatördür.

· Garp hayranı züppeye göre, şahsiyet diye bir şeyin hâlâ ağır bastığı, maddî ve manevî yerlilik diye bir ölçüye bağlı olanların yaşadığı, şu bunak dedenin daima evin üst katında öksürmekte devam ettiği, Amerikalıya kendi kendisinden şüphe ettirecek kadar Amerikalılık gayretinin bir türlü takdir edilemediği, demek ki müzelerdeki balmumu tiplerin ellerindeki kırbaçla insanları güttüğü, insanların başına yular arandığı her yerde demokrasi eksiktir. Böyle hükûmetlerin şefi de diktatördür.

· Halk Partiliye göre, eski hesaplara el atılmak ihtimalinin belirdiği, inkılâbın tenkidine müsaade edilmek gibi vahşî bir küfre meydan açıldığı, eski bir Başbakanın «inkılâp yobazları» diye ortaya bir tabir attığı; bütçe tanzimi, menfaat taksimi, adalet tevzii işinşin kendilerinden başka ellere geçtiği, nihayet milleti yoktan varedenlere karşı en ağır nimet küfranın işlendiği ve en ağır eşkiyalığın hüküm sürdüğü her yerde demokrasi eksiktir. Böyle hükûmetlerin şefi de diktatördür.

· İslâmiyet düşmanına göre, 163 üncü maddeye rağmen camilerde Allah ve Resûlünün büyüklüğünden bahseden âyetlerin cehren okunmasına müsaade edildiği, «Allahtan kork!» sözünün göz göre göre takip edilmediği, böylece vatan hainliğinden büyük suçların örtbas edildiği ve böylece sınıfî tahakküm ve ruhî dolandırıcılığın çeteleştirildiği her yerde demokrasi eksiktir. Böyle hükûmetlerin şefi de diktatördür.

· Deyyusa göre, Türk kızlarının millî ve mücerret mânalariyle cihan avrat pazarlarına sürülmesine zıt sesler çıktığı, bu seslerin boğulamadığı, millî infial çapına yükseldiği, neticede güzellik, (estetik) ve serbestliğin bu kadar ağır bir zulüm altında inletildiği yerde demokrasi eksiktir. Böyle hükûmetlerin şefi de diktatördür.

· Verem mikrobuna göre, uzvîyetteki müdafaa unsurlarının kuvvetli olduğu, hemen zavallı mikroplar üzerine çullandığı, onları boğduğu, gıdasız bırakıldığı, bir kese içinde adaletsizce zaptettiği şefi de diktatördür.

· Hırsıza, yankesiciye, kaatile göre, polisin bulunduğu yerde demokrasi eksiktir. Böyle hükûmetlerin şefi de diktatördür.

· Şu halde demokrasya, her bâtılın tek tek hayat hakkı ve oluş hürriyeti aradığı bir zemin olduğuna göre, bu bâtıllardan her birinin gözünde, öbür bâtıla yer verildikçe eksiktir. Böyle hükûmetlerin şefi de diktatördür.

· Gelin siz, şimdi bu şartlara göre demokrasya nerededir, nedir ve nasıldır, hesap edin! Müslümana gelince, zaten demokrasyayı aramaz ve sormaz. Zira onun, hakikati «tek» de bulmak yerine «çok» da aramak ve ebediyen kaybetmek sistemi olduğunu bilir, aradığı şeyin de kendisinde değil, İslâmda olduğuna inanır.

DÜNYA BUHRANI


· Bu dünyanın beyninde bir ur var... Bu dünya, urunu, nasıl olsa bir gün kökünden kazıtmaya mecbur... Bu dünya, 1914 ve 1939 umumî harplerin hep aynî ur yüzünden açtı. Fakat bir türlü ondan kurtulamadı ve urunu temizleyemedi.

· Bundan 37 yıl evvel perde açıldı: Gördük ki, selim aklı, kaz gibi önüne katmış, delilik çobanı güdüyor. Baktık ki, hayat, insanlık, tekâmül, medeniyet, cemiyet, hürriyet gibi kıymetler, (enflâsyon) paraalrına dönmüş... Bir milyarlık mânevî kıymete bir kutu kibrit satın alınamıyor!

· Her evin pencereleri vardır; fakat rastgelenin kendini fırlatıp atması için değil... Herkes bir çift el sahibidir; fakat onlarla, rastgeldiğinin boğazına sarılmaz. Çünkü insan, malik bulunduğu başıboş imkânları köstekleyici ruhî bir müeyyideye sahip. Bu, öyle bir muvazenedir ki hayvanlar bile ondan bir nasib almışlardır.

· İşte Yirminci Asrın ikinci rub’unda dünya, hem fert ve hem cemiyet plânında, bu aslî ve esasî ruh müeyyidesine varıncaya kadar bütün muvazenelerini kaybeder gibi bir hale düştü. Bu hal insanlara bir kere çökmeye dursun; yoksa ne eski ahlâkların tortusu, ne tarihin ibret misalleri, ne istikbalin korku ve vehimleri, ne de başka bir şey felâketi önliyebilir. Bundan böyle ağaç zehirli meyve verecek, toprak keleş kalacak, mahsul kavrulacak, tavuk kokmuş yumurta doğuracak, anane sar’alı çocuğa gebe kalacaktır. Böyle devirlerde fikir adamı sersem, diplomat sarhoş, âlim kaatil, sanatkâr mecnun, halk da tam başıboştur.

· Dâvanın şah damarını tutmak ister misiniz? Bu hale sebep, haddini aşmış ve ruhî emniyet müeyyidelerinin sınırını taşırmış, dümensiz kalmış madde terakkileridir. Yani insanların icadları, mucidin elinden ve iradesinden sıyrılıp onu kendi eline ve iradesine tâbi kılmaya başlamıştır. Ve bu dâva, bugünkü Garp buhranının en nazik mihrak noktasındır. Bu hal, kendi eserine hükmedememek hali, her ân şişen, her ân pıhtılaşan ve kabaran bir ur teşkil etmekte; ve şu veya bu rejim adına küçük ve günlük politikacıların gayreti bahane hududunu aşamamaktadır. Sonunda ya bu ur dibinden süpürülecek, yahut o yüzden topyekûn teneşire uzanılacak...

· Garbın bugünkü macerasını, bu asırlık uru kazıtmak ihtiyaciyle kendi öz bünyesini didik didik parçalayan, o yüzden bir takım yeni sistemler peşinde gezen, dünya harpleri açan ve sadece hastalığın tâbi şubeleri üzerinde tedbirler arayan bir plânda müşahede edebilmek lâzımdır.

· Ne askerî zaferlerde, ne atom keşiflerinde, ne de ur mıntıkalarını maddeten kazımakta iş var... İş, uru, bir sabun köpüğü gibi çözebilecek ve yenilerinin teşekkülüne mani olarak ruhî nizamı bulabilmekte. Bu, din çapında bir şeydir! Ve kefaleti yalnız İslâmdadır.

BABIÂLİ’DE İNKILÂP


· Mutlaka bu caddede, şu sözüm ona Türk matbuatının yuva kurduğu haşarat yatağında bir inkılâp lâzım... Bu cadde, «Babıâli»... Bu klişe, fikir ve sanat dünyasının mekân ismidir. Orası gerçekten bir âlemdir ve bir âlem gibi tezatlarla doludur. Cemiyet bütünümüzde hiçbir iş nevini temsil eden parça «Babıâli» de olduğu kadar birbirine zıt kutuplar kucaklıyamaz.

· Meslek, zümre, sınıf dediğimiz topluluklar, insan kitlelerinin belli başlı bir şekil ve terazisinde kısım kısım tartılıp ayırd edilişinden doğmaz mı? Bunun içindir ki, her meslek ve zümre, uzuvları arasında birer asgârî ve âzamî haddiyle kabataslak bir vahdet sahibidir. Meselâ doktorlar kıymetin en yüksekliğiyle en aşağısına malik bulunmak noktasından beraberdirler. Bu kabataslak vahdet ölçüsünü her yerde ve her meslekte bulunursunuz da «Babıâli» de ve muharrirlikte hayır!. Sanki «Babıâli», bir kilometre murabbalık bir çevrede ve beş – on kişi arasında, insanlığın bütün tezatlarıyla hülâsaya memur bir seciye panayırıdır. Bütün aklî ve ruhî kıymetler, evvelki gün, dün ve bugün, yüzdeyüz hakikîleri ve sahteleriyle oradadır. Hepsinin de ismi muharrir...

· Bunun neden böyle olduğunu, hattâ bellibaşlı bir nisbet ölçüsünün içinde daima böyle olacağını kestirmek zor değil... «Babıâli» namlı «Babıâli» Tanzimattan beri Türk cemiyetine ârız olan fesadın ifşa ve ilân panayırı olmuş ve hiçbir zaman onda, bu fesada karşı çıkan sistemli bir tepki görülmemiştir.

· Muharrirlik ve yol göstericilik gibi, daha ziyade hayallerde ve hatıralarda yaşayan altın tabakalı mâna sathı üzerine, devirler boyu yağan teneke yağmuru dineceğe benzemiyor.

· Birşeyin, vücut bulması, özünü zıdlarından tasfiye etmesi, bu cehdi hiçbir ân kaybetmemesiyle kaim... Çöplükte gül bahçesi, cehennemde fıskiye düşünülemez.

· Fakat şu «Babıâli», âdilikte terakki ede ede, 27 yıl müddetle yerlere eğilip ayağını öptüğü eski iktidardan sonra birdenbire hürriyet adına devşiriverdiği küstah ve echel azametle o hale gelmiştir ki, orada bir inkılâp ancak cerrahi müdahale sayesinde olabilir.

· Caddemizde inkılâp, «Babıâli» deki artık nesli tükenmeye başlayan müspet kıymetler manzumesinin hegemonyasını kurması ve bellibaşlı bir keyfiyet plânında bünyesini aykırılıklardan temizlemeye başlamasiyle olacaktır. Bunu da cerrah¦ bir müdahaleyle ancak devlet yerine getirebilir.

· Halbuki devlet, «Babıâli» yi gecekondu semtlerinden daha kontrolsüz bırakmış, nihayet büsbütün oradan elini ayağını çekmiş; ve neticede, Halk Partisi şekavet devri köleleri, rejimleri daima İslâmiyet aleyhtarı olmakta birleşik, işi, fikir adına komünizmaya, alâka adına da fuhş albümlerine dökmüşlerdir.

· Bu döküş ve dökülüşün sonu tek gazetede günde yarım milyon satış... Bunlar halkı zehirler ve bozar, her gün biraz daha zehirlenerek ve bozularak sayıları artan okuyucular da bunlara daha fazla zehirlemelerini ve bozmalarını ihtar ederken, bunlar halkı, halk da bunları şişire şişire öyle bir vasat doğurmuştur ki, haftalıkları ve günlükleriyle fuhuş yayın tröstünün eline topyekûn Türk basının yüzde seksenden fazla satış payı geçmiştir. Gerisi de birkaçının birden umumî sürümü 20 – 30 bine varamayan sağcılık sürüngenleri bir tarafa, hava – cıva ve eğlencelik satıcılığı.. Bir de, sırası geldikçe, sözüm ona «efkâr-ı umumiye» temsilcisi olmaktan, nefsini böyle sanmaktan gelen bir kabadayılık, küfür ve nâra imtiyazı...

· Bütün bunlar yerine fikir ve teşhis işi!. Memleket çapında büyük ve çetin bir inkılâp!..

· Ne garip cilvedir ki, şu «Babıâli», kendisini sadece hükümeti kötülemeye memur bilir ve türlü tertiplerle bu işin gediğini işletirken, bu memlekette tek kötünün kendisi olduğunu asla takdire yanaşmaz.

· Halk da, bu işin tek suçlusunun kendisi olduğunu bilmez. Bilseydi bunlar türeyebilir miydi?

BASIN YÖNÜNDEN İNKILÂPLAR


· Üç inkılâp devremiz var: Tanzimat, Meşrûtiyet, Cumhuriyet... Bunlardan birincisi 137, ikincisi 68, üçüncüsü 53 yıllık...

· Garplı bir müessise olan gazete, bizde Tanzimat ile başlar.

· Tanzimat... Kendisinden birkaç asır evvel Garp âlemine karşı olanca taaruz iktidarını kaybetmiş, hazin ve mezbuh bir müdafaaya geçmiş bir cemiyetin, tamamiyle muvazaacı satıh üstü, malûm, maymunvâri hareketi... Bu devrin gazetesinden, büyük Türk topluluğunun kök haklarını koruyabilmesi zaten beklenemezdi. Hattâ bu mahrem ve girift hakların müdafası şöyle dursun, bizzat gazete, o devirde, ayrıca ve yüzüncü sınıf bir taklit ve özenti eseri olmaya mahkûmdu. Elbette ki, Garba körü körüne tâbi ve nefs muhasebesinden mahrum ellerde bulunacaktı.

· Meşrutiyete kadar hep böyle gitti. Basit teknik ve dış yüz ifadesiyle dahi gazete şekillenemedi. Hele Türk topluluğunun iç plânlardan nabzını dinlemek, onun tercüme edemediği ruh acılarını dile getirmek istidadında tek gazete zuhur etmedi.

· Bacakları çarpık ve bakışları yılgın, pantolonu ve ceketiyle Garplı, fesi ve galoşiyle Şarklı bir Tanzimat paşası neyse Meşrutiyete kadar Tanzimat gazetesi de odur.

· Gazetenin, şöyle böyle gazete olarak zuhuru, Meşrutiyette...

· Bu devrede, kendini gûya tepesindeki Kızıl Sultan baskısından – ah o ne mübarek baskıydı!- kurtulmuş farzeden gazete, hakikatte, tam bir Yahudi tertibi «Hürriyet, Müsavat, Adalet» maskeleri altında, perde arkası gizli kuvvetlerin kuklası olur. «Eşek» ten «Kalem» e kadar türlü isimler altında ve göstermelik cambazhane hayvanlarına mahsus bir hürriyet içinde gazete, o zamanki galip ve hâkim seciyesiyle, doğrudan doğruya kozmopolitlik ve köksüzlüğün idare ettiği bir iflâs curcunası...

· Mütareke yıllarında ve İstiklâl Savaşı başlarında, millî ruhla temasa geçer gibi olan gazete, Halk Partisi ve Cumhuriyet teşekkül eder etmez, bazı millî tesirleri yıkmak adına kendini kaptırdığı garp tesiri baskısına, bir de, cihanın hiçbir zaman ve mekânında görülmemiş bir korku ve menfaat baskısının bindiğine şahit olmuş; ve 1923’ten 1946’ya kadar tam 23 yıl, bu yürekler acısı esaret, riya ve meddahlık memuriyetinde sadıkane devam etmiştir. Öyle ki, «Allahtan ve ahlâktan bahsetmek yasaktır!» diyecek ve bunu gazete gazete tamim edecek kadar küçülebilmiş, cihanda hiçbir (tiran) ve zâlim bulunamazken, bu imtiyaz, İkinci Dünya Harbi ortalarında Halk Partisi hükümetine nasip olmuştur. Kendisinden mahud tarihî emri alan gazeteler de «albabda emr-ü ferman...» edasıyle zaten öz yüreklerince müsamaha ve müsaade edilmeyecek bir keyfiyetin lüzumsuz yasağı önünde eğilmeyi, caizecilik ahlâkına bağlı bir edeb ve sadakat borcu bilmişlerdir.

· Tanzimattan Cumhuriyete kadar bir türlü gelemeyen, olamayan gazete, bu halini, en büyük meziyet derecesine çıkaracak bir geliş, bir oluş ve bir zümre ruhuna bağlanış olarak muhafaza etti. Halk Partisi ne kadar halkın partisi olabildiyse, o da aynı derecede Hakkın sesini ters tarafından temsilde muvaffak oldu. 1956 yılına kadar Halk Partisi iktidarı boyunca gazete, Türk milletine kendi kendisini unutturmak plânının tatbiki işine bağlı parti bürolarından birisidir.

· Hürriyet için hürriyet mefkûrecisi büyük cihan kutuplarının zoriyle de, gazete, 1946’da, tam 23 yıl kölesi geçindiği rejimle birlikte, hürriyet oyunu oynamaya mecbur oluyor! Tamam! Cebren verilen bir hazin hürriyetin ve onu takip eden devrenin mahzun mânasını düşünün! Hürüz; fakat kendi istediğimiz ve olduğumuz gibi değil, başkalarının dilediği ve olmaya zorladığı gibi... Cebren gelen hürriyet...

· C.H.P. iktidarından sonra ise bütün mâna, dışardan gelen, serbestçe burun kaşıyacak kadar küçük bir hürriyet neticesinde Türk milletin ne yaptığı ve karşılığında ne bulduğudur. Türk milleti, başından, derhal şekâvet çetesini atmış, fakat onu attıktan sonra gene istediğini değil, ancak o ân olması mümkün olanı bulmuştur.

· Bu oluşun içindeyse, Türkün asliyet ve şahsiyetine zıt kutupların madde ve mâna sermayesiyle teçhiz edilen bir matbuat, bu anda (Demokrasi) ve hürriyet adına, Türkün kökünü kemirmekte kendince hak sahibi olmuştur. Ve bu matbuat, Türkün özü ve kökü ile devlet ve hükûmeti müttefik görünce, ona da karşı gelmekte, asla tereddüt sahibi olmamıştır. O devrenin Yahudi kolpoları da işte bu ölçüye göre davranışlar...

· Tarihi Tanzimatla başlıyan ve örneklerinin çoğunluğu bakımından millî kök ve içtimaî ruha zıt, gizli tesirlerin mikrop nahiyesini teşkil eden gazeteciliğimizde, bugüne kadar alıştığımız, ister istemez alıştırıldığımız patron vasıflar veya patronluk vasıfları acaba nelerdir?

· Bizde gazete patronu, umuiyetle, ya tüccardır, çilesiz ve faziletsiz bir sermayenin sahibidir; nazarında paradan başka kıymet yoktur. Yahut millî bütünlük ve hayatiyetimizi sömürücü bir iç veya dış sınıf ve cereyanın kuklasıdır; her şeyini ona bağlamıştır. Yahut da doğrudan doğruya hükûmetlerin meslekî pohpohçusudur; giden kim ve gelen ne olursa olsun, hep bu sefil işin daima sabit bareminde birinci dereceyi tutmak ister. Ve ilimsizdir! Ve fikirsidir! Ve esersizdir! Ve imansızdır! Ve ihlâssızdır! Ve ahlâksızdır!

· Halbuki on parmağını birden taktığı istinat ve imtiyaz halkaları ne zaman muazzam şeyler: İlim, fikir, hak, hakikat, vicdan, iman, hürriyet, medeniyet, halk vicdanı...

· Bu işe, gazetenin yuları çözüldü çözüleli, bir de açık fuhuş kartpostalı satıcılığı binmiştir.

· Gerçekten, Tanzimattan bu yana, Şark ve Garba doğru esen kasırgalar arasında yalpalaya yalpalaya harap olmuş Türk varlık ağacının kökündeki lif hummasından, dallarındaki tomurcuk hasretine kadar, hiçbir patron kalem, bu milletin nefs muhasebesine nisbet belirtmemiştir. Zira bizde gazetecilik, hayflar olsun ki, Tanzimattan beri bu dilsiz milletin öz hakikatine her ân biraz daha uzak ve ters bir aksülâmel mihrakı etrafında kurulmuş ve hep o çıkış noktasına göre yol almıştır. Bizzat gazete, bizde aslında vasıta ve âletlerin en azizi olduğu halde, teftişsiz ve murakabesiz, hazımsız ve temsilsiz Garp taklitçiliğinin ilk ve menfî eseri kabul edilebilir.

· Onun içindir ki, bu mesleğin «esbak» ve «sâbık» ları, millî tefekkür ve tahassüs teknesinde yoğurulmuş büyük «entellektüel» ler yerine çeyrek münevverler, günü birlik açıkgözler, basit heves ve küçük teşebbüs adamlarıdır; onları takip eden dünküler ve bugünkülerse, züppelikte, sahtelikte, kışırcılıkta, istismarcılıkta, riyakârlıkta, eyyam güderlikte şehinşah rütbesinde mirasyediler...

Hiç yorum yok: