Irkımıza, din tarihlerinde, ikinci insan tohumu Nuh Peygamberin oğlu Yafes’e kadar bir çizgi uzatılan biz, Doğu ve Batı hesaplaşmasında topyekûn Doğunun mümessili olduk. Gün geldi, bilerek veya bilmeyerek, topyekûn Doğunun mümessili halinde Batı dünyasını çiğnedik; ve gün geldi, bilerek veya bilmeyerek, topyekûn Doğu’nun mümessili halinde Batı dünyasına çiğnendik. İkinci birincisinden sonra oldu, ve (bir) bitince gayet tabiî olarak (iki) geldi.
Doğunun Arap, Fars, Hint ve Çin gibi büyük mümessilleri, belli başlı zaman ve mekânlarda eserlerini verdikten ve durgun güneş altında hamle ve hayâtiyet revnaklarını kaybettikten sonra, Doğunun kendi içindeki rakip gelişme cereyanları altında silinip gittiler. Fakat Türk, Osmanlı İmparatorluğu kadrosunda, Doğuyu Araplardan en büyük iş ve hamle plânına çekti; bütün dağınık kıymetleri, baş ideolocya hâlinde nefsinde yaftaladı. Böylece Batının ve bütün dünyanın yeni çağından biraz evvel ve biraz sonra, hem taarruz eder, hem de taarruza uğrarken, öz bünyesinde Doğuyu heykelleştirmiş oldu.
Tarihin masal devirlerine ait sırma saçlı hayallerin bön ve ham telkinlerine değer vermeksizin kaydedelim ki, biz Osmanlı İmparatorluğundan evvel, dünyanın yaratılışından evvelki fezâ gibi, belki başsız ve sonsuz, fakat kalıpsız ve ifadesiz, hususiyle henüz ruhunu kubbeleştirmemiş mücerret bir hareket kaynaşmasından, helezonvarî bir akıştan başka bir şey değiliz; ve belli başlı bir mekâna mıhlı olarak, belli başlı zamanımızı, birkaç küçük örnek bir tarafa, Osmanlı İmparatorluğuyla beraber yaşamaya başlamış bulunuyoruz.
Orta Asya yaylalarından inen zamansız ve mekânsız Bozkurt, Anadolu ırmaklarından birinde su içerken, suda ateş gözlerinin aksini seyrede ede bir söğüt ağacına istihâle etti; toprağa, göğe ve güneşe perçinlendi, yepyeni bir ruh ve iman hamûlesiyle gerçek zaman ve mekân âlemine girmiş oldu. Bozkurt’da, yalnız göğsüne taktığı hassas kalbden evvel, mücerret akıl değerinden başka bir mânâ kıymeti aramayınız!
Ve işte ondan sonradır ki, Batı dünyasını, yine gerçek zaman ve mekân kıymetleri içinde ve o kıymetlere doğru toslamaya başladık.
Taarruzlarımız, iki cepheden; biri, kendi dünyamızın gevşek ve dağınık kendi artçılarına, öbürü de rakip dünyanın yine gevşek ve dağınık öncülerine karşı oldu. Bu taarruz, birini kendi nefsinde toplamaya ve öbürünü kendi nefsinde toplanmaya zorladı; ve toplanmalar muvaffak oluncaya kadar sürdü. Böylece Doğu – Batı ayrılışı ve kümelenişi, en keskin hatlariyle, bizde ve bilhassa bozgun çığırımızda belli oldu.
Nihayet Kara Mustafa’nın düşman eline düşmüş çadırında sevgilisine mektup yazan ve şâhid olduğu hazinelerin pırıltısıyla gözleri kamaşan Avrupalı prensin, mânasını anlamadan gördüğü şeylere eş olarak, bütün taarruz hamlelerimiz, Viyana önlerinden İstanbul kapılarına kadar yolara serpili mücevher, kırık kılıç kabzaları, sorguçlar, kürkler, incili şalvarlar, kırık top namluları, cins at ölüleri, çil yavrusu yeniçeriler kadrosunun taşırdığı bir zemin üzerinde tersine döndü.
Vezir-i Âzam Kara Mustafa Paşa, kaybolan vecdimizin ve doğmaya başlayan yeni Avrupanın ifşacısı, ilk hazin örnek...
Ufak tefek zaman ve mekân fasılalariyle tam o âna kadar zaferle devam eden taarruzlarımız, yine ufak ve tefek zaman ve mekân fasılalariyle tam o anda kendini bulmaya başlayan Batının karşı taarruzları önünde hazin bir müdafaaya inkılâp etti; bu hazin müdafaa, zafer günlerinin rüyasını bile görmekten mahrum, tâ İstiklâl Savaşına kadar sürdü.
Ve en hazini, bu basit tarih ölçüsü, artık saldıran, boyuna saldıran Batının karşısında duyduğumu apışma ve can havli yüzünden bir türlü terkip edilemedi, şuurlaştırılamadı, örgütleştirilemedi, sebebe bağlanamadı.
Az kaldı Peygamber sancağını bile düşmana kaptırma durumuna düşen Vezir-i Âzam Kara Mustafa Paşadan mahkûmluk âkıbeti ve ukdesi terakki ede ede bugüne kadar geldi.
Tarihin ezelî karanlığı içinde, pırıl pırıl ışık helezonları çizerek sadece madde zeminini köpürtücü mücerret bir hayatiyet ve hareketiyle fezada bir seyyarenin teşekkül devresine eş bir varlık belirten Türk, gerçek ve billûrlaşmış fikir ve ruh dünyasına İslâmiyetten sonra girdi.
Henüz bütün kıymet ölçülerinden uzak, fakat sadece terkip yapmaya memur bir müşahedeci göziyle mahyalaştıralım ki, belli başlı bir madde ve ruh zeminine perçinli olarak, insan, cemiyet, millet ve devlet halinde müessiseleşmemiz, sadece İslâmiyetten sonradır.
İslâmiyet dünyasına girerken, birkaç devre sonra hepsini birden maddî rehberliğimizde topladığımız Arap ve Fars milletlerinin rehberliğini kabul ettik. Olgunlaşmamızın, Osmanlı İmparatorluğu kadrosunda en dolgun vâhidine ulaşır ulaşmaz, İslâmiyetle millî bünyemiz arasındaki mayalaşmanın en olgun âhengine varmış olduk.
Ve işte, ister kendi muhasebemiz, ister bütün dünya muhasebesi içinden geçerek, yine kendi kendimizi tam muhasebe edebilmemiz için mutlaka örgüleştirilmesi lâzım gelen, çetin bir hakikate çatmış bulunuyoruz. Şu ki: İslâmiyetle millî bünyemiz arasındaki mayalanmanın en olgun âhenge vardığı Osmanlı İmparatorluğu, fâtihlik devresinde, bizim bütün duygu ve düşünce plânımızı kuran İslâmiyet kadrosuna kendimizden katabildiğimiz en büyük vâhit, İslâmlıktan evvelki seciyemize de eş olarak, maddî hamle iş ve hareketten ibaret kaldı. Biraz evvel, bizdeki tefekkür kıtlığını kaydetmiştik.
Maddî hamle, iş ve hareket çerçevesinde örnek ve rakipsiz millet olarak temsil ettiğimiz İslâmiyetin, doğrudan doğruya fikir ve hikmet kutbunda ise, içimizden fışkıramamış olan şahsî ruh ışıklarını, kendi bünye şartlarımıza göre mümkün olduğu kadar benimsemiş ve yüreğimize aşılamış olmaktan ileriye geçemiyoruz; tekrar edelim, sâf ve büyük tefekkür plânında bir türlü doğurucu, oldurucu, ibda edici olamıyoruz. Bu nokta üzerinde ne kadar derinleşsek azdır.
İslâm yazı çizgilerine Yesari’nin, İslâm mekân ölçüsüne Sinan’ın, İslâm ses terkibine Dede’nin, tahassus kumaşına Yunus Emre’nin eklediği yüzde yüz şahsî, millî, hususî unsurlara rağmen, doğrudan doğruya sâf ve büyük tefekkür plânında ve basit nas ezbercileri, kâtipler, usulcüler dışında, içimizden bir Şeyh-i Ekber, bir İmâm-ı Rabbânî, bir İmâm-ı Gazalî fışkırmayışını, oldum olası sâf ve büyük tefekkür mevzuunda tam bir yetkinliğe varmamış olmaktan başka hiçbir türlü ifadelendiremeyiz.
Hüküm: Kendimizde İslâmiyeti ve İslâmiyette kendimizi bulduğumuz en yüksek muvazene ânında bile, bir taraftan maddî hamle, iş ve harekette, öbür taraftan da zevk, hissî idrâk ve mizaçta, birinci; saf ve büyük tefekkürde ise ikinci kaldık.
İslâmiyeti tam bir nas ve hazmediş hüneriyle derimizin üstüne ve altına geçirdikten sonra, bize başlangıçta rehber olmuş, fakat peşinden maddî hareket çerçevesinde rehberliğimiz altına girmiş Arap ve Fars milletlerinin asırlarca sarf ve nahiv esaretine düşmemiz ve bir türlü içerden dışarıya doğru kendimizi muhasebe edemeyişimiz, yalnız ve yalnız sâf ve büyük tefekkür plânında ikinci olmak ve bundan kurtulamamak hikmetine bağlıdır.
Dünya çapında bir Türk mütefekkiri doğuramamış olmak nasibi –ki, ezelde Bozkurdun bize geçit gösterdiği saniyeden, şimdi şu satırları okuduğunuz saniyeye kadar, oluş çilelerimizin tek müessirini teşkil eder, tamamiyle anlaşılıp çerçevelendiği zaman, bize başka bir Bozkurt, hakikî kurtuluş geçidini göstermiş olacaktır. O belki bir zümrüd-ü anka kuşudur.
İslâmiyeti anlamak, anlaşılır ve anlaşılmaz noktalarıyle anlamak, ona tam bir sınır idrak ve teslimiyeti içinde bağlanmak, tam pazarsızlık ve muvazaasız iman noktasını bulasıya ve aklı son haddine kadar gerdikten sonra tepeleyesiye suçlamak ve aklı aşan akıla sırlara ermek dâvası... Vecd ve aşk çığırımızda da bu çapta bir tefekkür adamı yetiştiremedik, her türlü nefs ve hakikat muhasebesinden uzak yaşadık, din bahsinde de, belki büyük, soylu, hattâ şahsiyetli, fakat daima taklitçi kalmak sınırını aşamadık.
Düşünemediğimizi düşünmedikçe düşünebilmekten uzak yaşayacağız. Düşünce milleti olmadığımızı bilmekte, kurtarıcı düşüncenin ilk şartı vardır.
Kendimizi kalın çizgilerle, hem Batı ve hem de Doğu âleminde çerçeveledikten sonra, şimdi ikisinde birden hülâsalandıracak tek terkip hükmüne irca edecek olursak, görürüz ki, bir zamanlar sâf ve büyük tefekkürde bir türlü birincisi olamadığımız ve yalnız maddî iş ve harekette reisliğini temsil ettiğimiz Doğu, nihayet bizim nefsimizde ve (Rönesans – Yeniden Doğuş)’unu idrâk eden Batı karşısında, iflâsa sürüklenmiştir.
Belirtmiştik ki, zaafımız 17 nci asırda belirir, 18 nci asırda apaçık hale gelir, 19 uncu asırda iflâsa döner, 20 nci asırda da iflâs temelleşir.
Yine belirtmiştik ki, Batının bizi iflâs ettiren tek müessiri, maddeye hâkim bir nizam ve usûl kafasiyle, bu kafanın doğurduğu müsbet bilgiler manzumesinden ibarettir ve bu teşhis mutlaktır.
Doğunun ruhu, maddesini bulamayınca batının erdiği madde yetkinliği bir çelmede onu yıkmıştır. Daha doğrusu, madde hâkimiyetini kuramayan Doğu ruhçuluğu, maddenin çelmesine gelmiştir.
Bir zamanlar batı ülkelerine birer eyalet göziyle bakan, karaların ve denizlerin hâkimi Türk, ezelden beri sâf ve büyük tefekkür kafaları yetiştirmemek yüzünden, ne Doğuyu ne de Batıyı köklerine kadar müşahede edebilmiş; derken Batının birdenbire fışkırdığı müsbet bilgiler umacısı karşısında küçük dilini yutmuş; ve o yutuş, bu yutuş, ruhu ve kolları bağlı, bugüne kadar gelmiştir.
Kaderin ve için için pişen hâdiselerin Süleymaniye camiine bitişik bir kerpiç ev gibi Kanunî Sultan Süleymana bitiştirdiği Sarı Selimden 3 üncü Selim’e kadar (17 nci ve 18 inci asırlar) manzara: Kendimizi, kendimize ve dâvamıza imanımızı, vecdimizi, aşkımızı, zaman ve mekâna tahakküm kudretimizi, kısaca ruhumuzu ve ahlâkımızı kaybetmeye başladığımız ve aşksız, vecdsiz, anlayışsız, hikmetsiz yobazlar elinde küflendiğimiz devir...
Ondan sonra bizi dışarıdan toslayan Batı ejderhasiyle, içeriden tartaklayan ruh zelzelesi, kolkola üzerimize çullanıp apışmamızı resmî ve alenî hale getirir ve göğsümüze iflâs yaftasını asar.
Tanzimat; öteden beri eksiğimiz olan sâf ve büyük tefekkür adamları yerine, sığ ve basit politika kuklalarının; Batıyı, radyodan duyduğu sesleri, taklit eden bir (Eskimo) çapında anlamaya davranıp, ruhu ve maddesi inmeli Türk’e deri üstü bir kopya plânında kurtuluş aramaları hengâmesi.
Büyük tefekkür eksiğimiz, asıl bu devirde belli olur ve üstü kaval, altı şişhane, bir cemiyet bünyesi doğmaya başlar...
Meşrutiyet; artık içimize, elinde bir de "Hasta Adam!" kırbacı, "Düyun-u umumiye"leri, (Kapitülasyon)ları, (Banker)leri, mektepleri ve kavaslarıyla giren Avrupalı karşısında duyduğumuz, fakat bir türlü ferdî ve içimaî illiyetlerine ulaştıramadığımız akılsız bir hıncın, intikamını basit idare şekillerinde aramasından ibaret, cüce bir aksülâmel...
Cumhuriyet ise, tek cümle halinde, o çığırın ismidir ki, artık Türk’ü mekân plânında tasfiyeye gelen Batı dünyasına karşı bu millet, binlerce yıllık bir tarihin asîl vârisi sıfatıyla şahlanmış, tam o anda millî kuruluş iradesini şahıslandırabilmiş, sadece mekân plânında kurtuluşunu idrâk etmiş; amma zaman, yani ruh plânında Garbın daha maharetli, fakat daima satıh üstü kopyacılığından başka bir oluşa şahit olamamış, maddesini Batının pençesinden kurtarabilmesine karşılık, ruhunu topyekûn, muhasebesiz ve murakabesiz, Batı üstünlüğü ukdesine teslim etmiş, büyük hamlesinin sanat ve ideolocyasından öksüz yaşamış ve ruh plânının, belli başlı bir zümre elinde büsbütün harap edildiğini görmüştür.
Esrarlı bir cilve olarak, maddî ve mânevî çöküşümüzle maddî doğruluşumuz arasında tam altı Mustafa vardır: Kara Mustafa Paşa; bozgun çığırımızın mümessili... Deli Mustafa; saray tereddisinin timsali... Kabakçı Mustafa; iç bünye tefessüh ve ihtilâlinin işareti; Bekri Mustafa; Ruhî ve ahlâkî zaaf ve işi vurdum duymazlığa dökme halinin sembolü... Alemdar Mustafa Paşa; artık yenileşme ihtiyacı önünde ancak Balkanlardan kopabilen ilk rüzgâr cereyanının bayraktarı... Mustafa Reşit Paşa; ıslâhçılık ve Doğu – Batı arası muvazaa gayretinin maymun seviyesinde habercisi...
Millî kurtuluş iradesiyle ayağa kalkan Türk, ayakta kalabilmenin manevî hamlesine 50 yıldır ulaşamamış; ulaşabilmek şöyle dursun, ulaşamaması için her şeyin yapıldığına şahit olmuştur.
KENDİ ZAVİYEMİZDEN AVRUPALILIK
Avrupalı, aşağı yukarı şu temel unsurlardan mürekkeptir: metod, sistem, akılla maddeye tahakküm sistemi, lâboratuvar tecrübesi, Yunanî ve hendesî zevk...
Bir asırlık Avrupalılaşma gayretimiz, eğer bizi gerçekten bir arpa tanesi boyu Avrupalıya yaklaştırabilseydi, bu beş unsurdan birer parça hisse alır ve o hisseciklerle anlardık ki, bu gidiş kof ve sahtedir.
Avrupalı bize, son derece maharetle idare ettiği gizli telkincileri vasıtasiyle kendi öz ruhunu terkib eden cevherlerden hiçbir şey kaptırmaksızın, birer cansız ve mânasız kalıp halinde, şapkasını, ceketini, pantalonunu muaşeret edeplerini ve ideolocyalarının posalarını, âletlerinin ihraç malı beylik mamûllerini verdi ve bütün bunların sırrını kendisine sakladı.
Eğer Avrupalı bir kafayla, yedek parçaları memlekette bulunmayan ve yapılamayan, olduğu gibi yabancı eliyle yabancı topraklarda kurulan, hattâ yabancı mütehassıslar tarafından düzenlenen bir fabrikanın, sanayileşme yolunda ne hazin bir iflâs belirttiğini düşünecek olursak, Avrupalılaşma hikâyemizin iç yüzünü anlarız. Ve "kıys alelbevâki –gerisini kıyas et!" deriz. Avrupalıdan bugüne kadar maddî ve manevî kaç unsur almış bulunuyorsak, istisnasız, hepsinde aynı kanun...
Ve bütün bunlar, ruhu metod ve sistem yuvası olan Avrupalının, bir zamanlar ödünü patlatmış olan İslâm ve Türk bütünlüğüne karşı duyduğu hınç yüzünden oldu; onun perde arkası giriştiği metodlu telkinler ve sevk ve idarelerle meydana geldi.
Biz onu taklitte gûya mahâret gösterdikçe, o bizi daima alkışladı; daima şanlı mâzimizdeki kıymetleri zemmederek, onları çiğnemiş olmak meziyeti adına bizi methetti; ve her defa biraz daha güme gittiğine şahit olduğu eski medeniyetimizin yeni harabelerini gördükçe neşesinden uçtu. Bütün bu halleri de asrî küfür yobazlarımız, cihana hayret veren terakki ve inkılâplarımızın senetleri diye göstermeye kalktı.
Şüphesiz ki, Avrupalı, bize karşı metod ve sistemini muazzam ve muhteşem bir muvaffakiyetle idare ve maksadını nihaî haddiyle elde etti.
Şimdi iş şu merkezdedir ki, bütün bu hallerin iç yüzünü anlayabilmek için, ya gerçek ve üstün mânasiyle Şarkı kavramış bir Şarklı olmaya, yahut da düpedüz ve ikisi ortası, öz buhranının farkında bir Avrupalı kültürüne ihtiyaç vardır. Bu şartlardan birincisi, işi müsbet, ikincisi menfî zâviyeden hal ve fasletmeğe yeter. Bizse bunlardan hiçbiri değiliz. Sadece kendisini içinde yitiren ve dışında hiçbir şey bulamayan...
Hale bakın ki, kaybettiğimiz kıymetleri bize gösterip tekrar buldurmak için bile en kolay çâre, gerçek ve üstün mânasıyle Şarkı kavramış bir Şarklı olmayışımıza karşılık, hiç omazsa sahiden biraz Avrupalı olabilmeye bağlı kalıyor.
Ne Şarklı ne de Garplı olan bizim asrî yobazlarımızdır ki, bu incelikleri ebediyen göremeyecek ve anlayamayacaktır. Bilemeyeceklerdir ki Batıyı anlamak hakkı, her şeyi anlamak hakkiyle beraber sadece müslümandadır.
Ne ızdıraplı ve işkenceli tecellidir: Garba karşı Şarkı, Garplıya mukabil Şarklıyı müdafaa için bile, hiç olmazsa Garplının ruh ver fikir mimarisine ermekten gayri bir çâre bırakmamış bir devrin içinden sesleniyoruz! Efendiler, kendinizi ve kendi mazinizi anlayabilmek için bir türlü kendiniz olamadığınıza göre hiç olmazsa –kötü niyetleri bir tarafa- sadece Avrupalı olunuz, razıyız! O zaman size diyeceğiz ki, "metod, sistem, akıl, lâboratuvar ve en nadide zevk ölçüsüyle kâinatta tek esasın İslâm olduğunu isbata hazırız!" Ama siz Avrupalı olmadığınız için, fikre karşı tükürük, yumurta kabuğu ve bekçi sopasiyle harekete geçmeyeceğinizi neyle temin edersiniz?
AVRUPALI TUZAĞI
Biz, hangi milleti ve siyasî zümresiyle olursa olsun, Avrupalının hoşuna gittikçe ve alkışını topladıkça, böbürlenmek yerine başımızı taştan taşa vursak daha iyi ederiz.
Zira bizim, hangi milleti ve siyasî zümresiyle olursa olsun, Avrupalının hoşuna gitmemiz ve alkışını toplamamız, ancak kendi kendimizi tahrip ve inkârımız nisbetinde kabildir.
Bizim, kendi kendimizi bulmamız, Avrupalıya akıl ve madde mârifetleri yolunda erişmemiz ve bu yetkinliği kendi ruh hamurumuz içinde pişirip, onun karşısına, yeni ve ileri bir millet vâhidi halinde çıkmamız, onu şadetmek şöyle dursun, ancak ürkütür, bedbaht kılar ve binbir vasıtayla üzerimize çullandırır.
Şu yüzden ki, biz Avrupalının kendi familyasından sandığı bir millet değiliz. İstediğimiz kadar ondan olduğumuzu iddia edelim, onun kılığına bürünelim ve harfleriyle yazı yazalım, Avrupalı bu iddiamızı, hattâ bu iddiada muvaffakiyetimizi alkışlarken, için için bize gülecek, bizden tiksinecek ve tuzağa kendi ayağiyle düşen bu safdil avı kaçırmamak için her şaklabanlığı yapacaktır.
Kendimizi, Avrupalının bizi hakikatte gördüğü gibi görmek istersek, bütün bir tarih, din ve medeniyet kökü bakımından kendimize ve ona "Ben benim, sen de sen!.." diyebilmemiz lâzımdır. Çünkü o bunu içinden daima söylemekte ve daima bu ölçüye göre iş görmektedir: "Ben benin, sen de sen! Seni senden ayırmak ve kökünü kurutmak için de sana, dış yüzleri kopya etmek metodiyle aslâ varılamayacak birşeyi, benim halime özenmeni ve beni körükörüne taklit etmeni telkin ediyorum!.."
Tanzimattan beri bütün inkılâp anlayışımız, Avrupalının kâh Masonluk ve sınır dışı (plâsman) arayan büyük sermayecilik ve kâh doğrudan doğruya emperyalizma ve silâhla tazyik şeklinde karşımıza çıkardığı, bu, kendimizi inkâr ve tahrip tuzağına bir parça daha yerleşmekten ve o tuzakta dünyanın en yavan ve sahte saadet ve kurtuluş edebiyatlarını gevelemekten başka bir şey olmamıştır.
Yarın, farz bu ya, kendi başımıza ve dışarda tek yardım almadan bir sanayi kurmaya muvaffak olur ve iptidaî toprak mahsullerimiz karşılığında cıvata ve somunlarına kadar dışardan getirttiğimiz âletlerin kaynağını, fikir plânından döküm potasına kadar benimsemek kudretine geçer, buna da Avrupalının müsaade ettiğini görecek olursak, o vakit onun bizi sevdiğine ve tuttuğuna inanabiliriz. Halbuki Türk milletinde böyle bir yetkinlik, Avrupalıyı, kendi sınırlarına tarafımızdan bir tecavüz olmuş kadar şahlandıracak ve her vasıtayla buna engel olmaya zorlayacaktır. Zira dâva yalnız bizden ibaret değildir, gerimizde birde büyük Asya vardır. Batının, mamul eşya ihraç pazarı büyük Asya...
Tarih boyunca birbirine karşı en ağı imtihanları vermiş olan Şark ve Garp medeniyetleri, neticede Garbın, akıl ve madde hâkimiyetiyle Şarkın boynuna, müstemleke ve istismar sahası boyunduruğunu geçirmeye muvaffak oluşundan beri, karşılıklı ve zımnî bir anlaşma halindedirler: Bütün medeniyet unsur ve âletlerini Garplı imal edecek ve Şarklı, sadece ahmak müstehlik sıfatiyle bunları kullanacak ve mukabilinde tarlalarını Garplı hesabına ekip biçecek ham maddelerini onun emrine verecektir. Bu arada Şarklının Garplıya yaklaşma haddi, sadece iradesiz bir hayranlık ve ipin ucu daima efendide kalmak şartiyle satıhtan taklittir.
İşte Türk milleti, 18 inci asırdan sonra Garp cemiyetini işbâ haline getiren ağır sanayi, büyük kapitalizma ve bunların emri altındaki Garp emperyalizmasının bir avı halinde, boyuna kurtuluş reçeteleri getirerek kendisini zehirleyen inkılâp rehberlerinin izinden, Garbın bu tarihî tuzağına bütün külçesiyle oturtulmuştur
Bütün bu incelikleri sezen ve ona engel olmak için cihanda bir eşi görülmemiş bir siyasî dehâ gösteren İkinci Abdülhamid, sadece bu milliyetçi cephesi yüzündendir ki, Garp Masonluğunun, kapitalizmasının ve emperyalizmasının kurbanı olmuş ve her biri Mason localarından icazetli şahıslar eliyle devlet reisliği makamından indirilmiştir. Tarih, bir gün serbest kalıp da onun bu mahrem çehresini tesbit ettiği an ikinci Abdülhamid, Osmanlı hanedanının devlet reisleri arasında en büyüğü diye anılacaktır.
Tanzimat bir Mason inkılâbı olmuş, Meşrutiyeti doğrudan doğruya Masonlar idare etmiş, ve Birinci Cihan Harbinden sonra artık büsbütün tasfiyesi takarrür eden Türk’ün istiklâlini tasdik ederken, Avrupalı, meydana gelecek yeni rejim bakımından bizim tarihî köklerimizle aramızı açacak bütün tedbirleri almayı ve bize kabul ettirmeyi ihmal etmemiştir. Böylece ve bütün bu arada, ismine inkılâp denilen tuzağa düşme hareketleriyle hakiki inkılâp imkân ve istidadı büsbütün güme gitmiştir.
BUGÜNKÜ DÜNYA
Bir türlü göremediğimiz ve bir türlü bize gösterilmeyen şey, bugünkü dünyadır.
Medenî insanlık –ki Batı dünyasından ibaret biliyoruz- bundan evvel işaretlediğimiz şekilde, Batının binbir tezat ve buhranını, Birinci ve İkinci Dünya Savaşlariyle kökünden tesviye ve tasfiye için ayaklanmış, bütün tezat kutublarına, bütün mevcutlarını teraziye atmak borcunu yüklemiş; kan ve ateş tarlası bir ufuk üzerinde, yarının büyük nizam ve muvazene şafağını gerçekleştirmek adına, asrımızın bütün cemaat, nebat, hayvan ve insan kadrosuna bir mahşer manzarası vermiştir. Şimdi bu mahşer, ruhlardaki yırtığını, her ân biraz daha genişletirken, maddede kısa ve sahte ir mola, bir vurdumduymazlık devresine girmiş bulunuyor.
İşte medenî insanlık, bugüne kadar ulaştığı binbir kemale rağmen, elinden kaçan maddî ve ruhî nizam ve muvazeneyi iade etmek ve kendisine yepyeni bir iman, yepyeni bir ruh, yepyeni bir ahlâk ve yepyeni bir nizam yuğurmak için, ya tam varlık, ya tam yokluk peşinde, müthiş bir metobolizma ihtilâli yaşarken, Türk cemiyeti, bu ana-baba gününü, kendisinden ve cihandan habersiz şartlar içinde karşıladı.
Bu şartlar içinde, yegâne iyi olanı, basit mânada dış politika ölçüsüdür. Türkiye’ye hür dünya safında yer veren siyasî selâmet duygusu... Bir bunu sezebildiler.
Fakat yine bu şartların sa’dede en uzak bulunanı, içtimaî ve ruhî olanıdır; yâni bu dünya kıyametine, bütün bir tarih seyri icabı, içtimaî ve ruhî buhranlarımızın en hassas ve nâzik anında, Sırat köprüsü geçidinde çatmış olmamız... Ve kuru teselliler altında, bir türlü cihan hâilesi içinde muhasebesine girişemediğimiz iç çöküşümüzden gafil bulunmamız.
Koskoca milletlerin, erimiş demir potalarına düşen bir iğne gibi bir ânda yoklara karıştığı bu dünya kıyametinde, dış politika cephesinden salim duygumuz, gerçek bir koruyuculuk değerinde olsa da, bu koruyuculuk, yine madde ve mekân plânını aşamayacak, yarın tuttuğumuz dış politika yolunun yüzüsuyu hürmetine sahibi kalacağımız madde ve mekân plânında, ciddî bir ruh ve zaman fâtihliği gösteremeyecek olursak, hayatımız yeniden tehklikeye girecektir.
Evet, evet; bizim kendimizi harbte ve karışıklıkta değil, sulhte ve huzur zamanında, müdafaa etmemiz daha zor olacaktır.
Öyle, bizim yarınki dünyaya, bugünkü kıyametin bütün illet ve müessirlerini tartarak, tanıyarak, anlayarak; ve bütün tarih seyri boyunca kendi nefs muhasebemizi dibine kadar yapmış, kendimizi bütün zaaflarımız ve kuvvetlerimizle tesbit etmiş olarak, yepyeni bir ruh, mefkûre ve nizam yekpâreliği içinde doğmamız lâzım...
Vâdesinin son ânı geldiği için, icap ederse bir yudum su içmeden ve tek saniye uyumadan bütünleştirmeğe mecbur olduğumuz bu yepyeni ruh, mefkûre ve nizam nedir? İşte bütün mesele!
İçimize göz atarak dışımızı ayarlamak bir yol olduğu gibi, dışımıza bakarak içimizi düzeltmek de daima iç hakikatte birleşen ayrı bir iştir. Bunun için, bir türlü göremediğimiz, bir türlü bize gösterilmeyen bugünkü dünyayı, en mahrem fikir ve ruh kökleriyle hecelemek zorundayız.
Bu heceleme işinde, dünü, bugünü, yarını, kendimizi, onları ve herşeyi, düpedüz bütün zaman ve mekânı murakabeye memur bir idrak ve irfan seviyesine muhtacız. Yoksa, fikircilerimizin seviyesi bakımından, çent zamandan veri olduğumuz gibi, üst katında kanserli vârislerine çâre aradıkları bir şatonun bodrum katında, ayrıca, müzmin bir illetle kavrulduğu halde kendisini sıhhatli sanan hasta bakıcılardan farkımız ve ana dâva önünde kelâm hakkımız olamaz.
Dünü, dünün hakkını; yarını, yarının hakkını, bugünkü dünyayı teşhis ve tesbit etmekle anlamaya başlayabiliriz.
Bugünkü dünya, tahlilini bekleyici tek cümlelik terkip hükmiyle, Yirminci Asrın başında ve ortasında iki kere neşterlediği halde bir türlü çıkaramadığı ruhî ve içtimaî urunu daima içinde gezdiren ve şimdi fâni bir gaflet ve sahte sükûnet devresine girmiş bulunan ve pek yakında bütün iç ihtilâlini açığa vurmaya mahkûm yaşayan asırlık bir illet panayırıdır.
İllet, atomu çatlatmaya ve yıldızlara sun’i peyk göndermeye kadar giden madde terakkileri yanında, insan ruhunun bütün muvazene, huzur ve gayesini kaybetmesi ve bütün bir ahlâk, içtimaî nizam ve siyasî âhenk buhranına düşmesidir.
Bu illet dünyasının siyasî, içtimaî ve ferdî avunma ve avutma tedbirleri, dişi çekilecek çocuğa "ağzını aç ve şu uçan kuşa bak!" demekten farksızdır. Ne Amerikan doları para eder, ne "Sallan – yuvarlan!" dansı, ne feza yolculuğu, ne de bilmem ne tableti!.. Cihan, şu veya bu kıymetin değil de, bizzat kıymet ölçüsünün çivili bulunduğu can evinden, ruhundan hastadır.
Ne mutlu, böyle bir dünyanın nihaî ihtilâl eşiğinde nefsini muhasebe edebilen, mazi ve istikbalini kurcalayan, gaipler perdesinin çan iplerini çekmeye savaşan ve yaşanmaya değer hayatın şartları uğrunda beynini törpüleyen milletlere!
DOĞAN DÜNYA VE BİZ
Bir dünya doğuyor, yepyeni bir dünya. Kat kat sis arkasında, yarı belirli, yarı belirsiz bir dünya...
Bu dünyayı hecelemekte en zayıf olanlar, -her yerin mahzun ve münzevi mütefekkirleri müstesna- kaba politika dizginlerine sarılmış, bir dünyayı güttüğünü sananlardır. Yani basit (aksiyon) seyisleri...
Türk milletini, yarına yekpare bir ruh, mefkûre ve nizam bütünü içinde çıkarmak için ilk zarurî teşhis, bugün kan ve ateş lâvları altında artık pelteleşmeye, donmaya yüz tutan yeni dünyanın birkaç ana çizgisini sökebilmek...
Batı çevresinde doğan bu dünyada, arayanlar, ne sâf halde komünizma ve sosyalizmayı yerinde bulacaklar; ne faşizma ne nazizmayı hortlatmaya namzet görecekler; ne de liberalizma ve kapitalizmada bir temellilik kaydedebilecekler... bu dünya bir "yeni"ye muhtaçtır.
Çoktandır kendi mekân çerçevesi içinde, maddecilikten ruhçuluğa, (beynelminel)cilikten (millet)çiliğe, içtimaî toptancılıktan ferdî şahsiyetçiliğe, kemmiyetçilikten keyfiyetçiliğe, mutlak devletçilikten mahdut mülkiyetçiliğe dümen kırmış bulunan komünizma; şimdi, can havliyle ve bütün oyun ve ustalık dehasiyle atlattığı imtihanların ertesinde, dünyaya, kendi içine doğru kurnaz bir yamacı ve muvazaacı, dışarıya doğru da bir türlü hizaya girmez ve ihtilât kabul etmez bir bozguncu ve yıkıcı gibi bakıyor.
Bedbaht faşizma ve nazizma, hiçbir zaman ve mekânda beşeri bir ideolocya haysiyetine ulaştıramadığı kaba ve nefsanî kuvvet psikolocyasının macerasını muhteşem bir (gangster) romanının üstüne çıkaramadan tüketmiş bulunuyor.
Liberalizma ise, kendine zıt her şeklin kötü taraflarını tasfiye edip iyi taraflarını nefsine sindirmek, böylece kendi pörsük ve gevşek taraflarını besleyerek içtimaî mezhepler arası yeni bir terkip kurmak ve terkibini liberalizma ruhuna uydurmak yolunda çırpınıyor; fakat bir türlü yapamıyor.
Girift ifadeleri çözmeye çalışarak belirtelim ki, yeni dünyada, sâf (doktrin)ler zaviyesinden komünizma dönek, nazizma müflis; demokrasya ise, yeni zaman ve mekânın fâtihi olmak, kendinden ve düşmanlarından aldığı derslerle nefsini gençleştirmek hamlesinin âcizi...
Komünizma, Batı münevverinin, bütün istismar ve sultalariyle Batı cemiyet düzenine karşı, intihardan farksız ihtilâli oldu. Faşizma, bu ihtilâl önünde, Batı münevverine, bütün istismar be sultalariyle tezatsız ve zaafsız bir Batı muvazenesini perçinleme yolunda teşkilâtlanma hamlesini verdi. Liberalizma ve kapitalizma ise, biri kendisini soldan devirmeye, öbürü sağdan çelmelemeye savaşan bu iki zıt bünye dürtüşü arasında, birtakım mekân zaferlerine erdikten sonra, birini biraz döndürmüş, fakat kandıramamış, öbürünü ise vakitsiz yere sermiş olarak, doldurmakla mükellef olduğu fikirtaştahtasının önüne geldi.
Demokrasyalar dünyasının takma dişli hatiple, hâlâ bu taştahta üzerine, "insan, cemiyet, millet kadrolarındaki serbest oluş hakkına saygı mefkûresi"nden başka bir ibare yazamıyorlar. Kendi iç tefekkür tabakalarından gelen mahrem seslerse, aynı nizamın bütün zayıf ve yatalak taraflarını tasfiye etmesi ve asırlar boyunca eşya ve hâdiselere yeniden tahakküm iktidarını verecek bir gençliğe kavuşması için, ruhî bir eriş ve oluş zaruretinden dem vurmakta...
Dünya, "insan, cemiyet, millet kadrolarındaki serbest tekevvün hakkına saygı mefkûresi" gibi, "ne olursan ol; elverir ki, olduğun, istediğin olsun!" tesellisine değil, "mutlaka bir şey ol; elverir ki o şey doğru olsun!" itminânına muhtaçtır ve bütün ıstırap ve ihtilâç kaynağı işte bu itminânsızlıktır.
Dünya bir iman ve nizam kaybetmiştir ve yeni zaman ve mekân şartları içinde bunlara muhtaçtır.
Neticede, mutlaka bir şey olmak isteyenler, korkunç bâtıllarını dağ gibi yükseltmekten ve düşmanlarını temizlemekten başka bir şey yapamamışlar; ne olmak lâzım geldiğine eremeyenler de, hep bu bâtıları fışkırtan bünye ihtilâline razı, mücerret be başıboş bir hürriyet hakkını müdafaadan gayri bir şey bulamamışlardır.
Bu dünya, şu ânda, yanlış olanlarla doğru olamayanlar arasındaki kavgada, bir ân için yanlışın tasfiyesi, fakat doğrunun tesviye edilemeyişi buhranını yaşamakta; ve ister bugüne kadar gelmiş içtimaî mezhepler arası, ister hepsinin dışında ve üstünde mücerret bir vâhid olarak kendisine yeni bir terkip ve nizam getirecek haberciyi bekliyor.
Doğan dünyayı, şimdiden, ruhçu, ahlâkçı, milliyetçi, cemiyetçi, şahsiyetçi, keyfiyetçi, nizamcı, müdahaleci, sermaye ve mülkiyette tedbirci gibi ana fârikalar altında, mücerret insan hürriyetine saygı mefkûresi altında toplanmaya namzet sayabiliriz.
Bir dünya doğuyor ve bu dünyanın doğuşunda hissedar olmayan milletlere artık içtimâi mânada ölüm ve yokluk düşüyor. Öyle bir dünya doğuyor ki, niçin yaşadıklarını ve ürediklerini izah edemeyen milletlere, yarın, üstünde süründükleri stepleri sulamak vazifesini verecektir.
Böyle bir dünyanın doğmak üzere olduğunu; ve bütün medeniyet dünyası bütün dâva ve aks-i dâvaları içinde son tekevvün buhranlarını çekerken, bizim biricik kurtarıcı sistemi kendi öz cebimizde kaybettiğimizi bilelim; ve Garp döne dolaşa, bizim kaybettiklerimize gelmeden, biz, dönüp dolaşmaksızın onu kendimizde arayalım!
Fakat bu, "arayalım" demekle olacak iş değil... Onu arayıp bulacak olanları bulmak lâzım...
Bunun için de asırlık mahrumluğumuzu, derinden derine incelemek ve onun hınciyle harekete geçmek...
OLMADI – OLAMAZ!
İnhitat günlerimizden ve hele Tanzimattan beri, hiçbir asrın, hiçbir yılının, hiçbir ayının, hiçbir gününün, hiçbir saatında Türk milletini gerçekten uyandırma hamlesi görülmedi.
İnhitat günlerimizden ve Tanzimattan beri, Türk milletini, kendi öz kökünden dallarına kadar, devir devir bütün bir nefs muhasebesi ehliyetin ulaştırabilecek hiçbir içtimaî şart doğmadı.
Türk milletine, evvelâ nefsini, sonra dünyasını, önce kâinatını, sonra yine nefsini teşhis ettirici idrâk ve irfan melekesi, inhitat günlerimizden ve hele Tanzimattan beri bir türlü mayalaştırılamadı.
Türk milletine, dâvaları ve aks-i dâvaları hiçbir gün öğretilemedi, gösterilemedi.
Türk milletine, niçin hâlâ öz eliyle bir dikiş iğnesi yapamadığı ve bir fabrikanın parçalarını yabancı diyarlardan getirip burada kurmakla bir sanayi sahibi olunamayacağı sırrından asla bahsedilmedi.
Gerçek münevver ve dünya meselelerinin çilesini çekmiş en aşağı bir milyon adam yerine, niçin bir düzine insan bile yetiştiremediği, Türk milletinin yüzüne, saffet, samimiyet ve halisiyetle haykırılmadı.
Şu İkinci Dünya Savaşının hangi ruhî, içtimaî, iktisadî, siyasî müessirlerden doğduğunu izah edebilecek kıratta bir devlet ve siyaset adamı istidadına bile tesadüf olunamadı.
Tam 50 yıldır, 10 yaşında futbol, 20 yaşında sinema, 30 yaşında kumar, 40 yaşında içki, 50 yaşında ihtikâr, 60 yaşında sahte vatan edebiyatı ve inkılâp nakaratı kahramanlarından başka hiç bir şey zuhur etmedi.
Ve hal böyleyken, birdenbire, Türk milletine, paranı sesi halinde demokrasya tesellisi verildi; memlekette halk ve demokrasya idaresinin kurulduğuna inanıldı ve onlarca Türk milleti saadete erdirildi; ve oldu bitti.
Halbuki hiç bir şey olmadığı ve olamayacağı şöyle dursun, sahte oluşlarla, olmak ihtimaline de set çekildi.
Hiçbir Asya ve Afrika vahşi kabilesinde eşine tesadüf olunamaz bir (tabu) asabiyetiyle üzerinde düşünülemez, yanına sokulunmaz ve yüzüne bakılmaz "devrim" isimli öyle bir put yontuldu ki, gerçek oluşun hiçbir kanunundan bahsedilemez, insanoğlunun hiçbir hatırası dile getirilemez oldu. Ve işte böyle oldu. Olamamanın ve olamazlığın son haddiyle böyle oldu.
BU AĞACIN YEMİŞLERİ
Bu ağacın yemişleri, (Noel) ağaçlarının dallarındaki takma ve iliştirme eşya gibi sun’îdir. Bu ağacın kökünden doğma ve beslenme değildir.
Bu ağaç, bu takma ve iliştirme eşya altında, tıpkı (Noel) ağaçlarının bir gece sonraki hali gibi cansızlaşır. Ya bu dallardaki türeme yemişlere bir kök bulmalı, yahut bu ağacın kökünü dallarına hâkim kılmalıdır.
Bize, dallarımızın ziynetini dışarıdan taşıyanlar, sistem ve plânda, içerden kökümüzü kurutmaktan başka gaye gütmemişlerdir.
Halbuki dünyada ne kadar dal ziyneti varsa, hepsi de belli başlı bir kökten gelmektedir.
Kökü yabancıda, yemişi bende bir nakil ve iktibas işine inanabilmek için, hayvan haysiyeti bile fazladır.
Yeni zaman yemişlerini dolduracak büyük hamleyi bu ağacın kökünden dört asırdır devşirmeyişimizdeki sırla, nihayet büsbütün köksüz yaşamaya razı oluşumuzdaki sır arasında, çok ince bir münasebet aramalıdır.
Kökünden can fışkırmayan ve yemişini emzirmeyen ağaçların sahte donatımlarla ayakta kalmasındaki miâd pek kısadır; ve böyle ağaçlar bugünkü milletler ormanından taranıp odun depolarına atılmaya mahkûmdur.
Muhtaç olduğumuz inkılâp, yeni zaman yemişlerinin en olgun ve şifalılarına bu ağacın kökünden kan ve hayat emdirmek işidir; ve artık vâdesi taşan bu işin bir gece donraya dahi tahammülü kalmamıştır.
TEK KELİMEYLE KURTULUŞ YOLU
Evvelâ şahsını, sonra bütün Doğu âlemini kurtarması, daha sonra da çepçevre yeryüzüne ve insanlık kadrosuna sahip bir kurtuluş ifadesine varması için Türk milletine tek bir yol vardır.
Bu, şimdiki manzarasiyle Türk milletinden şunu istemek gibi bir şeydir: Kafdağının tepesindeki zıpzıp cüsseli kar parçası kendi üzerinde döne döne büyüyecek, dağın bütün kar mevcudu derecesinde şişecek, nihayet koskoca Kafdağını dize getirici bir azamet kazanacak...
Halbuki, hakikatler içinde en olgun ve en ince bir tanesi de var: Türk milleti, bütün tarih boyunca kaderinin devamlı ihtar ve ifşa edişleriyle meydanda olduğu gibi, ya olunca her şey olmaya, yahut olamayınca hiçbir şey olmamaya memur, ulvî ve çetin bir nasibe mazhardır; ve bu şanlı nasibin sert hükmünde, Türk milleti için, arslanın maiyetindeki karakulaklardan (tilki, çakal, sırtlan vesaire) biri olmaya mahsus, ikisi ortası bir muvazenecilik yoktur. O, bizzat arslan gibi, ya ormanların hâkimi, yahut kafeslerin mahkûmu kalacak; birinci halde karakulaklar onun sığıntısı, ikinci halde de, o, karakulakların maskarası diye yaşayacaktır.
Demek ki, bizim kendi kendimizi, kendi dar ve pek hudutlu çerçevemiz içinde dahi kurtarabilmemiz için, bağlı olduğumuz dünya parçasını da beraber kurtaracak ve o dünya parçasının bütün yeryüzüne üstünlüğünü gösterecek bir kudrete ulaşmamız lâzım... Yâni bir dünya çapında kurtarıcı olamadan, bu çapta kurtarıcılara mahsus bir hamle ve hazırlık sahibi bulunmadan, bu küçücük zatımızla bile kurtulamıyoruz.
Evvelâ şahsını, sonra bütün Doğu âlemini kurtarması, daha donra da çepeçevre yeryüzüne ve insanlık kadrosuna sahip bir kurtuluş ifadesine varması için Türk milletin e gereken yol, en girift, en mahrem ve en iç kavranışiyle İSLÂMİYET’tir.
Gerçek ve büyük ifadesiyle 600 küsur senelik devletimizin yarısında tam ve sıhhatli bir arslan, yarısının ilk yarısında dişleri ve pençeleri iltihap içinde bir arslan benzeri, yarısının son yarısında de ne dişi ve ne pençesi kalmış bir kafes arslanı hayatı süren milletimize, hele son bir asrın sahte ve büsbütün kaybettirici birkaç davranışından sonra düşecek en sağlam, en yeni ve en ileri şuur, ruhunun röntgen camını hangi çöplüğe atmışsa bulup çıkarmak ve onu bugüne kadar yapılmış her teşhisin yanlışlığı ve yalancılığı adına Yirminci Asrın güneşine tutmaktadır.
İslâm vecd ve imanının, ana sütünden daha beyaz ve daha temiz çarşafı üzerinde Yirminci Asrın dünyasına ait şifalı ve zehirli ne kadar yemiş varsa hepsini silkeledikten sonra, bizden olan her şeyi çekici ve bizden olmayan her şeyi itici bir ana kıyas vâhidine sahip, sağ elimizde Allahın kul parmağı girmemiş biricik Kitabı ve sol elimizse insanoğlunun olanca fikir ve iş kütüphanesi, ânî bir şahlanışla, kendi kendimizi bulma!... Kurtuluşumuzun ve dünya çapında kurtarıcılığımızın reçetesi sadece budur: Ve bu reçetenin temel unsuru İslâmiyettir. İşte bugünden başlayarak kendimizi çerçevelemeye memur bildiğimiz muhteşem ve açıklığı içinde bir o kadar mahrem hakikat!
AHLÂK DÂVAMIZ
Türkün ahlâk yönünden muhasebesine girişirken ahlâkı bedâhet mânasiyle ele alıyor ve onun ne olduğunu "Ana Kaynak" faslına bırakmak usulünü tutuyoruz.
Ahlâkı bedâhet olarak ele alıp Türkün bu yönden muhasebesine girişmek için de, ahlâkın dış kaynakları ve zahiri nisbetlerine göz atmalıyız.
Ahlâkın iki kaynağı vardır: Dinler ve din yerinde felsefî mezhepler... Yâni kâinatın irca edilebileceği vâhid etrafında, hakikisi ve sahtesiyle iman manzumeleri...
Cemiyette, umumî ve amelî bir iman ve amel mevzuu olmak bakımından kendilerini din yerinde gören felsefî mezhepleri, sadece dâvaları yüzünden ve bâtıl tarafından mücerret din kadrosuna alacak olursak, ahlâkın kaynağını esasta bire irca edebiliriz: Din...
Dünyamızın içini ve dışını, malûmunu ve mechulünü, "Mâsiva"sını ve "Mâverâ"sını ana illet prensiplerine bağlayıcı bütün bir (metafizik) örgüsüne malik olmayan hiçbir fikir sistemi üzerinde, hiçbir ahlâk telâkkisi bina edilemez. Böyledir; ve hakikî dinler de, işte bu eksiksiz ve gerçek iman manzumelerinden başka bir şey değildir.
Garbın çoktan beri mütearifeleştirmiş bulunduğu inanışlardan biri şudur ki, büyük tecrit ve teşhisin kaynağı tam bir (metafizik) örgüsüne malik herhangi bir felsefî mezhep bile, aynı bütünlükle ahlâk telakkisini manzumeleştirmedikçe yarımdır. Tamamlansa da dinlere nisbetle daima eksik kalacak bir tecrit ve teşhis cehdi, ahlâkını bina etmedikçe eksik içinde eksik kalıyor.
Felsefî mezheplerin, ahlâk telâkkileriyle yanyana gelmek mecburiyeti, Batı ve dünya irfanında su götürmez bir mükellefiyettir. Örgüleştirdiği fikir mimarisine bitişik olarak ahlâk telakkisini bina edemeyen (filozof)a "yarım mütefekkir" diyorlar.
Bir yüzüğün halkasına ana pırlanta taş gibi, kendi fikir sisteminin merkezine bir ahlâk telâkkisi oturtmamış olan "yarım mütefekkir" hemen yoktur; yahut parmakla sayılacak kadar az... Bir tanesi, "ahlâk telâkkiniz nerede?" itirazına karşı "Din ve Ahlâkın İki Kaynağı" isimli eserini ortaya atan (Bergson)...
Buraya kadar belirtmek istedik ki, ister bâtıl ister hak, üzerinde çekişmek için insanlara ahlâk görüşünü göstermek her sistemin borcudur. Bu işin (olmaz)ı olamaz; ve bu gerçek üzerinde bütün insanlık beraber...
Hal böyleyken, felsefî mezhepler, umumî ve amelî bir ahlâk mevzu olarak bütün dünyada ve bütün tarih boyunca, Eski Yunan ve Roma’nın Stoisizma ahlâkiyle bugünkü Sovyet Rusyanın maddecilik ahlâkından başka hiçbir tesis bina edememişlerdir. Bu iki sistem müstesna, baştan başa nazariyede ve kağıt üzerinde kalmışlar; ve bu iki sistemin birincisinde mitolocya, ikincisinde de Hıristiyanlık ahlâkının artıklarından faydalanmışlardır. Netice itibariyle hakikî ve semavî dinlere bağlı ahlâkın rekâbet kabul etmez bir bütün olduğu mutlaktır.
Bütün dünyaya bütün tarih boyunca hâkim gerçek ahlâk telâkkileri, bâtıl veya hak, hakikî din ahlâklarından başka bir şey olamadı. Batıda mitolocya ve Hıristiyanlık ahlâkı, Doğuda da kendi mitolocyalarından sonra Müslümanlık ahlâkı...
Bugünkü Garp ahlâkının temeli, üstünde binbir ahlâk dâvasının karıncalanmasına rağmen sadece ve daima Hıristiyanlıktır; ve Garpta hiçbir inkılâp hareketi bu ahlâkın kökünü baltalayamamıştır.
Bizim ahlâkımızsa, baştan başa müstesna bir ahlâk manzumesinden ibaret Müslümanlık ahlâkıdır ki, eski çağlarda ham ve kaba softa bu ahlâkın sâf ve hâlis imân cephesini kurutmuş; yeni çağlarda da Avrupalıya körükörüne hayran, (modern) inkâr yobazı bu ahlâkın öz kaynağını yıkmış; İnkılâp dedikleri de kendi içinden yeni bir ahlâk telâkkisi getirmeyince, bugünkü ahlâk faciamız doğmuştur.
Bütün vatanı kuşbakışı gören bir dağın tepesine çıkıp bütün vatanı fıkırdatacak bir sesle haykırınız; "Bizim son 50 yıldan beri ahlâk telâkkimiz nedir? Varsa, târifinden vazgeçtik, yalnız adını öğrenmek istiyoruz; yoksa, mevcut olmadığının tesbitini!.."
Böyle bir suale, yeryüzünde bizden başka cevap vermemek mevkiinde tek millet yoktur. Bütün Avrupa ve Amerika, filozoflarının fert ve nazariye ahlâkı bir tarafa, cemiyet ve ameliye ahlâkiyle Hıristiyanlık ahlâkına bağlıdır. (Sovyet)ler madde ve maddecilik telâkkisi ahlâkına: Müslüman olmayan kısımlariyle Hind, Çin ve Japonya, (Budist), (Brehmen) ve (Mecusî) ahlâkına... Afrika vahşileri (Totem) ve kabile ahlâkına... Yâni bâtıllar ve dalâletler manzumesi içinde bile her biri din ahlâkına...
Dâvaları, ilmî, edebî, felsefî, hukukî, siyasî, beledî, sıhhî, malî, iktisadî, ferdî, içtimaî, millî, askerî kaç şubeye dağıtırsanız dağıtın; bizim, her şubeyi ayrı ayrı kucaklayan her şubenin ayrı ayrı temelini kuran biricik dâvamız ahlâktır. Aslî olarak başka meselemiz nâmevcut...
Siz iyi ve temiz bir Türk müsünüz?... Eğer bir elinizle bugünkü ahlâk faciamızın müşahhas tecelli plânındaki tüyler ürpertici manzaralarını pençelemiyor; öbür elinizle de muhtaç olduğumuz ahlâkın mücerred inşası bakımından varılması mümkün yegâne teşhise işaret etmiyorsanız, biricik vatanî ve millî borcunuzu yerine getirmiyorsunuz demektir.
Bugün omuzlarındaki içtimaî şartlar altında gözü uyku ve vücudu et tutabilen insan, iyi ve temiz bir Türk değildir. İyi ve temiz Türk’ün, ağlaya ağlaya su kesileceği yakın bir istikbalden hâl günlerini yaşıyoruz.
Âlemde bedâhetler arası hiçbir tezahür, şehirde, köyde, evde, mektepte, sokakta, pazarda, cemiyette, ailede, fikirde, kanaatte, işde, vazifede, ahlâk buhranlarının en korkunç ve dipsizine düşmüş bulunduğumuzdan daha yalçın bir gerçek belirtemez.
Ahlâk bozgunumuz da, fikir bozgunumuzla kolkola geldi.
Bizi, evvelâ ham ve kaba softalık yere serdi; sonra körkütük hayranlık ve şahsiyetsizli kıskıvrak bağladı, daha sonra kaatil züppelik ve ahmak kopyacılık zehirledi; en sonra da iman ve ahlâk kaynaklarımızla aramızı büsbütün açan cebrî ve ceberutî ilericilik komaya yatırdı.
Cumhuriyet İnkılâbını doğuran İstiklâl Savaşının ruhuna bağlı ve o ruhun fedaisi herkes, sadece bu fedailiğin verdiği hakla, ondan inkılâp gerçeğini ve gerçek inkılâbı istemelidir! Hindlilerin "gulûgulû"su gibi, "inkılâp, inkılâp!" diye geviş getirmek mi gerçek inkılâba hizmettir; yoksa ona, kaynaklarını tıkadığı eski ahlâk telâkkimize karşılık yeni bir kaynak açmak kaygısını aslâ duymamış olduğunu hatırlatmak mı? İşte o zaman inkılâp şapa oturacaktır.
Gerçeğimiz tektir! Bütün vatanı kuşbakışı gören bir dağın tepesine çıkıp bütün vatanı fıkırdatacak; ve (Serkldoryan)daki baydan Ağrı dağındaki çobana kadar bütün kulakları yırtacak kuvvetle haykırmak borcunda olduğumuz tek gerçek: Ahlâk yaramız, beynimizden topuğumuza kadar işlemiştir; asıl bunun kurtuluş savaşına muhtacız.
AHLÂK KAYNAĞIMIZ
Bizim, olmuş ve olabilecek ahlâk kaynağımız adıyla ve sanıyla İslâm ahlâkıdır. Bunu anlayamadık; anlaşılacak olan buydu; anlaşılacak olan budur!
Bir zamanlar ne olduksa bu ahlâkın yüsüsuyu hürmetine olduk; ve ne olmadıksa, bu ahlâkı gölgelendirmek ve sonra büsbütün karanlığa gömmek yüzünden olamadık. Bunu bilemedik; bilinecek olan buydu; bilinecek olan budur!
Kafalar arası bir kere daha mahyalaştıralım ki, dünyanın biricik kâmil ve esasî ahlâk manzumesi olan İslâm ahlâkını, bize, Tanzimattan evvel ham ve kaba softa, Tanzimattan sonra da aynı seciyenin tersi ahmak ve şahsiyetsiz Garp taklitçisi kaybettirdi. Bunu göremedik; görülecek olan buydu; görülecek olan budur!
Bütün intikal ve istihale basamaklarımızda, muhtaç olduğumuz ahlâk doğruluşunun bayrağını açacak terkipçi ve sistemci Türk mütefekkirlerinden hiçbir haber gelmedi. Böylece güme giden fâtihlik, zaman ve mekânımızı yeniden kazanma yolunda her hamlemiz ruhta dayanaksız kaldı. Sadece dayanaksız kalmadık; en sağlam dayanağımızla ruhumuz arasındaki ulaşma yollarını tıkadık; satıhta süslenmek isterken kökte kuruduk ve nihayet son 50 yıllık misilsiz ruh ve ahlâk buhranına çattık. Bunu örgüleştiremedik; örgüleştirilecek olan buydu; örgüleştirilecek olan budur!
Islâhcılık ve yamacılık hareketimizin hiçbir çığırında seçemedik ki, maddî ve manevî bütün plânlariyle vatan; Anadolu, Trakya, köy, kasaba, şehir ve mektep, mabed, sokak, meydan, dükkân, resmî daire, fedaî Mehmedçik, masum Emine, müşfik anne, ben, sen, o, biz, siz, onlar; topyekûn Türk cemiyetini terkip eden bütün şahsiyet ve asliyet unsurları, yekpâre bir millet kadrosu halinde, ana çizgilerini İslâm ahlâkının potasında eriyerek almıştır; ve bu unsurları o ahlâkın ikliminden sürüp çıkarmak, kül ve çamur haline getirmekten farksızdır. Bunu seçemedik; seçilecek olan buydu; seçilecek olan budur!
Yol, en eski dünle en uzak yarın arasında hiçbir zaman değişmedi ve değişmeyecek; kafamızla intibak zorunda olduğumuz yeni zaman ve mekân âlemine, ruhumuzla, İslâm ahlâkını taşıyacak ve aşılayacaktık. Bunu yapamadık; yapılacak olan buydu; yapılacak olan budur!
İslâm ideolocyasını, ham ve kaba softanın kuru, keyfi, hikmet ve asliyetlerine aykırı naslar baltası olmaktan kurtaracak, yâni İslâmlığı bütün hakikatiyle anlayacak onu sâf ve mutlak bir iman, vecd ve aşk kandili halinde Türk evinin baş köşesine asacaktık. Bunu duyamadık; duyulacak olan buydu; duyulacak olan budur!
Müslümanlık cevherini gübre beyinli yobazın dar ve ışıksız ruhundaki küf ve pastan ayıklayıp, tek zerresini feda etmeden millî Türk ruhunun tertemiz iptidâi maddesi halinde kullanacaktık. Bunu sezemedik; sezilecek olan buydu; sezilecek olan budur!
Aklın eşya ve hâdiselere tahakküm hakkiyle ruhun iman ve ahlâk boyunduruğu içine girmek ihtiyacını, birinde dış örneği içimize, öbüründe iç örneği dışımıza tatbik ederek kaynaştıracaktık. Bunu bulamadık; bulunacak olan buydu; bulunacak olan budur!
Maddî ve mânevî bütün plânlariyle Türk vatanını, Anadolu’yu, Trakya’yı, köyü, kasabayı, şehri, evi, mektebi, mâbedi, sokağı, meydanı, dükkanı, resmî daireyi, her şeyi, her şeyi içine alan yekpâre bir cemiyet ve devlet şuuriyle ahlâkın kapısını çalmak; işte kurtuluşumuzun sırrı!.. Buna eremedik; erilecek olan buydu; erilecek olan budur!
400 yıldır, anlayamadığımız, bilemediğimiz, göremediğimiz, örgüleştiremediğimiz, seçemediğimiz, yapamadığımız, duyamadığımız, sezemediğimiz, bulamadığımız, eremediğimiz, kendi öz kaynağımızdan ibaretti ve bu kaynak her evin içinde, her köyün ortasında ve her şehrin meydanındaydı. Bilemedik, göremedik, anlayamadık. Tek cümleyle her şey, evet, tek zerresi feda edilemez bir bütün halinde İslâma nüfuz etmekti. Edemedik. Nüfuz edilecek olan buydu, nüfuz edilecek olan budur!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder