13 Mayıs 2007 Pazar

VIII- DEVLET VE İDARE MEFKÛREMİZ (2)

BAŞYÜCELİK EMİRLERİ:


VATAN
DIŞI


· Bu emirle beraber Türk vatanının, yalnız Müslümanlar ve Türklerle meskûn, yalnız Müslümanlardan ve Türklerden ibaret bir hale gelmesi, hain ve muzlim unsurlardan baştan başa temizlenmesi için her tedbir alınacaktır.

· Temizlenmesi gereken başlıca hain ve muzlim unsurlar, Dönmeler ve Yahudilerdir.

· Dönmeler ve Yahudileri takiben, haklarında hiyanet tabirini kullanamıyacağımız halde, din ve ruh ayrılıklarından dolayı iklimlerimizden uzaklaştırılmaları gereken Rumlar, Ermeniler ve sair ufak-tefek topluluklar gelir.

· Türkiye’de sayılarını onbinden fazla tahmin etmediğimiz, böyleyken umumî Türk servetinin muazzam bir kısmını elinde tuttuğunu bildiğimiz (nüfusları umumî Türk nüfususnun onbinde üçü, servetleri umumî Türk servetinin onda biri!!!) dönmeler, bütün mal, mülk ve her türlü kıymetlerine el konulmuş ve kendilerine sadece bir yıllık geçim imkânları bırakılmış olarak, kitle halinde sınır dışı edileceklerdir. Bu hususta, bu kadar haşin ve hattâ vahşi farzedilecek bir muamelenin insanlık vicdanına karşı bütün mucip sebepleri, bütün bir tarihî geliş halinde gösterilecektir.

· Yahudiler, olanca servet ve imkânlarına sahip ve ellerinden hiçbir şey alınmamış olarak, muayyen bir vâde içinde Türk vatanını terketmiye mecbur tutulacaklardır. Yahudiden hiçbir istihale ve bize inkılâp edası kabul olunamaz.

· Rumlar, Ermeniler ve sair ufak-tefek topluluklar da, ya ait oldukları ırk din topluluğunun hariçteki müstakil devletine yahut seçecekleri herhangi bir ırk ve devlet himayesine geçmek üzere, bu devletlerle vâki olacak muslihane anlaşma neticesinde Türk vatanından çıkarılacaklar; ve servetlerinin hepsini birden muhafaza edeceklerdir.

· Servetlerini beraberinde alacak olan yabancı unsurlardan hiçbiri, Türk vatanı içinde herhangi bir gayr-i menkul sahibi kalamaz. Bunlara gayr-i menkullerinin değeri ödenir ve devletin sınır dışı para muamelesine göre bu kıymet, bellibaşlı şartlar ve şekiller altında kendilerine temin olunur.

· Türk vatanını bütün hain ve muzlim yabancı unsurlardan temizlemek dâvasında ana ölçü: “Ya bizden ol, ya bizden ayrıl”dan ibarettir; ve bizden olması isteği peşinen reddedilecek yegâne sınıfın Yahudi olması, Dönmelerin esasen bizden olduğu vehmini vererek bizden olmadığını asırlar boyunca göstermiş bulunmasındandır. Rum ve Ermenilerin bizden olmaları muhal değildir. Bu takdirde samimiyetle sevk dairemize giren her Rum ve Ermeni bizden olur.

· Tek başına kendinden ve öz cevherinden ibaret kalacak ve her türlü fesat unsurundan temizlenecek olan Türk vatanı Büyük Doğu dâvasını, elmas gibi bir ırk ve kavim aynasında parıldatacaktır.


BAŞYÜCELİK EMİRLERİ:

SİNEMA


· Bundan böyle sinema, yerli ve ecnebi bütün nevileriyle, kat’î devlet murakabesi altına geçecektir.

· Batı dünyasının, hain bir ticaret gayesiyle bütün tefessüh mikroplarını, en kesif mikyasta, çerçeve çerçeve bir film kordelâsının içine yerleştirilmiş olarak cihana yayan ve tek çerçevesi atom bombasından daha tehlikeli olan cinayet, hırsızlık, rezalet, fuhuş, macera ve başıboşluk filmleri kat’î olarak yasaktır.

· Amerika ve Avrupadan ithal edilen filmler, ancak ictimaî, ruhî, ahlâkî, terbiyevî, talimî, bediî bir fayda temsil ve bir hikmet ve ibret telkinine mevzu teşkil ettiği nisbette kabul olunmak talihine maliktir. En küçük menfî tesirin (ki Garp ve dünya sinemacılığının binde dokuz yüz doksan dokuzu böyledir) yayıcısı olan filmlere hiçbir suretle müsaade edilemez.

· Film murakabesi ve bunların memleket içine sokulup sokulmuyacağı kararının alınması işi, hususî ve mesul bir heyete verilecektir. Bu heyetin vaziyet ve salâhiyeti ayrı bir emirle çerçevelenecektir.

· Yerli filmler de aynı prensip ve kaideye bağlıdır. Şu kadar ki, onlar, filmleştirecekleri (senaryo)ları, bütün (rejisör) ilâve ve (kompozisyon)lariyle beraber bu heyetin tasdikından geçirtmek mükellefiyeti altındadırlar. Film yapıldıktan sonra yine aynı heyete gösterilir ve onun son tasvip ve izniyle halka gösterilmek imkânına erer.

· İster yerli, ister yabancı filmlerde, ahlâkî, ruhî, hissî, fikrî, siyasî, hattâ bediî ve zevkî en küçük zaaf, sakamet ve dalâlet ifadesi, böyle bir filmin yasak edilmesi için kâfi sebeptir; ve bu hususta tek salâhiyet, memleketin en anlayışlı ve alâkalı şahıslarından seçilecek olan murakabe heyetindendir.

· Cihanın, ister yerli, ister yabancı, bugünkü örneklerine ve bu örneklerin belirttiği kıymet ifadesine göre, gösterilmesi iznini alabilecek film, hemen hemen yok gibidir. Bütün Amerikan, Avrupa, Arap, Türk filmciliği bugünkü örnekleriyle her bakımdan mahkûmdur.

· Bu nisbette titiz ölçülerde anlaşılması gereken nokta şudur ki, Büyük Doğu inkılâbı, en büyük mikyasta kıymet ve ehemmiyet verdiği sinema şubesini de bizzat himaye ve teşvik edeceği ve herbiri yepyeni bir buluş ifade edecek olan yerli filmlerle canlandırmak dâvasındadır.

· Dâvanın en dokunaklı telkin kürsülerinden biri olan sinemayı, devletimiz, bugünkü örneklerin yüzde yüzüne birden şâmil bir ölçüyle bütün kötülüklerden ayıklayıcı ve bütün iyiliklerle yeni baştan kurucu bir anlayış emrinde imha ve ihya edecektir.

BAŞYÜCELİK EMİRLERİ:

DANS


· Dans yasaktır.

· Vatan kurtarıcısı çapında eski bir Fransız devlet adamının, dansa dair sorulan suale, sırf bir yatak içinde kadınla erkeğin fiilini kastederek verdiği, “Niçin aykta?” cevabı kadar dansı izah edebilecek bir tarif olamaz. Hususiyle bu tarif, Avrupanın, millî kahraman tanıdığı bir büyüğüne ait olduktan sonra…

· Alenî ve ictimaî bir zina nazariyesinden başka bir şey olmıyan dans, belki de bu münafık cephesiyle zinadan da iğrenç bir fiil olarak, Büyük Doğu mefkûresinin hiç bir noktasında barınamayacak bir fiildir; ve bu bakımından, aynı mefkûrenin en şiddetli yasakları arasındadır.

· Kadınla erkeği müşterek ve ahekli hareketlerle vücut kıvrımlarını göstermeye davet eden ve ister bir çift, ister birçok insanın şehevî hareketlerinden ibaret olan dans, millî ve gayr-i millî bütün çeşitleriyle bizden değildir.

· Zaten murakabe ve tecessüsü mümkün olmıyan ve içinden geçen her şey Allaha havale olunmak icab eden hususî mesken müstesna, umumî ve ictimaî mekânlardan herhangi birinde, her şekliyle dans yasağı şiddetle takip olunacaktır.

· Sadece dans fiiline dayanılarak yarım asırdan beri memleketimizde ananeleştirilen balolar, ayrıca (bar)lar, (dansing)ler, (diskotek)ler, gece kulüpleri kendilerini içki yasağı bakımından sınırlamış olsalar bile, dans yasağı ölçüsiyle tâ kökünden tasfiyeye tâbi…

· Karısını ve kızını, yabancı bir erkeğin kolları içinde ve göğsü üzerinde nazarî ve alenî bir zinaya terkeden ve bundan gocunmıyan erkek, bizim anlayışımıza göre, bu halini izaha yelteneceği, nefsine özür aramaya kalkışacağı, bir fuhş ajanından daha aşağılık bir şahıstır.

· Dansa karşı nefretimizi bilhassa şiddetlendirmesi icap eden nokta, Tanzimattan beri gelen murakabe ve muhasebesiz Garp taklidi cereyanlarının, içimize, Masonlar ve Dönmeler vasıtasiyle bilhassa dansı sokarak, güzelim ahlâkımızı ifsat ettiğidir.

· Avrupalı için, kendi hususî bünyesi, telâkkisi, ruhî ve ictimaî müessiseleri bakımından bir dereceye kadar tabiî olduğu halde, bir Fransız büyüğünün bu kadar ağır bir nefret ve hakaretle vasıflandırdığı dans, Avrupalı hesabına başlıbaşına bir tahrip vesilesi olduğu halde, bizim İslâm ve millî bünyemize tatbik edildiği gün, her şeyimizi birden berhava edecek bir yıkıcılık müessiri olur. İşte böyle olduğu ve büsbütün olacağı içindir ki, bizim cemiyet ölçümüzde dansla göz önünde zinanın birbirinden farkı yoktur.

BAŞYÜCELİK EMİRLERİ:

PARAZİTLER


· Dilenme ve dilencilik, şahit olunmuş ve olunmamış bütün nevileri ve tarzlariyle yasaktır.

· Gerçekten âciz ve çaresiz bir insanın, mahrem plânda ve Allah için birinden istiyeceği yardım müstesna olarak, umumî ve ictimaî plâna akseden her türlü dilenme ve dilencilik şekli, dinin kat’iyetle yasak ettiği bir fiil halinde en şiddetli takibe uğrıyacaktır.

· Dilenci, fiilini, izhar ettiği her yerde derhal yakalanacak, tecrit edilecek, en ağır muameleye hedef tutulacak ve cemiyeti bütün parazitlerden tasfiyeye, parazitkeri ıslaha ve faaliyet sahibi kılmaya memur hususî devlet teşkilâtının emrine suçlu olarak teslim edilecektir. Her ferdi çalıştırmak ve çalışmıyana bakmakla mükellef olan bu teşkilâta suçsuz olarak teslim olmanın şartı, parazitliğin herhangi bir fiilini irtikâp etmeden devlete başvurmaktır. Bu takdirde müracaat sahibi ağır ve cebrî muameleden kurtulur ve yalnız şefkat ve yardım görür. Onun içindir ki, cemiyetimizde, herhangi bir parazite mazeret yoktur.

· Dilenmeyi ve dilenciliği peçelemek için yapılan sahte öteberi satıcılığı vesaire (kamuflaj) tedbirleri, dilencilik bahsinde, takip ve cezayı şiddetlendirici sebeptir.

· Parazitlerin başka sınıflarını teşkil eden işsizler, serseriler ve mekânsızlar, derhal ve en küçük delâlet ve emareyle hemen yakalanır ve aynı alâkalı devlet teşkilâtına teslim edilirler.

· Çocuklarını ve aile kadrolarının masum örneklerini dilenme ve dilencilik işinde ökse gibi kullanan ana ve babalar, öz çocuklarının hayatına kasdetmiş olmak derecesinde cezalandırılacaklardır.

· Herhangi bir sefalet ve serseri kılığı bile, fiili bahis mevzuu olmaksızın, parazitliğin bir delâletidir ve takip mevzuudur.

· Sahipsiz çocuk, murakabesiz genç ve mesleksiz şahıs, herhangi uzak ve yakın bir delâletle derhal tesbit ve tecrit olunur ve hemen devlet sahabet, murakabe ve meslek emrine tâbi tututlur.

· Büyük Doğu mefkûresinin örgüleştirdiği cemiyet, cihanda ve kokmuş cemiyetlerdeki örnekleriyle tip tip ve çizgi çizgi şahit olduğumuz parazit nevilerinden hiçbirine, hiçbir köşesinde yer vermeyecektir.

BAŞYÜCELİK EMİRLERİ:

HEYKEL


· Bizde heykel yoktur.

· Fânileri putlaştırmaktan ve toprak altında tek tel kaşı kalmamış şahısları taş halinde dondurmaktan ibaret olan heykel, İslâmî yasağı içinde bu derin hilkat sırrına karşı da gülünç ve iğrenç bir nümayiş olarak, zatı ve asliyle, bizim güzellik ve doğruluk ölçümüze sığmıyacak bir “kaba”nın ihtarcısıdır.

· Bizde âbide, taş ve tunç kütlelerini mücerrede doğru tefsir eden blokların ve nakışların üstündeki muazzam kitabelerdir. Böylece madde sanatı ve süsü, bizde, ezelî ve ebedî kelâm marifetinin mücerret çizgileri kadrosunda tecelli eden (fon)u şeklinde meydana çıkar ki, sadece bu ölçünün mihrakında kurulacak âbidelerle, bütün vatanı süslemek ve (plâstik) güzelliğe kavuşturmak da başlıca gayelerimizdendir.

· Bütün kadrosu bir iki aç ve çıplak, hasta ve alt köylü ile, aynı teşhisi ifadede müşterek birkaç hayvan ve salaştan ibaret kasabacıkların meydanında on binlerce lira sarfedilerek dikilen heykellerin, heykel dışı ve heykel üstü mânasındaki dehşet ise izahtan müstağnidir. Her şeyden evvel vatanın ve maddenin tam imar ve donatımından sonra bu imar ve donatımın tamamlandığını ifade için bir imza mahiyetinde kurulabilecek olan âbide, üstelik bu vaziyette ve putlaştırılmış şahısların heykeli şeklinde dikilecek olursa, artık belirttiği mânanın felâketini kavrıyabilmek lâzımdır. İlk iş olarak bu soydan eserleri ve mânaları dibinden kazımakla mükellefiz.

· Bir fikre bağlı olmak yerine fâni şahıslara bağlananlar o fâni şahıs dünyadan çekip gidince düştükleri hiçlik ve boşluğu heykel dikmekle gidermeye çalışırlar ve onun tunç, mermer veya alçıdan, cansız gözlerinden yardım ve teselli ararlar. Bizse, şahıslara değil, fikre ve gayeye bağlı olduğumuz için o fikir ve gayeyi, tunca, mermere ve her yere nakşetmekten gayrı yol tanımayız.

BAŞYÜCELİK EMİRLER:

MATBUAT


· Bu emrin neşriyle beraber, “Matbuat Hürriyeti" isimli millî ve ictimaî felâket vesilesi kaldırılmıştır. Bundan böyle matbuat, bilinen mânada hür değildir.

· Bu yasağa, kitap, gazete, mecmua, bröşür, afiş vesaire olarak matbuat çerçevesinin belirttiği ne kadar yayın vasıtası varsa hepsi birden dahildir.

· Şimdiki istikâmetsiz beşeriyetin en aziz hürriyetlerden biri tanıdığı fikir hürriyeti, hürriyet mefhumunu hakka esaret bilen yekpâre telâkkinin emrinde, sırf “Hürriyet için Hürriyet” faciasından ve her menfi tesire açık başıboşluktan cebren kurtarılacaktır.

· Yukarıda sayılan yayın vasıtalarının kadrolaştırdığı, roman, şiir, piyes, hikâye, tenkid, tetkik, siyaset, ilim, fikir, haber röportaj vesaire gibi bütün ifade nevileri, neşirlerinden evvel kendi kendilerini devlete tasdik ettirmek ve neşir ehliyet ve liyakatini alâkalı devlet teşekkülü marifetiyle huccetlendirmek mükellefiyeti altındadır.

· Gerçek hürriyetin gerçek hürriyetin ne demek olduğu anlaşılıncaya ve bu anlayışı doğuracak yüksek ferdî ve ictimaî irfan maya tutuncaya kadar, her şekli ve her nev’ile matbuat, en sert murakabe ve en keskin güdüme tâbi tututlacaktır. Basın, kendi kendini kontrol edebilecek hale gelinceye kadar, böyle!..

· Hususî şartları bakımından ayrı bir emir ve teşkilât mevzuu bulunan ve murakabeye tâbi yazı sahalarının en ileri salâhiyet ve ihtisas unsurlarını ihtiva edecek olan devlet murakabe kadrosu, şahsî, nefsanî ve basit mânasiyle siyasî hiç bir endişeyle hüküm vermiyecektir. Her nev’iyle matbuat, meşru ölçüde ve gerekirse en ağır üslûp içinde, yalnız şahsî tenkid yolundadır ki, yüzde yüz hür ve serbesttir. Bu noktadaki “şahs” mefhumuna, en âdi çobandan en ulvî bir Başyüceye kadar her ferd dahildir.

· İsbat edilmek şartiyle, kim ve ne olursa olsun, hayatta bulunan her ferd hakkında her şey iddia edilebilir. Fakat isbat edilemediği takdirde, cezası, kurban şahsa yöneltilen isnad ve iftiranın cezası nisbetinde olur.

· Matbuat Hürriyetine tahmmülü olmıyan zulûm rejimleriyle, sadece matbuat hürriyetinin ruh ve cemiyet sahasındaki zararlarına tahammülü olmıyan hak rejimi arsındaki farkı şundan anlamak lâzımdır ki, bunların ilkinde en büyük yasak, devre hâkim şahısları korumaktan ibaretken, ikincisinde mahfuz olan sadece mukaddes ve münezzeh mânalar, tamamiyle serbest ve açık olanlar da şahıslardır.

· Âdi ve keyfiyetsiz, fikir ve sanat cevherini bozucu eserlerden başlıyarak, iman ve ahlâk çürütücü, zıd ideolocyaları (antitez)leriylebirlikte muhakeme ve muhasebe etmeden benimseyici; hulâsa insanoğlunu hayvanî, nefsanî, şeytanî ve sakîm mânada aklî cepheleriyle istismar edici bütün yazılar kat’î olarak yasaktır.

· İman ve hidayet, küfür ve delâlet cephesinin herhangi bir fikir ve iddiasını zorla, gizli ve baskı altında tutarak kuvvet kazanmaktan müstağni ve münezzeh olduğuna göre, murakabe tedbirlerimizin ruhu, hakikatte ermiş bir topluluğun sakin ve muhteşem huzuru içinde, ictimaî ve mutlak kıymetleri “Hürriyet için Hürriyet” gibi bir ruh istimnası bahanesiyle mahv ve perişan edilmekten korumaktır. Yoksa ölçümüzün esası, küfür ve delâlet davranışlarını, hakkı tam verilmek ve âkıbeti sıhhatle tayin edilmek şartına bağlı olarak, ortaya ve aydınlığa çıkarmaktan bizi menetmez. Fakat böyledir diye, bir sütun üzerinde toplanan adedlerin doğru cem’i bir tane ve o da meydandayken, bu bir tanenin esasen malûm ve müsbet hakkı adına, önüne gelene o sütunu yeni baştan cemetmek ve hakikatleri mütemadiyen karıştırmak ve şüpheli göstermek salâhiyetini vermeyiz. O zaman, bu salâhiyeti kötüye kullanacak bir iki tecrübe bizi mahv ve perişan etmeye yeter. Aynı salâhiyeti iyiye kullanmanın da zaten mânası yoktur. Hakikat karşısında teslimiyet ve salâhiyetsizliktir ki, anlayanlar nazarında, insana en üstün hürriyet ve iktidarı bağışlar. Makinesi fevkalâde iyi işlediği için yol alan ve mesafe kazanan bir trenin, güya iyi bir niyetle her ân tekerleklerini ve âletlerinin teftişe tâbi tutmak, o treni bombalamaktan farksızdır. Onun içindir ki, bizim hakikatlerimiz, yerinde ve meşru ölçüler içinde mutlaka gerekli olan tetkik ve teftişler müstesna olmak üzere, altından rayları çekilemez katarlar vaziyetindedir.

· Evlerin kilidleri, nasıl “harîm”in korunması için bütün insanlıkça müttefikan alınmış, fakat belki (ideal) bir cemiyette mânasız bir tedbirse, bizim bir baştan öbür başa kadar murakabe altında tutacağımız matbuat da, öylece ruh “harîm”imizin kilidiyele emniyet altına alınmış olacaktır. Bu kilid noktasını, dinsize, Masona, Yahudiye, Komüniste, materyaliste, züppeye, şahsiyetsize, hayvanî ve nefsanî temayüllere karşı açık bırakarak ruhî ırzımızın hetk’edilmesine müsaade etmiyeceğiz. Günü gelip de (ideal) cemiyet doğduğu zaman, gerekirse evlerin kilidleriyle beraber matbuatın kilidlerinin de sökeriz.

· Aynı fikir ve iman bütünü içinden bize zıt ve yanlışlarımızı düzeltici her şey söylenebilir; fakat "bütün"e dokunulamaz.

BAŞYÜCELİK EMİRLERİ:

YİNE BASIN


· Büyük Doğu nizamı, başıboşluk mânâsına, demokrasilerde olduğu gibi, bağırsak gurultusuna kadar dilediğini yazmak ve işlemekte serbest basına tahammül edemez.

· Büyük Doğu nizamında, gazetesi, dergisi, kitabı ve her şeyiyle basın, üstün insanın hak ve hakikatle kayıtlı olmasındaki hikmete uygun olarak, cemiyetçe inanılan ve bağlanılan mukaddes ölçüler tarafından kelepçelidir.

· Büyük Doğu nizamında, sözü ağıza tıkamak, fikri vicdana hapsetmek, kalblerde mevcut bir kötülüğü göre göre dışarıya çıkmaktan alıkoymak diye tarif edilebilecek (sansür)den eser yoktur. Büyük Doğu nizamında (sansür) mânevîdir ve kişinin kendi kendisine tatbik etmesi gereken bir zabıtadır.

· Kalbinde kötülük olan ve onu içinde zaptedemeyerek dışarıya atan her fert, bu fiilini serbestçe yerine getirebilir ve neticede cezasına razı olur. Nasıl ki, herkes, dilediğini öldürmekte, hiçbir fiilî mâni ile engellenmiş değil, fakat neticede cezasına katlanma durumundadır.

· İma ve cinas yoliyle de olsa, cemiyetin bağlı olduğu mukaddesat bütününe karşı her istihfaf ve hakaret onu yapanın cemiyet içinde barındırılmamasını gerektiren bir sebeptir; ve bu barındırılmayış, suç sahibinin bir daha o suçu işlemeyecek hale getirilmesinden başka bir şey değildir.

· Bunun, yani kök inanışın dışında, dallar, yapraklara ve meyvelere ait her tenkit, ne kadar ağır ve acı olursa olsun, hürdür ve hiçbir takibe uğrayamaz.

· Büyük Doğu nizamında hükûmet, tenkit ve teşhire tâbi tutulmak bakımından, en hakîr fertten daha zaiftir ve ispat edilmek şartiyle her isnada açık hedeftir. Şu var ki, isnadını ispat edemeyen, aynı isnadın veya iftiranın gerektirdiği cezaya uğrar.

· Büyük Doğu nizamında basının vaziyeti, nur yuvası gözleri semaya doğru, HAK’tan bahseden Hazret-i Ömer’e boyuna ve her cümlesinde “Allahtan kork, yâ Ömer!” diye bağıran müslümanınkine eşittir. Nasıl öbür sahabîler bu tekerlemeciyi susturmaya kalkışmışlar, Hazret-i Ömer de “bırakınız; bizim vazifemiz hakkı söylemeye çalışmak ve onunki bunları söylemektir!” demişse, bizim basınımızda HAK’ka bağlı ağacın kökü mahfuz ve müstesna, tatbikattaki her noktasını dilediği gibi tenkit etmekte her fert “nâmütenahî” hürdür.

· Büyük Doğu nizamında basın, cemiyetinin ahlâk, edep ve terbiye kıstâslarına yüzde yüz mutabakatla mükelleftir. Hiçbir san’at bahanesi, bu ölçülerden en küçük inhirafı mazur gösteremez. Bir kadının dizini gösteren resimden fikirsiz herhangi bir sövme kelimesine kadar İslâmî ahlâk, edep ve terbiye dışı her şey şiddetle yasaktır. Fikir olunca da ayrıca sövmeye yer kalmayacağını tesbite değmez.

· Büyük Doğu nizamında, başta devlet reisliği, hiç bir makam ve fert, mevcut tenkit ve yerinde isnat hürriyetine karşı imtiyaz sahibi değildir.

· Basın ve yayın her fert ve teşekkül hesabına açık bir hak olduğu gibi, devletin de hakları meyanındadır. Gazete, dergi ve kitap neşri etrafında emredici şartlarla yasaklayıcı kaideler, Büyük Doğu nizamının teşkilât manzumesinde ve bu ana ölçüler etrafında madde madde örgüleştirilecektir.

· Büyük Doğu nizamında basına ait gerçek hürriyet, bütün dünya ve insanlığın, bütün geçmiş ve geleceğiyle bir eşini görmeyici bir tamamlık belirticisidir.

BAŞYÜCELİK EMİRLERİ:

RADYO


·Radyo, Büyük Doğu dâvasının en tesirli silâhlarından biridir.

·Milyonlara seslenen radyo, Büyük Doğu ölçüler manzumesinde iki şubelidir: Biri eğitici, öbürü eğlendirici...

·Birbirinden ayrı iki posta hâlinde faaliyet gösterecek olan bu şubelerden eğitici olanı, bütün gün vazifeli olacak ve herbiri yine ayrı bölümler halinde başlıca iki dal üzerinde çalışacaktır. Birinci dal, din, ikinci dal da umumî kültür...

·Din dalında İslâmın, zâhir br bâtın cepheleriyle, çizgi çizgi ve renk renk, bütün hüküm ve hikmetleri... Şeriat ve tasavvuf, billûrdan, muhteşem bir saray gibi, dış hendesesi ve iç cümbüşiyle Allah Sevgilisinin zâhir ve bâtınından ibaret olduğuna göre, pratikte Büyük Doğu dâvası, radyoyu, din dalında tek eksik bırakmaksızın, misilsiz bir vecd, zevk ve irfan dentlemeye memur kılar.

·Kur'ânı, Kur'ân ruhundan başka gayesi olmayan bir aletten dinlemek, onu meyhane ve türlü rezalethanelerde okumaktan farksız olan günümüzün göstermelik yayınlarına nispetle, gerçekten Allah Kelâmına muhatap olmak yerine geçebilir ve gerektiği edebi saylayabilir. Artık her şey, Allah Kelâmını dinleyenlerin her türlü hafiflik ve lâübalilikten uzak, hürmet tavırlarına ısmarlanmış olacaktır.

·Radyomuzun eğlendirici şubesine kadar hâkim olacak Kur'ân ruhu, kendi doğru, iyi ve güzel hükümlerine aykırı tek sesin mikrofondan üflenmesine müsaade ve müsamaha edemez.

·İkinci şubenin umumî kültür dalında ise, zengin bir kuyumcu vitrini manzarası içinde, sanat ve edebiyat, tarih ve siyaset, hukuk ve iktisat, felsefe ve hikmet, fen ve müspet bilgiler, ordu ve kahramanlık, çocuk ve gençlik, köylü ve işçi bölümleri, elvan elvan mücevherler hâlinde pırıldayacak ve bunlar en cazibeli ve sanatlı şekillerde, yepyeni buluşlarla sunulacaktır.

·Radyomuzun eğitici şubesine bağlı iki dalda en azılı küfür edebiyatına karşı gereken (polemik-fikir kavgası) ve (diyalektik-söz sanatı) usûl ve düsturları tâlim edileceği gibi, topyekûn imamlara ve öğretmenlere yol gösterici örneklik vaazlar ve dersler tertiplenecektir. Bunlar köy odaları ve mekteplerde, imam ve öğretmen huzurunda belli saatlerde takip edilecektir.

·Radyomuzun eğlendirici şubesi, başta müzik, folklor, temsiller, skeçler, hikâyeler, öğütler, haberler, bildiriler ve türlü buluşlar, hassasiyetle sınırlı bir edep dairesini aşamaz ve hiçbir suretle fuhşiyata kaçamaz. Mûsikînin din gözünde mahiyeti, hikmet ve tefekküre vesile olduğu nisbetle iyi, kötüye âlet edildiği mikyasta da kötü olduğuna göre; bu ölçü bilhassa ana kıstas bilinecektir.

·Pratikte Büyük Doğu dâvasının özlediği radyo, ilk mektepte çocuğu, yüksek okulda genci, orduda eri, fabrikada işçiyi, köy odasında rençberi, hâsılı evinde herkesi kucaklayıcı ve insana yaşanmaya değer hayatı belletici muazzam bir üniversitedir.

·Büyük Doğu dâvasının radyosu, göklerde ateş böceklerinden üstün bir rota sahibi olmayan cüce sesler arasında bir şimşek nârasıdır ve (televizyon)la el ele, hem kulağa hem göze hitap edicidir.

·Malûm şekli, ruhu ve idare usulüyle bugünün (T.R.T)sini, gırtlağına ot tıkayarak susturmak hususî ve ruhî bir tâlim ve idman devresinden geçirmek ve ondan sonra renk, nâme ve pırıltı halinde, feza yolcusu cins bir küheylân gibi göklere salmak, "Başyücelik" devletinin ilk işleri arasındadır.

BAŞYÜCELİK EMİRLERİ:

ÜNİVERSİTE


· Bu emirde, olması lâzımgelenle, tasfiyesi icap eden, yanyana ve karşı karşıyadır.

· Büyük Doğu âleminin Üniversitesine ait ana prensiplerin başında, Üniversite muhtariyetinin kaldırılması vardır. Bizim Üniversitelerimiz, hürriyet için hürriyeti anlamaz; gerçek hürriyeti hak ve hakikate tâbîlik olarak tanır ve devletin bağlı olduğu hak ve hakikat kutbu adına, bu kutbun tedrisî riyasetini temsil eden Maarif cihazına teslimiyeti ve onun emirleri çerçevesinde hareketi esas bilir. Böylece muhtariyeti, bir kere muhtar olduktan sonra, sekamet ve delâlette de muhtariyet felâketinden kurtarmakta, Büyük Doğu âleminin Üniversiteleri örnektir.

· Bizim Üniversitelerimizin adı "Külliye"dir. Millî şahsiyet ve şuurun ilmî ocağını temsil edecek olan müessiseyi yabancı bir kelimeyle isimlendirmekteki abes üstüne abes düşünülemez. İstanbul, Ankara, İzmir, Erzurum vesaire Külliyeleri... Üniversitelerimizi böyle anacak ve isimlendireceğiz. Zaten "Külliye"nin küllî delâleti yeter.

· Bağlı bulunduğumuz mutlak hakikat kutbunun mutlak bir ölçüsüne uygun olarak tedrisat usulümüzde kız ve erkek karışık öğretime imkân olmadığı için, Üniversitelerimiz de, kız ve erkek Külliyeleri halinde ayrı olacaktır. Vatanın her köşesinde Üniversiteleri üretmek gayesine doğru gidilirken, kızların daha fazla ev kadını olarak yetişmelerini ve sadece ilim ve muallimliği tercih edenlerden bir zümrenin yetişmesini temin için, bellibaşlı bir merkezde bir-iki kız Üniversiteleri kurmak kâfidir.

· Üniversitelerimizde, hiçbirinin, hiçbir şubesinin hiçbir sınıfında yüzden fazla talebe bulunmıyacaktır. Bu ölçüye dayanarak, istek ve kalabalık miktarına göre Üniversiteleri çoğaltmak icap edecek; fakat meselâ Hukuk Fakültesinin bir sınıfında iki bin talebenin toplanması ve o sınıfı bir kargaşalık âlemi haline getirmesi gibi bir vaziyete asla imkân verilmeyecektir.

· Üniversitelerimizde, tıpkı askerî cihazlarda olduğu gibi, vatanın mânevî müdafaasiyle mütenasip bir disiplin ruhu taşıyacak, talebe Üniversitesini bitirinceye kadar bir melek hayatı sürmekle mükellef tutulacak, hiç bir ferdî ve içtimaî bir hak iddiasında bulunamıyacak, sigara bile içemiyecek; ve iki bin kişilik sınıflarda, hoca takririni verirken gerilerde (poker) oynıyan, gramofon çalan, uyku uyuyan hattâ rakı içen devirlerin ahlâkına tam bir zıddiyet ve cemiyet idealine mükemmel bir teslimiyet belirtecektir.

· Üniversitelerimizdeki tedrisat tamamen parasız olacak ve yeni eski misallerde görüldüğü gibi "derslere devam harcı", "kayıt harcı", "imtihan harcı" vesaire namiyle talebeden alınan gûya harç ve haraçlara paydos denilecektir. Böylece sırf gelir menbaı olsun diye sınıflara yığılan binlerce talebenin maddî ve manevî felâketi önlenmiş olurken, yine gelir kaynağı teşkil etsin diye başvurulan ve hattâ profesörlerin cebine kadar intikal ettiren, talebeyi haksızca çaktırma ve sınıfta bırakma şekavetinin önüne geçilecektir.

· Bizim Üniversitelerimizin talebesi, mukaddes dâvanın "Yüceler Kurultayı" makamına namzet idealist gencin bütün vasıflarına malik olmak mecburiyeti bakımından, talebelik devresi içinde her türlü maddî ve manevî murakabe, nizam ve disiplin kıymetinin mihrakını teşkil edecek; ve bu üstün mesuliyet duygusu altında, kendi şahsî muvaffakiyetsizliğiyle vatanî ve ictimaî bir felâketi müsavi telâkki edici bir ruh ve zihin haleti arzedecektir.

· Bizim Üniversitelerimizin talebesinden beklediğimiz mâna ve madde ifadelerinin tamamlığı bakımından, Üniversitelerimizin, teşkilât, ders, hoca, kitap, fikrî ve mânevî malzeme gibi her noktası tamamlanmış ve plânlanmış olacaktır.

· Ruh kökümüzden olmıyan Üniversite profesörü olamaz.

· Eser ve şahsiyet sahibi olmıyan, Üniversite profesörü olamaz.

· En küçük ahlâkî zaafı olan, Üniversite profesörü olamaz.

· Üniversite profesörü, kendisini mücerret ve arayıcı ilim ve tefekküre hasretmiş büyük münevver örneği olduğu için, başka hiçbir işle uğraşamaz.

· Bazı ihtisas bölümleri müstesna, sâf ilim plânında ezbere bilgi vermek ve bir şey öğretmekten ziyade, öğrenmenin metodunu göstermek ve mücerret bilgi hassasına erdirmekten ibaret gaye (ki üniversitenin bu gayesi her yerde bilinir ve yalnız Türkiyede bilinmez) Külliyemizde tam tecelli edecektir. Gerçek kültürden murad, nasıl, birçok şey bildikten sonra onların unutulması neticesinde insanda kalan öz, yani bilgi hassası ise, Büyük Doğu külliyesinin de hedefi, sâf ilim ve tefekkürü mayalandırarak her sahada arayıcı hamleye zemin açmak ve donmuş bilgi kalıpları içinde ruh pörsüyüşlerine engel olmaktır.

· Metodu (dinamik) olan Büyük Doğu Külliyesinin cümle kapısında, Allah Sevgilisinin şu ölçüsü vardır: "Bir günü bir gününe eş geçen, hüsrandadır."

· Büyük Doğu Külliyesinde, bütün metodolocyası (usuliyet) ve kanunlariyle ilim, olanca fazilet ve haysiyetiyle hoca, topyekûn itaat ve teslimiyetiyle talebe, birbirine inanmış ve bağlanmış vaziyettedir. Bunlardan hiçbiri de, cemiyetinin bağlı olduğu hak ve hakikat kutbuna karşı herhangi bir selâhiyet ve istiklâl imkânına sahip değildir.

· Büyük Doğu Külliyesinin, edebiyat, felsefe, iktisat, tarih gibi sâf ilim sahalarında temel ölçüsü İslâmî naslar etrafında "nâmütenahî"ye kadar giden ve her ân biraz daha genişleyen bir hikmet ufku açmak; şube şube müspet bilgiler plânında da, eşya ve hadiseleri, madde ve tabiatı zapt ve teshir etmenin dinî bir farz olduğunu kanunlaştırmaktır.

· Kulunu eşya ve hâdiseleri teshir etmesi için kendisine halife olarak yarattığını, Kur'ânında açıkça belirten Allah, elbette bir zamanlar matbaaya küfür aleti, bisiklete de şeytan arabası göziyle bakanlardan razı değildir; ve Kur'âna inanmaksızın onun emrini yerine getiren ve bize yalnız kötülüklerini devredenlerle, inandığı Kur'ânı elinde boş bir mahfaza gibi taşıyan ve Batının içyüzünü göremeyenler arasındaki hazin fark, Külliyemizin metodolocyasında en ince düğüm noktalarından biridir.

· Büyük Doğu külliyesinde felsefe, dünyada kaç bâtıl yol bulunduğunu, insanoğlunun ilk çağlardan beri hakikat yolunu bulmak için ne mahzun çileler doldurduğunu, her felsefe mektebinin ise öbürünün yanlışı çıkarmaktan gayri bir şey yapamadığını, sabit ve muhkem "doğru", "iyi" ve "güzel"i getiremediğini, bütün bunların ezelle ebed arası nurlu bir mahya halinde yalnız İslâmda toplandığını göstermek için okutulur; bu yönde ve bu mihrak fikir etrafında "Yârabbi, bana eşyanın hakikatini olduğu gibi göster!" şeklindeki Peygamber fermanına uygun, sonsuz bir arayıcılık fezası açılır, öbür sâf ilim şubeleri de onu takip ederken, müspet ilim plânında da yıldızlara kement atmaya kadar her hakkın İslâma ait olduğu öğretilir ve genç nesiller böylece vazifelendirilir.

· Ruhları bulanık, fakat akılları yetişkin yabancı ülkelerden madde sahasında bilgi toplamaya gönderilecek talebe, bu işin, bir gün nasıl olsa hesaplaşacağı Batı ordusundan sır çalmaya giden bir kurmay hüviyetindedir; ve gireceği iklimin kötü tesirlerinden hiçbirine bulaşmaksızın mukaddes sırrı vatanına taşımakla mükelleftir. Avrupada tahsildeyken fuhş hayatına kapılan ve muvaffak olamayan Japon talebelerinin, neticede bıçağı karınlarına saplıyarak intihara mecbur tutulmaları, bu mevzuda muhtaç olduğumuz disiplin, ruh tamamlığı ve karakter sağlamlığına ait bir ibret misali verebilir. Bizde intihar yok, fakat onun yerine bir daha cemiyetin yüzüne bakamayacak bir hacalet müeyyidesi vardır.

· Büyük Doğu Külliyesi, bir zamanlar kılıçla genişleyen ve fikir kılıcı kullanmaktan kendisini müstağni sayan İslâmın, tam günü gelmiş ve çığırı açılmış olarak, ruh ve ilim kılıcının bilendiği bir tezgâh olacak, bu tezgâhta ilim ve fen her çeşidiyle ve en cazibeli (ambalaj)lar içinde vitrinlerde ve raflarda istiflenecek; ve oraya sırf dış ilimleri kapmak için gelen İslâm dışı bir talebe, müslüman olmaksızın diplomasını kabul etmekten utanacaktır.

BAŞYÜCELİK EMİRLERİ:

BATIDA TAHSİL


· Vatan harîmi içinde ecnebi mütehassısa hiçbir vücut hakkı bırakmıyan kat'î ölçümüzden sonra kendi kendisine meydana şu mesele çıkıyor; Mutlaka akıl, eşyayı tefahhus ve tecessüs, maddeyi baştan başa semerelendirme ve insan iradesine râmetme mükellefiyeti altında olduğuna göre, Garplının fennine nasıl erişebiliriz; ve bunun usulü nedir? Bunun usulü, Garplıyı, hapishane gardiyanı tavriyle içimize alıp onun irade ve idare zindanında mahkûm kalmak yerine gayet ince ve ulvî bir casus sifatiyle onun harîmine girip akıl plânlarına hâkim olmaktır.

· Bu mücerret ifadenin kastettiği müşahhas dâva, Batı âlemine gönderilecek talebe meselesidir; ve bu mesele, tam 137 yıllık halledilmemiş dertlerimizden biridir.

· Şarkla Garp dünyaları arasındaki muhasebede Garbın zaferini ve Şarkın iflâsını kabul etmiş ve başımızı bunca belâya salmış köksüzler, şahsiyetsizler ve züppeler kolunun bu vatanda doğurduğu mustarip hayret devrinden beri, hem bir şeyler öğrenmesi için Batı âlemine talebe gönderirken, hem de bir şeyler öğretmesi için ecnebi mütehassısları içimize çekerken, mevzuun dehşet ve nezaketine en küçük bir nüfuz bile gösterebilmiş değiliz. Onların içine giderken de, onları içimize alırken de iflâsını kabul etmiş bir mahkûm tavrını 137 yıldır sadakatle muhafaza etmiş bulunuyoruz. Bu tavır devam ettikçe, Garplıdan devşireceğimiz, gıda yerine daima zehir olacaktır.

· İşte mahkûmiyetimizi başından sonuna kadar Garplı hesabına sigortalayıcı bu ruh haleti yüzündendir ki, bizde Avrupaya gönderilen talebe, ona körü körüne hayran kul ve köleler ve ondan ilim devşirme yerine onun bütün fesat dolaşlarına peşinen düşmeye hazır "cepte keklik"ler mahiyetinde kalmıştır. Bu biçare keklikleri, fuhuş, kumar, içki, başıboşluk, şüphe, inkâr ve her türlü ruhî tereddi ocağında kızartıp helmeleştiren Avrupalı da, onlara kendi müspet ilimlerinden sadece basit reçete ve umumî (bandrol) bilgili hafif bir cilâ çektikten sonra, kendilerini vatanları hesabına değil de, vatanlarına ihanete memur birer Garplılık (ajan)ı sıfatiyle geldikleri yere iade buyurmuştur. Meşhur (Şinasi)den itibaren yine meşhur (Nâzım Hikmet)e kadar, Avrupaya gidiş ve gelişlerimizin çerçevelediği mâna daima budur!

· İşte bu tarzda gidiş gelişlerin an'anesini kıracak; ve Batı âlemine anavatanda yepyeni bir ruh teçhizatiyle hazırlanmış, ballibaşlı vasıflarda, plânlı bir kitleyi akın ettirip kendilerini orada ve burada sevk ve idare edecek bir ölçüdür ki, usulümüzün ruhudur. Bu ölçüye göre, Batı âlemine gönderilecek talebe, bir taraftan her şeyi öğrenmeye muhtaç bir tavır temsil ederken, öbür taraftan her şeyi bilen bir iç edanın da sahibi olacaktır. Yani bir taraftan en basit bir talebe, öbür taraftan en muğlak bir âlim... Kendi gayesinin âlimi...

· Bu harikulâdeliği meydana getirebilmek için mutlaka vatan içi büyük bir inkılâba ve müstakil bir dünya görüşüne zaruret vardır ki, zaten bu olmadan, ortada, görüşülecek tek mesele yoktur; ve bu hususta bütün kefalet, ruhunu kâinatın biricik mimarîsine dayamış olan Büyük Doğu mefkûresinden başka bir şey değildir.

· Japonlar, Şark milletleri arasında, bâtıl ve sapık mânasiyle de olsa az çok bu ruh istiklâlini tutabilmiş insanlardan oldukları için, memleketlerine tek ecnebi mütehassıs sokmadıklarından başka, talebelerini Garp Dünyasına gönderirken de hayli sert ve haşin ölçüler göstermişlerdir. Şu kadar ki, onların misalinden ibret alınabilecek taraflar bulunmakla beraber, misallerini tam bir yekparelik ve tamamlık içinde mütalâa etmeye imkân yoktur. Onlarınki, Garp Dünyasına talebe göndermek işinde, basit ve dikenli bir gururdan ve bu gururun haşin birkaç tedbirinden ileriye geçemez. Bizimki ise, nâmütenahî ince, yumuşak, fakat o nisbette kat'î ve sert; ve ruhunu âlemin yegâne gerçeğine bağlamış insanların bükülmez ve eğrilmez (rejim)ini temsil edecektir.

· Avrupaya gönderilecek talebe, plânı bütün teferruatiyle hususî bir iş temsil ve ayrı emirlere mevzu teşkil etmek üzere, burada ve daha ilk mektepten itibaren gayet dikkatli ve sistemli bir teftiş ve tetkik neticesinde seçilecek; bunlar müstesna bir (rejim) altında talim ve terbiye gördükten sonra, cihana ebedî rengini getiren Şark dünyasının ebedî rengini silmeye memur Garplının her türlü sırrını çalıp getirmek gibi en ince bir mükellefiyetin şartlariyle donatılarak kol kol Garp dünyasına sevkedilecektir.

· Ve bunlar, evvelâ tâbi tutulacakları vatan (rejim)i bakımından ruhî ve ahlâkî cepheleriyle o türlü yetiştirilecektir ki, Garp illerinde herhangi bir günah ve fesat öksesine düşmekle, Allah ve Resulüne ihaneti bir tutacaklar ve dâvayı şahsî günah seviyesinin çok üstünde mütalâa edebilmek kıvamına erdirileceklerdir.

· Onlar için, Garp Dünyasında muvaffak olamamak ve kendilerini onlara kaptırmak diye bir hâdise, ancak Allah sayesinde ve Allahın lûtfiyle muhal bilinecektir. Şu veya bu suretle orada ayağı kayan, hiç değilse derhal memleketine dönecek ve artık kendisini bu şerefli "memuriyet"e lâyık görmeyici ihlâs ve şecaati daima gösterebilecektir.

· Esasların esası olan bu müceret ölçüler, idrak ve tedbir âlemine nakşedildikten sonra, işi bir baştan öbür başa plânlamak; ve bilhassa Batı âlemine gönderilecek masum talebe kılıklı ulvî irfan casuslarını yetiştirici iç teşkilâtı kadrolaştırmak pek kolaydır. yeter ki, oraya gidecek olanlar, birkaç nesil sonra artık bu gidiş gelişleri lüzumsuz kılıcı ve her şeyi memleket siçinde kefalet altına alıcı büyük ve ihyakâr tavassuta unsur teşkil ettiklerini iyice anlasınlar ve bu anlayışa göre fikir ve ahlâk sahibi olsunlar...

BAŞYÜCELİK EMİRLERİ:


ECNEBİ MÜTEHASSIS


· Bu emirle beraber, memleketin talimî ve tatbikî her sahasında ecnebi mütehassıs yasaktır.

· Ecnebi mütehassısın tarifi, bir iş, meslek veya ilimde ustalık sahibi olan gayr-i Müslim şahıstır.

· Sadece fennî ve tatbikî sahalarda bir dereceye kadar tahammülü kabil olan ecnebi mütehassısı, bilhassa sâf ilim ve sanat sahasında iki başlı bir felâket telâkki ediyoruz. Şöyle ki, ecnebi mütehassıs, bize hiçbir bilgiyi mal etmiyeceğine karşılık, ilim perdesi altında ruhumuzu sistemle bozmaya memurdur.

· Tarihimizde, inkılâp âbidelerini bile ecnebi mütehassıslara yaptıran devrin, bu milleti müstemlekeleştirmekten başka gaye gütmeyici ruhunu ifadede bu misal, âzamî derecede parlaktır. Millî olmak iddiasında bir inkılâp, kendi âbidelerini ecnebilere ısmarlamakla, kendi bakirelerini kadınlığa irca için ecnebilere müracaat etmek arasında bir fark bulunduğunu iddia edemez. Biri maddede oluyor, öbürü mânada...

· Mutlaka fethetmekle mükellef bulunduğumuz Batı dünyasının aklî teçhizatını, Batılı ustaları her selâhiyetle harîmimize çekerek elde edemeyiz; üstelik kendimizinkini kaybederiz. Bu işin çaresi, harikulâde üstün münezzeh, hattâ mukaddes bir hırsız ruhiyle onun harîmine girip her şeyini devşirmektir.

· Bilhassa bütün maarif teşkilâtı; üniversite, yüksek mektep ve liseler... Bilhassa bütün ordu teşkilâtı; askerî talim ve terbiye müessiseleri ve birlikler. Ve nihayet bütün vekâletlerin çerçevelediği bütün iş ve tatbik sahaları dâhil olarak, ecnebi mütehassısın bulundurulabileceği tek yer yoktur.

· Bu emrin neşri tarihinden itibaren umumî devlet ölçüsü, herhangi bir müessisenin, ya millî heyetiyle mevcut ve kendi kendisini idare eder ve her ân terakkiye doğru yürür mahiyette olduğu, yahut bir gün varlık şartlarına erinceye kadar mevcut olmadığı ve mevcut olmak için her çileye başvurmak borcu altında bulunduğundan ibarettir.

BAŞYÜCELİK EMİRLERİ:

HARF DÂVASI


• Bu emirle beraber ilim ve ihtisas ehlinden bir heyet kurulup aşağıdaki suallerin cevabını hazırlıyacak ve tam mânasiyle ilim ve hakikatle teyitli olarak Başyücelik makamına verilecektir. Sualler on dört tanedir.

• İsmine “Arap harfleri” denilen, tam on asır Türk medeniyet kadrosunun ifade unsurunu teşkil etmiş ve on asırlık millî irfanın temeli mevkiinde bulunmuş harfler, hakikatte sadece ve kavmî mânada Arap harfleri midir, yoksa kavim üstü bir mâna ile “”İslâm harfleri” mi? Bu hususta dinî, tasavvufî, ilmî ve aklî bürhanlar nelerdir?

• Kavim üstü, küllî bir şümulle bütün mü’min beşeriyete atfedilip edilemiyeceği bir ilim meselesi olan harflere “Arap harfi” ismini vermek mümkün oluyor da, doğrudan doğruya ve münhasıran Lâtinlerin malı olduğu ilmen sabit harflere nasıl “Türk harfleri” denilebiliyor?

• Her iki harf manzumesi üzerinde, mücerret ve müşahhas imtiyaz ve faydaları bakımından bir nefs muhasebesi, bir mukayese vazifesi yerine getirilmiş midir?

• Bizzat Lâtin harfleri dünyasına mensup bir ilim ve fikir adamının dünyada en mütekâmil ve ince harfler olarak “Arap harfleri”ni gösterdiğini; ve kendi milleti için, kültür kökünü değiştirmek muhali olmasa, bu harfleri tavsiye edeceğini bilen var mıdır?

• Harf inkılâbı sırasında Amerikalı bir terbiye mütehassısının “Türklerin eski harflerini kaldırıp atması, kendi hesaplarına, Amerikanın, bütün madenlerinden mahrum olmasından daha ağır bir kayıptır!” sözü gerçekten vâki midir? Amerikalı profesör, şüphesiz ki, kendi misyoner ve politikacılarının iştirak etmiyeceği bu sözüyle ne demek istemiştir? Nihayet ilmî insafı çatlamıştır da ondan mı?

• Garptan bütün müspet bilgilerini ve her şeylerini alan, bütün medeniyet unsurlarını iktibas eden Japonlar, cihanın en çetin ve gülünç derecede iptidaî harfleri olan kendi yazılarını acaba niçin muhafaza etmişlerdi?

• Eski harflerin öğrenilmesindeki zorluk, acaba tedris metodlarının sakatlığından mı, yoksa bizzat harflerin bünyesindeki çetinlikten mi doğmaktaydı?

• Eski harflerin imlâsındaki kargaşalık, acaba bu hususta sabit ve kat’i bir usul eksikliğinden mi, yoksa bizzat harflerin kendisinden mi gelmekteydi?

• Eski harflerin bütün millete ve aşağı tabaka halka teşmil edilememesindeki zaaf, acaba o devrin maarifine mi, yoksa harflerin zatına mı aittir?

• Yeryüzünde, o da kısmî olmak şartiyle, İtalyanca, Fransızca, Yunanca gibi cihanın en büyük dilleri pekâla bunu yerine getirebileceğine göre, Lâtin harflerinin dilimize tatbikindeki (fonetik) mazhariyet, acaba hakikatte ve sâf zekâ bakımından bir fayda mıdır, yoksa bir mahzur mu? Yani (fonetik) olmıyan ve kelime usulüne dayanan yazı şekillerinin zekâyı beslemesinde hususî bir pay yok mudur? (Fonetik) usul, insanı, pek basit ve ucuz bir (avantaj)a karşılık, içinde hapsedilip kalacağı ve avâm seviyesinden yukarıya çıkarmıyacağı bir kabalığa mahkûm etmez mi?

• Birbirine bağlanan, bağlandıkça şekil değiştiren ve birbiri içinde hall-ü hamur olan şekillerle, herbiri kaba zincir baklaları ve çakıl taşları gibi daimî bir ssertlik muhafaza eden şekiller arasında, bediî olduğu kadar aklî rüçhaniyet ve galibiyet hangi taraftadır? Ve bu rüçhaniyet ve galibiyetin ilk bürhanı olarak eski harflerin stenografya kıymeti, telâfisi mümkün bir kayıp mıdır?

• Nihayet eski ve yeni harf nesillerinin birbiriyle mukayesesinden çıkacak hüküm, mücerret zekâ, irfan ve şahsiyet bakımından hangi cepheye üstünlük yöneltecektir?

• Bin kişilik bir cemiyette dokuz yüz kişinin imzasını atabilecek ve (Karagöz) gazetesini sökebilecek kadar okur-yazar olması mı; sadece yüz kişinin tam okur-yazar ve her türlü fikir çilesiyle dolu olması mı, o cemiyet hesabına üstün bir not belirtir?

• Acaba harf inkılâbını yapanların ve hattâ eski harfler içinde çocukluğunu ve ilk mektep çağını idrak edip de peşinden yeni harfleri öğrenenlerin, bütün hususî ve samimî ifadelerinde yalnız ve yalnız eski harfleri kullanmaktan başka bir şey yapamamaları, sadece alışkanlıkla izah edilecek ve içine eski harf kudret ve imtiyazından hiçbir pay karıştırılmayacak bir hâdise midir?

BAŞYÜCELİK EMİRLERİ:

KIYAFET VE ŞAPKA


· Prensip, şahsiyetimizin, bütün maddî tezahür çerçevelerinde, baştanbaşa istiklâl kazanmasıdır. Bu istiklâl ifadesini, ruhumuzdan başlıyarak, en hurda madde unsuruna kadar nakşetmekle mükellefiz.

· Dâvanın, müşahhas unsurlar kadrosunda, (1) numaralı maddesi, kılığımız ve serpuşumuzdur.

· Tarihî "haşr-ü neşr"leri bakımından aynı kıyafet ölçüleri içinde pişmiş olmalarına rağmen Avrupalı milletlerden her birinin öbürüne nazaran keskin farkları varken, sbizim gibi apayrı ve zıd kökten gelen bir milletin, Avrupayı, orta malı ve hususiyetsiz (gardrop) plânında maymunvârî taklid etmesinden daha hazin bir iflâs tavrı olamaz.

· Dâva, ne şalvara, ne de kavuğa dönmekte. Madde unsurlarının, bizzat madde sıfatiyle hiç bir kıymet ve haysiyeti yoktur. Herşey mânada...

· Dâva sadece, Yirminci Asır hayat tarzının dâvet ettiği şeklî zaruretler içinde, şahsiyetimize lâyık müstakil kılık ölçüsünü bulmakta...

· Şahsiyetimizin, ruhumuza üflenen korkunç hayretle beraber, nasıl kılığımızıda hayretler içinde bırakıcı bir buhrana düştüğüne misal, Tanzimattan bugüne kadar devre devre (gardrop) unsurlarımızdır. Artık şalvarı içinde, yeni zamanların gerektirdiği çevikliği bulamıyan eski tip, zorla pantalonu benimserken, bu hakîr madde paröasının nefs muhasebesinden uzak; ve fesiyle pantalonu, cübbesiyle potini arasında en canhıraş hayreti belirten bir tezad ifadesine maliktir.

· Nihayet bu milletin başına zorla ve kanunla yerleştirilen şapka, (Giyyom Tel)in direk üzerinde selâmlamaya mecbur edildiği zulûm şapkası hâdisesinden daha ağır bir cebirle, şahsiyetimizi topyekûn Garba teslim ettirilişimizin, yüzde yüz palyaço haline getirilişimizin, bir paspas üzerinde millî ırzımızı Avrupalıya feda etmeye zorlanışımızın resmî, alenî ve nihaî hamlesi olmuştur. Binaenaleyh şapkada, şapkayı aşan bir mânâ vardır. Bütün dinî, millî, bediî, tarihî ölçülerimizin istikrah duyduğu bu unsuru başımıza geçirmeye mecbur tutulmakla topyekûn mukaddesatımızı, tarihî can düşmanımızın emrine vermeye zorlanmış oluyorduk.

· Halbuki şapkada, dinî, millî, bediî, tarihî ölçülerle, bizzat maddesi bakımından, muhabbet veya nefret hissine değer hiçbir kıymet ve haysiyet mevcut değildir. Bütün kıymet ve haysiyet, onun remz ve âlem teşkil ettiği ruh ölçüsündedir. Bu da küfürdür.

· Bize zorla ve cihanda bir eşi görülmemiş kanunî bir mükellefiyetle şapkayı giydiren fikrî saik, şahsiyet ve hüviyetimizi küfre teslim etmekten başka tek gat-ye sahibi değildir. Yoksa ne fes, fes olarak güzel; ne de şapka, şapka olarak çirkindir. Nitekim bir Müslümanın, gölgesine bile el değdiremiyeceği salip, bizzat şekli bakımından hiçbir suç sahibi değilken, remzi olduğu küfür noktasından suçlunun suçlusu ve çirkinin çirkinidir. O, sadece âlemi olduğu mâna adına küfrü temsil eder; binaenaleyh küfrün, madde çerçevesinde tâ kendisi sayılır.

· Salip üzerinde olduğu gibi, ona yakın ve uzak her unsur üzerinde de, zıd mânayı temsil derecesine göre dinî ölçü buyken, millî ve bediî ölçüler de başka türlü değildir. Bütün kabahati, ruhumuzla ruhu arasında maddî bir tefrik al1mati olarak Hristiyan el tarafından şekillendirilmek olan şapka, bize, mücerred millî ve bediî ölçülerle deşiddetle istikrah vericidir.

· İşte bu bakımdan, milletlerarası kıyafet (konvansiyon-anlaşma)ları içinde umumî kılığımızı en keskin ve güzel çizgilerle şahsiyetlendirmek için inceden inceye cehd sarfederken, şapkayı büsbütün başımızdan çıkarıp atmak ve yerine bütün Doğu âlemini ziynetlendirecek ve en ileri şahsiyet ifadesine ulaştıracak millî bir icad koymak başlıca vazifemizdir.

· Bütün san'atkârlarımız bu millî icada şekil vermek için çalışacaklar ve modellerini tetkik edilmek üzere Başyüceliğe tevdi edeceklerdir. Nihayet belli başlı bir şekil üzerinde karar verilip "Yüceler Kurultayı"nda bu şekil tasvib edildikten sonra, keyfiyet millete mal edilecektir.

BAŞYÜCELİK EMİRLERİ:

KADIN KILIĞI


· Kadın kılığı, bu emirden itibaren edep hadlerine girecektir.

· Bu hadlere girmek, ölçümüzün kadın vücudunda görünmesine müsaade ettiği kısımları açık bırakıp, görünmesine müsaade etmediği kısımları örtülü bulundurmaktır.

· Edep hadleri mahfuz bulundurulmak şartiyle kadın kılığında, ne kadar süs, zarafet, güzellik unsuru varsa tatbik olunabilir.

· Yepyeni ve misilsiz şartların çerçeveliyeceği Büyük Doğu âleminde kadın, hadleri mahfuz tutarak, zevkî ve bediî her bakımdan zenginleştirmek ve bütün cihana örnek diye takdim etmekle mükellef olduğu kılığını, bir taraftan mücerret kadın zarafet ve şahsiyetinin en ileri ifadesi, öbür taraftan da İslâmî ve ahlâkî edeplerin en mükemmel tecellisi halinde âbideleştirecektir.

· Büyük Doğu âleminin kadını, bu kılığa girdikten sonra, artık ona, ev, mektep, salon, daire, konser, konferans, merasim; zatiyle dinî bir yasak belirtmiyen her yer açık ve serbesttir.

· Dâva, ne kadını bir konserve maddesi gibi simsiyah çarşaflar içinde lehimleyip hava temasından uzak bulundurmak, ne de sokağa atılmış bir yemek gibi köpek nefslere peşkeş çekmektir. Dâva, kadını birbirine zıt iki bâtıl telâkki arasında, ancak Şeriatin kendisine tâyin ettiği içtimaî hüviyetiyle heykelleştirip cemiyet meydanına dikmektir. Yani dâva, fazlası ve eksiği olmadan, bu mevzuda aynı ve asliyle Şeriati tatbik etmektir.

· Kadın kılığı mevzuunda yobaz, şeriat emrini, kadını utanılacak ve korkulacak bir madde gibi büsbütün iptal etmek diye anladığı için bizzat şeriate karşı kabahatli; son üç çeyrek, yarım ve bilhassa çeyrek asırlık hal de, kadını bütün perde ve hicaplarından soyarak nazarî ve içtimaî bir zina ve iştiha unsuru şeklinde meydana arzettiği için suçludur. Bu iki cürüm de, bir ana ölçünün sağından, öbürü solundan kaymak suretiyle, biri bilmeden, öbürü bile bile hakikate karşı ihanettir.

· Kadın kılığının tâbi olacağı had meselesiyle, bu had üzerinde bina edilecek güzellik dâvasını, en ileri din ve (estetik) adamlarından bir heyet tesbit edecektir.

· İslâmiyetin resmettiği kadını, bir fıçı içinde oturur ve ancak fıçının tıpasından ses verip ses alır (asosyal-lâ içtimaî) bir ucûbe sananlar, Büyük Doğu âleminin İslâmiyete bütün gerçekliğiyle uygun kadınını gördükleri zaman, iman ile güzelliği ve ahlâk ile zarafeti bir araya getirmiş olmanın harikası, yani İslâmiyetin olduğu gibi tecellisi karşısında, Firavn hayret ve dehşetiyle apışıp kalacaklardır.

BAŞYÜCELİK EMİRLERİ:


VÂİZLER


· Bu emirden itibaren camilerdeki vaaz ve ders kürsüleri, bu kürsülerin gerektirdiği üstün şartları nefslerinde pırıltacak insanlar yetişinceye kadar boş kalacaktır.

· Camilerde Müslümanlara bütün dinî ve hayatî incelikleri anlatmaya memur üstün şartlı nefslerin yetiştirilmesi işi, yakın ve uzak mazi dâhil olarak, örneksiz bir inkılâp olacaktır.

· Bu dâvaya ait metod ve plânın teferruatı mahfuz kalmak üzere, başlıca esas, şu ânda ortalığı saran basit, kaba, sığ, bilgisiz ve her türlü incelikten ve ruh avlama san'atından mahrum, sadece çirkinleştirici ve kabalaştırıcı, soğutucu ve kaçırıcı vâizler kitlesinin bir tırpanda tasfiyesidir.

· Hristiyanların bir papazı yetiştirirken nazara aldıkları irfan ve san'at şartlarını mütalâa edecek olursak, asırlardan beri vâizlerimizi yetiştirmekte ve onları ruh avcılarına mahsus umumî şartlardan mahrum bırakmakta gösterdiğimiz ihmal derecesinin azametini anlarız.

· Bundan böyle, dinî bilgi, tasavvufî zevk, umumî irfan, muaşeret edebi, terbiye, zarafet, derinlik, telkin ve tebliğ sanatı bakımından tamamlığı kat'î ve resmî olarak çerçevelenmiş şahıslar dışında hiçbir ferde, muazzez ve münezzeh cami kürsülerinde yer yoktur.

· Ahırındaki yanaşmaya bağırır gibi, zift dolu bir zulmet hunisine benziyen ağzının bütün açılış imkâniyle ve bir sövme toniyle hırlıyarak, dini, şeriati ve bütün mücavir hakikatleri kendi öz nefslerinin tavla zarı eb'adındaki darlık ve basıklığına tatbik eden, Allah ve Resulü adına, Allah ve Resulünün murat buyurmadığı hükümleri kesip atan, böylece Allah ve Resulüne karşı celâdet göstermekten kaygı duymıyan ve ruhlarında zerre miktarı esrar idrakine yer bulundurmıyan hamlık ve kabalık örneklerine paydos diyecek inkılâp, bizimkidir. Bizim bunları tasfiye etmekten muradımızsa, malûm din düşmanları gibi din mümessillerini ortadan kaldırmak değil, böyle din düşmanlarına zuhur ve tecelli imkânı veren sahtelerini kaldırıp hakikîlerini getirmektir.

· Bizim, en kısa zaman içinde çizgi çizgi billûrlaştıracağımız ve heybetle kürsüsünde heykelleştireceğimiz vâiz tipi, muazzam bir vecd, aşk, heyecan ve fedakârlık ruhunun temeline dayalı koskoca bir irfan, beşerî fikir maceralarına vukuf, insan ruhunun esrarına nüfuz kıymeti içinde, derin bir zarafet, zevk ve esrar idrakinin örneği olacaktır.

· Dinimize, dairenin dışından ve içinden kasteden iki cereyanın sonuncusunu, işte nâmütenahî derin ve esrarlı İslâm şeriatinin bu ehliyetsiz avukatları temsil ediyor. Bunlar, ilk cereyanı kuvvetlendirmekte çok defa şuursuz olarak başlıca âmildirler. Başımıza iç küfrü üşüştüren de bunlardır.

· Biz, her şubesiyle, dış cereyanı kökünden baltalamak cihadına içimizi en müsaffâ hale getirmenin baş tedbiri olarak, Allah sevgisine vekâlet makamı olan mübarek kürsüyü ehline teslim ve ehlinin şartlarını tesbit etmeyi hedef tutuyoruz.

· Bizim vâiz tipimiz, her noktasından, korkutmak yerine sevindirmek, zorlaştırmak yerine kolaylaştırmak, soğutmak yerine müjdelemek, acılaştırmak yerine tatlılaştırmak emri tüten mukaddes hadîsin imtisalcileridir; ve çepçevre kuşatıcı, bağlayıcı, mıhlayıcı ve bir daha bırakmayıcı birer diyalektika ustasıdır.

BAŞYÜCELİK EMİRLERİ:

YİNE KILIK


· Kravat ve pantalon içimize Tanzimatla girdi.

· Kravat ve pantalonu aşağı tabaka halk, büyük yığıın, bir türlü benimseyemedi, sevemedi ve ruhunun giyim-kuşam ölçüsüne uyduramadı.

· Kravat ve pantalon, sadece Batıyı uzaktan tanımış ve marifetine körü körüne inanmış olmak mânasına küçük aydın, hem Batı ve hem de Doğu irfanının sathında, yarı münevver bir sınıfın üniforması haline geldi; o sınıf tarafından da hâkimiyet ve şahsiyetle kuşanılamadı.Ve işte o sınıf, tavrındaki zaaf ve taklid edasını, seziş plânında büyük yığından gizleyemedi.

· Aşağı tabaka halk, büyük yığın, kravat ve pantalonu belki korkutucu, fakat asla güven duygusu vermeyici ve akrabalık göstermeyici bir şey diye bakmıştır.

· Bugün mazisi yarım asra yaklaşan şapkaya gelince, o, giydirenlerce de giyenlerce de hiçbir zaman bünyeleştirelememiş ve horozun ibiğine dikilen bir (kokard) mahiyetini aşamamıştır.

· Şapkayı getirenlerden, bir-iki şahıs müstesna, hiçbiri, onu giymeyi beccerememiştir. Kan kırmızı devrimci bir İnönü veya bir Recep Peker'in başlarında şapka, Rus mujiğinin tepesinde karnaval külâhı kadar sun'î ve (bediî) uygunsuzluktan uzaktır. Nitekim bu tipleri soysanız ve onlara entari ve pijamadan hangisinin uygun düşeceğini araştırsanız, varacağınız netice, tiksindikleri entari olacaktır. Bunlar, dâvalarını yaşamayan samimiyetsizler...

· Bize Tanzimattan beri gelen inkılâb kadrolarından hiçbiri, Batıyı (realite) ve (estetik) plânlarında yaşamış, Batının derisi içine girmiş ve onu iki dünya arası bir mahsup muamelesi neticesinde benimsemiş değildir. Bu hâle de en parlak delil, Tanzimat Paşasının dizi çıkmış pantaloniyle galoşu, göbeği üzerinden kemeri düşeen setresiyle fesi arasındaki şaşkınlık manzarasıdır.

· Şapkayı getiren zümrenin, yine birkeç fert müstesna, Batı kılığında son (estetik) merhale olan frak içindeki komik tablosunu ele alırsanız, kravat ve pantalondan sonra şapkayla tamamlanmak istenen hâdisenin ne hazin bir cilâdan ibaret kaldığını anlarsınız.

· Bu vaziyete göre, kasketini ters çevirip namaza duran köylüyü suçlumaya mahut fraklılarda hak yoktur. Asıl hak, şapkanın nasıl tutulacağını ve giyileceğini bildiği halde onu hayatı boyunca başına geçirmemiş olanlardır. Bu ölçüden çıkarılacak ders, Batıyı Batılıdan daha derin ve ileri bir kavrayışla anladıktan sonra ondan uzak kalmayı bilmenin sırrına ermektir ki, dâvayı tâ merkezinden kavramaya götürür.

· Şapkanın kabulü sıralarında bir Fransız fıkracısı şöyle yazmışt: "Türkler şapkayı kabul ettilker ve başlarına geçirdiler. Manzaraya bakan onun rûha değil, kelleye geçirildiğini anlar. Bu da inkılâb demek olmaz!".. Teşhis doğrudur: Ruh, başına geçireceğini taklitle almaz, kendisi bulur.

· Suç ne kravat, ne pantalon, hattâ ne şapkadadır. O şapka ki, kenarlı şekliyle, Haçlılar Seferlerinde, hristiyanlar kendilerini müslümanlardan ayırmaları için, bir giyim-kuşam eşyası olmak yerine bir ruh alâmet ve sembolü diye icad edilmiştir. Suç, sadece, bu unsurları şahsiyet hesabına vuramamaktadır. Bu bakımdan kravat, pantalon ve şapka, bir buçuk asırdır gardrop kadrosunun dışına çıkmadığımızın ve iç maktâlara nüfuz edemediğimizin maddî işaretleri olmuştur.

BAŞYÜCELİK EMİRLER:

KÖY İMAMI


· Kırkbin köyümüz mü var; kırkbin imama muhtacız.

· Ortalama yaşları yirmibeşi geçmeyecek olan bu imamlar, kasaba vr şrhirledeki üstün rütbeli ağabeylerinden daha değerli ve bir nevi hayat fedâileri...

· Hususî enstitü ve kurslarda, yetiştirilecek olan bu imamlar, Türk köyünün mânevî temeli...

· Nasıl her Türk köyü, şehadet parmağı gibi göğü gösterren bir minare etrafında halkalanmışsa, öylece, bu imamların döşeyeceği mâna zemini üzerinde yükselecektir.

· Bu imamların en küçük vazifesi namaz kıldırmak, en büyük işi de bütün ibâdet şekillerinden tütücü ruhu köyün bütün hayat ve faaliyet şubelerinde canlandırmaktır.

· Bu imamlar köyün ruh ve o ruha bağlı madde terbiyesine memur...

· Ne jandarma gibi emir ve yasaklama, ne de köy öğretmeni şeklinde sınıfta bırakma müeyyidelerine malik bulunacak, yani hiçbir icra kuvveti bulunmayacak olan bu imamlar, sadece vicdan işçileri olarak, köylünün ruhuna nüfuz edici telkin ve nasihat ustalarıdır.

· Büyük Doğu idealinin köy imamı, köy öğretmeni ve köy muhtarından ibaret üçüzlü köy hükûmetinde imam ruh, öğretmen kafa, muhtar da el... Ve kuvvetler tam bir işbirliği âhenginde...

· Köylünün dünya ve ötesine ait vazife ve iş ölçüsü, ruhî ve ahlâkî yönleriyle, kendi seviyelerine göre bu imamların gergefinde nakışlanacak, öğretmen aynı dâvanın umumî bilgisini verecek, muhtar nizamını koruyacak ve üçü birden gerekli paylarla hep o hedefi izleyecektir.

· Köylüyü toprağına ısındırmak, onu hükûmet politikası istikametinbde bir üretim gayesine bağlamak, "ya devlet başa, ya kuzgun leşe..." düsturu altında her ân cemiyet hizmetine hazır tutmak; hâsılı gelin saçı gibi örgü örgü tarlası, namaz tülbendi kadar temiz ev, Yunan heykelleri şeklinde sıhhat ve kuvvet pırıldatan vücudiyle, maddesi, ebediyet yollarının cemiyetine desteklik vasfiyle de ruhu bakımından yetiştirmek... İşte, tarihin bir eşini görmediği bu imamlara düşen borç...

· Yiyeceği, içeceği, giyeceği ve her türlü harcayacağı, köylü tarafından sağlanacak olan bu imamlar, her ân camide, meydanda, köy evinde, kahvehanede, tarlada, köylü ile yanyana ve dizdizedir.

· Üniversite üstü, ince ve nazik ruh cihazları marifetiyle yetiştirilecek ve beş senelik köy hizmetini doldurmadan şehre intikal edemeyecek olan bu yepyeni vecd, aşk, ideal ve fedakârlık sınıfına ait şartlar, nasıl yetişecekleri, yetiştirecekleri, vazifeleri ve hakları bakımından, madde madde örülü bir plâna dayanacaktır.

· Bu imamlar ruh doktorlarıdır ve şifaya kavuşturamayacakları ahlâkî âfet yoktur.

· Bu imamlar yer ve göğün kurtarıcı habercileridir.

· Bu imamlar bütün insanlığın beklediği devlet nizamının (betonarme) harcıdır.

BAŞYÜCELİK EMİRLERİ:

SUBAY


· Subay, orducu (militarist) Büyük Doğu idealinin icrada mihrak şahsiyetidir.

· Büyük Doğu ordu manzumesinde subay, gayesine sımsıkı perçinli olduğu cemiyetin müdafaa ve taarruz gücünü maddede temsil eder ve maddede böyle bir temsilciliğin mânada gerekli bütün vasıflarını üzerinde taşır.

· Nice emsalinde görüldüğü üzere, sadece maddi ve kahhar bir kuvvetin azizleştirilmesi ve nefsânî bir sultaya yol açması mânasına alınamayacak olan Büyük Doğu militarizması, bütün insanlığa, icabında tam bir vicdan hürriyeti, icabında da operatör bıçağı gibi cebir ve zorla tatbik edilecek bir ideal manivelâsıdır; ve bunun subayı, temsil ettiği bu manivelâyı bütün kanun ve hikmetleriyle tanıyandır.

· Her sahada Büyük Doğu yetiştirme mektebi, subayı, yeniçeriliğin saffet ve fazilet çığırında olduğu gibi, bülûğ yaşında ele alacak, orta ve yüksek tahsil devrelerinde, hususî usullerle ruh ve madde kıvamları bakımından en yüksek dereceye erdirecek ve "Altun Ordu"nun elmas şahsiyeti olarak vazifesi başına dikecektir.

· Büyük Doğu idealinin subayı, maddede ve mânada ccemiyetinin en şık, en pırıltılı tipidir.

· Büyük Doğu idealinin subayı, büyük fikir, dâva ve politika ocağı "Yüceler Kurultayı" emrinde, dimağa bağlı eldir. Büyük velî İmam-ı Rabbânî Hazretlerinin ifadesiyle "yıkayıcı elinde ölü" gibi itaatli.. Ve bu körü körüne -tam gördükten ve anladıktan sonraki körlük- itaat borcunun tasavvufî bir zevkle idrakine malik...

· Büyük Doğu idealinin subayı, günlük politikayla uğraşmayı, kılıcında kırık gibi, hüsran ve felâket sayar.

· Büyük Doğu idealinin subayı, şahsını ve sınıfını hiçbir imtiyaz hissine kaptırmaz ve öz cemiyetine karşı hiçbir kuvvet şuuru beslemez.

· Büyük Doğu idealinin subayı, fert, cemiyet, iman ve gaye hâlinde her kutbiyle tam bir âhenk belirtici millet ve devlet bünyesinde, mhal farz olarak temel kanunlara tam bir ihanet gördüğü zamandır ki, müdahale sırasının kendisine ve sınıfına gelip gelmemiş olduğunu muhakeme eder; ve bu mutlak kayıt dışında, öz beynini ezen bir yumruk ve öz vatanını işgal eden bir kuvvet olmaktan nâmütenahî uzak durur.

· Büyük Doğu idealinin subayı, kuvvetin şirret değil, mahçup bir şey olduğunu kestirecek kadar ince bir irfanla, edep, terbiye, vekar, muaşeret bilgisi, prensip asabiyeti, disiplin humması, umumî kültür ve her türlü ahlâkî kıymet bakımından, en parlak ruh teçhizatını üniforması üzerinde taşıyan bir haşmet, haysiyet ve fazilet heykelidir.

· Büyük Doğu idealinin subayından, bazen şaşırması, tökezlemesi ve nefsine uyması mümkün sivillere mahsus ayıp ve suçlardan hiçbiri sudûr edemez, etmemesi için her tedbir önceden ve sonradan tamamlanmış bulunur; ve eğer böyle bir hâl görülecek olursa gerektireceği ceza, sivillerinkinden misillerce ağır ve açacağı şeref yarası şifâsız olur. Böylece Büyük Doğu idealinin subayı, İslâmdan başka hiçbir orduda bulunmayan, yaşarken gazi, ölürken de şehit olmak rütbesinin emrettiği fikrî, ruhî, ilmî, fennî, usulî, inzibatî, bediî, ahlâkî bütün kıymetleri, her yıldızının içinde ayrı bir güneş gibi pırıldatıcı bir kahraman namzedidir.

BAŞYÜCELİK EMİRLERİ:

İŞÇİ


· İşçi sınıfı bizde, orduda nefer gibi, cemiyetine karşı hiçbir sınıfî ve nefsanî hak iddiasına kudreti olmayan; ve her hakkı cemiyeti tarafından tekeffül edilen tâbi zümre...

· İşçi sınıfı bizde, kendisini gözü kapalı, doktora teslim eden bir hasta vaziyetinde, her himayeyi, doktorun ilmine mütenazır olarak, cemiyetinin bağlı olduğu adalet ölçüsünden bekler ve aksiksiz görür.

· İşçi sınıfı bizde seviyesine göre, bir talim ve terbiye sistemi içinde, her şeyden evvel 19uncu asrın ikinci yarısından bu yana, kendi hakkında uydurulan ütopyaları ve bu ütopyaların tatbik sahalarındaki sahtekârlıkları yakından görecek ve cemiyetinde fâni, ayrıca meslekî imtiyazı olmayan idealist işçiyi örnekleştirecek ve cihana takdim edecektir.

· Bu vasıflar içinde bizim işçimiz, demokrasilerin, bir taraftan patronu şişirirken, öbür tafatan işçiye cemiyetini tehdit hakkını tanıyan tezatlı sistemine zıd olarak, grev, boykot, (lokavt) ve her türlü direnme ve ayaklanma kudret ve selâhiyetinden arınmıştır.

· Açık bir ictimaî (şantaj) ifade eden ve karnı açıkanı ekmeği, üşüyeni kömürü, yoluyu nakil vasıtası, hastayı ilâcından yoksun bırakma tehdidi yolundan hak arayan böyle liberalizma maskaralıklarından Büyük Doğu ikliminde ve işçisinde tek bir iz bulamazsınız!

· (Karl Marx)ın "patron kasasında kârdan her metelik, hakkı eksik ödenen işçinin emeğinden hırsızlamadır!" düsturu, maliyet hesabiyle kâr arasında, tespiti gayet kolay bir bilânço arzeden sınaî manzumenin bu basit ve sathî ifadesinden faydalanılarak ileriye atılmış bir (diyalektik) oyunudur. Bu takdirde, zararlı patrona ait her meteliği tazmin etmekle mükellef bulunanın işçi olup olmadığı sorulabileceği gibi, 1 kilometrelik yola sırtında100 kilo yükü 5 liraya taşıyan hamala bağlı hakkın da neyle ve nasıl hesap edilebileceği sorulabilir.

· Bütün dâva, malın ve mutlak mülkiyetin Allah ait olduğunu bilen bir cemiyette, en adaletli bir kıymet takdiri ölçüsüyle emekleri değerlendirmek; ve komünizma ütopyasını dışarıya doğru şımartıp içeride esir gibi kullandığı işçiye, mutlak bir askerî nizam içinde, patron emekçi muvazenesinin sadece İslâmiyette bulunduğunu göstermektir.

· Mü'min sermayenin işçisi mazlum ve haksızlığa mahkûm olamaz.

· Mü'min işçi ise cemiyet içinde ayrı bir sınıf olmak imtiyaz ve istismariyle nefsine hâkimiyet tanıyamaz, ve her zümreyle beraber hakka mahkûm olduğunu takdir eder.

BAŞYÜCELİK EMİRLERİ:

SERMAYE VE PATRON


· Büyük Doğu idealinin nakışlandırdığı cemiyette sermaye mü'mindir; yani patron mü'min...

· O halde bu sermaye, (Karl Marx)ın ele aldığı sömürücü, kemirici ve faiz isimli bir nevi yağ bağlama imtiyaziyle gçbek şişirici bir vasıta değil, her ân nefsinden şüphe ve her lâhza kendisini murakabe edici bir kuvvet merkezidir.

· İslâmda esas bakımından kirli bir nesne olan mal ve para, temizliğini helâlde arar ve zekâtta sağlarken -zekât mefhumu temizlenmeden gelir- vasıtalık ettiği emek takdirinde de adalet ölçülerinin en dakik, en rakik, en refik ve en şefik alanını gözleyicidir.

· İslâmın şeriatte "Seninki senin, benimki benim!" hükmü, ferdî mülkiyet hakkını tespit ettiğine, tarikatte "Seninki senin, benimki de senin!" ölçüsü de ahlâk plânında kefâlet belirttiğine, hakikatte ise "ne seninki senin, ne benimki benim; hepsi Allahın!" düsturu her şeyi kökünden hall-ü fasl eylediğine göre, bu çerçeve içindeki sermaye, patron, kâr ve mülkiyet hakkına, topyekûn bütün sistemler ve emekçiler kurban olsun...

· İslâmda, sermayenin urlaşma (hipertirofidehhâme) arzederek vücudu kemirmeye başlamasını, zekâta tâbi kıymetlerini (kâr, serbest ana para, mal dahil) her sene kırkta birini (yüzde iki buçuk) muhtaçlara ayırmak ve budamak suretiyle önleyici, durgun ve hareketsiz sermayeyi çeke çeke eritici, buna rağmen iş ve para hareketi sayesinde yükselen kâr ve mülkiyeti makbul sayıcı ilâhî sistem, "içtimaî adalet" diye bangır bangır bağıranların, gök dururken yerde aradıkları güneştir.

· Bizde patron, ister devlet, ister şirket, ister fert, emekçiyi, babasına hizmet borcunda evlât kabul eder; ve evlâda mahsus sımsıkı disiplin içinde, yine evlâda mahsus bütün koruma şartlariyle destekler. Bu destekleyiş o kada ileri ve hiçbir yerde görülmemiş soyundandır ki, emekçi, miras hakkı müstesna, hak ve ihtiyaç derecesine göre zorlama hakkına malik bulunmaksızın patronunun olanca imkânını tasarrufu altında tutar.

· Patronu, işçi hakları mevzuunda zorlama selâhiyeti işçi ve emekçide değil, idarî ve içtimaî murakabe mihrakındadır.

· Tavuk ve yumurta gibi, patron olmayınca işçi, işçi olmayınca da patron olamayacağı hakikati önünde, patrona düşen, işçi sayesinde vücut hikmetine kavuştuğunu; işçiye düşen ise, çalınmış bile olsa kendi hakkına ve gücüne tecelli zemini açanın patron olduğunu bilmek ve onun iyisine bağlanmaktır.

· Serbest sermaye veya mamul eşyası 10 milyon ve kârı 1 milyondan ibaret, 100 işçi çalıştıran bir patron, para ve malından 250 bin, kârından da 25 bin lirasını, zekât olark dağıtacağına göre, işçilerine her yıl, açıktan, hepsi birden zekâta müstehak farziyle, 2750şer lira verecek ve bu kat'î müeyyide üzerine dayalı binbir ahlâkî fedakârlık şekli icad edecektir.

· Büyük Doğu idealinin nakışlandırdığı cemiyette patronla işçiyi kaynaştıracak en büyük ruhî ve ahlâkî müeyyide, hizmetçileriyle aynı sofrada yemek yiyen Kâinatın Efendisi; ve ata, kölesiyle nöbetleşe binen Hazret-i Ömer'den süzülen mânadır.

BAŞYÜCELİK EMİRLERİ:

FABRİKA

· Büyük Doğu idealinde minarelerle fabrika bacaları, tek ve çift hesabiyle aynı dizide ve yanyanadır.

· Türkiye de 10 veya 1000 veya 10000 veya 100 bin câmi ve mescit ve bir o kadar da minare varsa, aynı miktar ve mikyasta fabrika bacası yükseltilmesi, câmi ve minarelerin başlıca ihtarıdır. Öyle ki, her minare bir fabrika bacasiyle nişanlı...

· Büyük Doğu idealince eşya ve tabiatı teshir gayesinin remzi olan fabrika, hiçbir cihaz, âlet, yedek parça, akaryakıt ve muharrik unsurunu dışarın getirtemez. Bu imkânın doğacağı ve bir "devr-i daim" nizamına gireceği güne kadar da hiçbir makineleşme ve sınaî istihsale gerçek göziyle bakılamaz.

· Makineyi yapacak makineyi yapabilme ehliyeti meydana gelinceye kadar, idealimiz madde hünerine malik ellerde esir bilinecek; ve o zâlim madde boyunduruğundan kurtulmak için, müspet bilgi fedâileri, gerekirse gece uykularını 1 saate indirecek ve millet kepekle toprağı karıştırıp yiyecektir.

· Makineyi yapacak makineyi yapabilme ehliyeti başlar başlamaz da, eser ne kadar iptidaî olrsa olsun, baş tâcı edilecek ve meselâ yabancı bir elçiliğin davetine, yerli yapı külüstür bir otomobille giden Başbakan, herhangi lüks bir Avrupa veya Amerike arabasiyle gitmekten çok üstün bir tesire ve ona göre kelâm hakkına sahip olacağını bilecektir.

· Batı adamının, cihazını, âletini, parça parça her şeyini dışarıdan getirdikten sonra plânını, mühendisini, baş ustalarını, hattâ birçok dalda hammaddesini ve muharrik kuvvetini bile Batıddan devşirip, çocukların resimli takozları gibi burada düzene sokturduğu, ismine "montaj sanayi" denilen, bir de utanmadan firmasına "Türk" sıfatı eklenen fabrika soyu, Büyük Doğu ideolocyası gözünde (teknoloji) fahişeliğinin en sefil ve rezil şeklidir.

· Büyük Doğu ideolocyasının vatanında fabrikaya hâkimiyet, mühendisinden işçisine kadar, Anadolu köylüsünün kerpiç yoğurur ve tezek kuruturken gösterdiği beceriklilik ve dış yardıma ihtiyaçsızlık nisbetinde olacaktır. Öküzünün kurutulmuş derisinden yaptığı kaytaniyle esterinin hamudunu tamir eden köylüdeki iptidaî iş hâkimiyeti, bütün vatanı kaplayacak fabrikalarda, alâkalılarca, ayniyle âli plânda tecelli etmek borcundadır.

· Ziraî ve sınaî temellerin karşılıklı ve kâmil âhengi içinde yükselecek olan fabrika, vatan müdafaasından topyekûn beşerî saha bırakmayacak ve bir zamanların İngiliz sanayii eşyası üzerindeki (Made in England-İngilterede yapılmıştır) kaydı yerine ve aynı iftihar uslûbiyle "Türk malı" damgasını taşıyacaktır.

· Büyük Doğu ideolocyası, minarelerden yükselen ezanlarla Batı ruh ve kültürünü yenmek dâvasını güderken, fabrika bacalarından yükselen duman kıvrımlarının göklerdeki nakşiyle de maddeye hâkimiyet hünerini Batıdan koparıp almak gayesini temsil eder.

VESAİRE

· ZEVK İDRAKİ: Pratikte Büyük Doğu dâvasını kalen kalem göstermeye ne imkân ne de lüzûm vardır. Her şey, bu dâvanın ruh tohumunu ele alıp her sahada ağacını şekillendirmek ve yetiştirmekten ibarettir. Esas etrafında dal dal şekillendirme işi, izahtan müstağni bir zevk idraki işidir.

· EMİR (YAP!)-YASAK (YAPMA!):Pratikte Büyük Doğu dâvası emirler ve yasklar, yeniden ruh ve şekil verileceklerle, kökünden kazınacaklar halinde iki bölümlü...

· YASAKLAR: Asıl dâvamız müspet olarak yapılması gerekenler, yani emir manzumesine girenler olduğuna göre, yasakları pratikte ve içtimaî tatbikat sahasında kısaca şöyle hülâsa edebiliriz; bütün ölçülerimizin temel dayanağı olan ana kıstasa aykırı her şey... Evvelâ sonu "hane" ekiyle bitenler: Umumhane, meyhane, kumarhane, bazı hayllariyle kahvehane, her türlü tembelhane, rezalethane vesaire...

· CÂMİ VE MESCİD: Yapılacakların başında, 1000 küsur yıldır ruh ve şekli bulandırılmış olan câmi ve mescidi aslî haline getirmek vardır. "Câmilerinizi sâde ve şehirlerinizi zinetli bina ediniz!" meâlindeki Peygamber emri, evet 1000 küsur yıldır tatbikçisini bulamamış ve aksine şehirleri sefil ve mâbedleri şahane bina etmek mânasına alınmış olarak, hakikatine Büyük Doğu ideolocyasında kavuşacak; ve dünyamız, muazzam ve muhteşem şehirlerin her tarafında, son derece sade, basit, mücerret çizgili, fakat o nisbette heybetli, vekarlı ve mânalı mâbedlerle donanacaktır. Câmiden gaye, şekil değil, ruhtur, ve orası, maddesiyle seyredilip hayran kalınmanın değil, içinde ve mücerret bir dünyada erimenin yeridir. Bu zamanadek dikkat edilemeyen bu mânayı Büyük Doğu dâvası maddeye nakşedecek ve doktorkların yaralara bestıkları bezler kadar temiz, içinde hiçbir lâübalî harekete müsaade edilemez ve her ân teftiş ve murakabe altında câmiin, yani gerçek İslâm mabedinin ne demek olduğunu gösterecektir.

· BANKA: Ölçü dışı bütün kötü ve menfî taraflarından arınmış, kazanç şeklini temel ölçüye uydurmuş ve yalnız temel iktisadî nâzım ve sermaye kuvvetlendiricisi roliyle makbul...

· SPOR: Hiçbir kumara âlet edimeksizin, sadecehâkim ruhun uygun bedenine yardımcı olarak ve asla kendi başına azizleştirilmeyerek ve ruhu karartmasına imkân verilmeyerek caiz ve lâzım...

· SİNEMA VE TİYATRO: Dâvaya tam tatbik edilmiş olarak en şerefli iki telkin kürsüsü...

· MÛSİKÎ: Kötülük ve süflîliğe âlet edebilecek her tatbik şekliyle (meyhane ve oyun musikîsi) yasak, iyilik ve ulviliğe vesile her şekliyle de (sâf sanat ve ilâhî tefekkür) benimsenecek ve müessirleştirilecek güzel sanatlar kolu...

· ÂBİDE: Heykele mukabil, millî kıymetler, hatıralar ve ölçülerin, harikulâde mimarî ifadeleri ve mücerred çizgileri içinde belirtici tarz...

· MİLLî KÜTÜPHANE: Maarif cihazı emrinde, şehirlerde kubbeleşen ve köylerde tek odaya kadar inen, üçsüz bucaksız kitap harmanı...

· PARTİ, BİRLİK, DERNEK, KULÜP, SENDİKA: Ancak, nizamın zedelenmesi, fikrin gürültüye gitmesi ve hakların çalınması ihtimalini yaşatan rejimlerde, bellibaşlı sınıf ve zümrelerin, dâvalarını veya cemiyete karşı haklarını savunmaları için kabul edlen bu zaaf ve menfîlik müesseselerinden hiçbirine yer yok, sadece onların devlet hamle ve teşebbüslerini tamamlayıcı hayır ve müsbet teşekküllerine izin vardır.

· KILIK VE KIYAFET: Büyük Doğu ideali, daima bir evde baba sıkıyönetimi tavriyle milletinin kılık ve kıyafetine kadar müdahalecidir; ve başta kadın kılığı bulunmak üzere, ahlâk, edep, zarafet ve şahsiyeti esas tutar.

· ZABITA: Son derece şefkali, terbiyeli, halk emrinde fakat en küçük bir zorbalık ve külhanbeylik edasına kadar bütün kalabalıkları takip edecek ve (estetik-bediî) bakımından bile suçlandıracak derecede dikkatli, bilgili, kudretli bir zabıta...

· Büyük Doğu idealinin hüküm sürdüğü diyarda Batılı elçi, memleketine şu yolda bir rapor yazacaktır; "Görülmemiş bir nizam, disiplin, iş ve fikir birliği hendesesi içinde, bizim medeniyetimize bağlı bir aydının ancak cehennem hayatı kabul edebileceği bir yaşayış şekli..."

· Büyük Doğu idealinin pratikteki şekilleriyle dünyası, bir sefa çerçevesi değil, ilâhî aşk ve gaye uğrunda bir cefa çevresidir.

NOT:

Bütün ideolocya örgüsü ve Başyücelik emirleri, başta Türkiye bulunmak üzere hiçbir memleketin temel nizamlarını kendi ruhundaki nizamla değiştirmek ve bunun propagandasını yapmak gibi ameliye plânında bir maksat gütmez; sadece, yine başta Türkiye bulunmak üzere topyekûn insanlığa, içinde bulunduğu halin tahlili ve tenkidi zaviyesinden, muhtaç bulunduğu nizamı, sâf fakir, tasavvur ve nazariye plânında ve hiçbir kanunun suç biçmediği şekilde göstermekle kalır.

İdeolocya Örgüsünün, bu âna kadar görülenlerle, bundan sonra görülecek kısımlarına bu ölçüyle bakmak lâzımdır.

1 yorum:

Adsız dedi ki...

Allah sizi ıslah etsin,akıl,fikir versin!