13 Mayıs 2007 Pazar

IV- ANA KAYNAK: İSLÂM

NEYE İNANIYORUZ?

· Yanlız İslâmiyete inanıyoruz!

· İnsan ve cemiyetin iç ve dış hayatını, bütün derinliği, sonsuzluğu, güzelliği ve doğruluğiyle tekeffül eden tek nizamın İslâmiyet olduğuna inanıyoruz!.

· İslâm Şeriatinin, ham yobazdaki kuru ve nefsani idrak dışında ve kendi öz saffet, asliyet ve tamamiyeti içinde hiçbir tecezzi ve muvazza kabul etmez bir bütün olduğuna inanıyoruz!.

· (Rönesans)tan sonraki dünyanın İslâmi gözle görülemediğine ve güdülemediğine inanıyoruz!

· Tanzimata kadar bütün ricat ve hezimet tarihimiz boyunca, meydanın, sadece kışır ezbercisi, ezberlediği ebedî hakikatlerin aşk ve hikmetinden uzak, tavla zarı gibi dar ve dört köşe ruhundan başka dayanağı olmayan ham ve kaba softalar elinde kaldığına ve başımıza ne gelmişse bu yüzden geldiğine inanıyoruz!

· Dâvanın İslâmiyeti anlatmaktan başka bir şey olmadığına, yeni baştan kendi ruh kökümüzü muhasebe ve murakabe etmekten başka bir iş bulunmadığına; kaybettiğimiz kıymetleri öz bahçemizde kuyuya düşürüp sonra şaşkınlar gibi sokak sokak ve iklim iklim dışarda kıymet aradığımıza inanıyoruz!

· İslâmiyeti bildiğimizi sandığımıza, halbuki tek bilmediğimiz şeyin İslâmiyet olduğuna; yegâne felaketin de bilindiği sanılan bir şeyin tekrar gözden geçirilmesine mâni olan o meşum kayıtsızlık ve o ahmak istiğnadan doğduğuna inanıyoruz!

· Ve biz, kâinat görüşünün İslâmda, dünya görüşünün İslâmda, insan görüşünün İslâmda, iktisadî ve içtimaî adalet görüşünün İslâmda, müsbet bilgiler görüşünün İslâmda, güzel san'atlar görüşünün İslâmda, kadın görüşünün İslâmda, devlet görüşünün İslâmda, ordu görüşünün İslâmda, siyaset görüşünün İslâmda bulunduğuna ve bütün bu davaları ancak Yirminci Asrın ruh ve kafa çilesi içinde süzülecek bir tahlil ve terkip güzünün heykelleştirebileceğine ve bu heykelleştirme işinin bitin cihand eşi görülmemiş bir ideolocya binası kuracağına, onun da siminin hem zaman ve hem mekân ölçüsiyle «Büyük Doğu» olduğuna inanıyoruz!

İSLÂM VE HERŞEY

· Merkezde tek, muhite sayısız dâvamızın mihrak noktasındayız. Bugünkü dünyaya asırlık ıstırapları, irtişaları, ihtilaçları, inkisarlariyle el atıp onu biricik şifa lâboratuarına çeken küllî sağlık iksiri... Ona geldik.

· Bir zaviyenin başındaki nokta gibi, muhitten merkeze doğru toplana toplana tekte karar kılan, merkezden muhite doğru da açıla açıla sonzuluğa erişen dâvamızın böylelere menbâ ve mansupolarak, ikişer heceli iki ismi var... Menbâımızın iki heceli has ismi İSLÂM, mansabımızın da yine iki heceli cins ismi HERŞEY...

· O küllî şeyin adı ki İslâm, herşey onda, o da her şeyde...

· İslâmın her türlü çürük ve günübirlik payandalar ve dayanaklardan istiğnası ve her ân yeniden ve derece derece gerçekleştirile gerçekleştirile keşfolunmak hikmetindeki sırrı düşünün ki, sadece İslâm ismini verip geçmenin HERŞEY ifade ettiği mutlak Saadet Devri, bir asrı bile doldurmadı. Ve on üç asır boyunca bu NUR, kör ve kaba nefsaniyet aynalarında bulandırıla bulandırıla nihayet Nasreddin Hocanın harikulâde buluşundaki hikmete eş bir hal doğdu :

- Hoca, bize, kuyu ne demektir, anlatır mısın?

- Tersine, çevrilmiş minare demektir!

· İşin en derin hüzün noktası, bütün bunlar din adına oldu. Bütün bu hallerin aykırıları, gerçek dinden hareket edip yobazlar neslini kurutacakları yerde, İslâmiyeti bunların temsil ettiği birşey sandılar; dinden soğudular, dinsizlikten harekete geçtiler ve nihayet meydanı dinsizlik yobazlarının yüzüne güldürdüler. Ve nihayet, iki heceli mukaddes kelimeyi, en hafif vasıfları züppellik olan bir sınıfın şuurunda, ağza alınmaz bir bayatlık, gerilik ve eskileralayımcılık ifadesi haline getirmeye muvaffak oldular. Düşünün, siz, bizim lif lif çözmeye, aslî vâhidine irca ermeye, mahrem hakikatine iade kılmaya mecbur olduğumuz kördüğüm ne grifttir!

· Herkesin sahte ve kemmiyet hokkabazı (modern)ler peşinde gezdiği bu kukla ideolocyalar panayırında, Garp ve Şarkın dünyalarının fikir çileleri içinde pişe pişe kül olmuş, sonra bu küllerden artık parçalanamaz bir tuğla idrakine varmış, böylece hakikati muhasebe edebilmiş ve herkese muhasebe ettirmeye davranmış, dış ve ucuz tezahürler plânında her aldatıcı teyidden müstağni nasip sahipleri olarak, bize bu kadar ağır bir yük altına girmiş olmak şerefi yeter.

· Bundan büyük şeref, bundan çetin hamle, bundan ileri hareket, bundan yeni dâva olamaz; zira biz, asırlar boyunca cebimizdeki delikten astarın dibine kaçmış hakikat mücevherini, her ân üstümüzde taşıdığımızdan habersiz, hep dışımızda arıyoruz! Ve tam yüz küsur yıldır, devre devre «ha bulduk, ha buluyoruz!» tesellisiyle, her netice sabahı hiç bir şey bulamadığımızı ve her gün her şeyi biraz daha bulunamaz hale getirdiğimizi ispat ediyoruz. İslâmı Amerika, Rusya veya Hotanto'da savunmaktan daha zor olan bir vaziyetin şerefi... İnsana, bildiğini sandığı bir şeyi bilmediğini kabul ettirmek, hiç bilmediği bir şeyi kabul ettirmekten daha zor...

· Ve şimdi biz en kat'î lâboratuar tatbikinden, en mübhem ruh telkinine kadar bütün vasıtaları elimizde tutarak ve neticeyi başa alarak haber veriyoruz ki, insanlık kadrosunda ve bilhassa muazzam ve muhteşem Garblı insan ve cemiyet tecrübesinde kaç saadet ve kaç felâket şekli, kaç çare ve kaç çaresizlik ifadesi belirmiş bulunuyorsa, bunların topyekûn hakikati ve müsbet ve menfi haberi, kısaca küllî nimet ve devâ İslâmdadır. Sosyalizma komünizmanın var etmek isteyip de yok ettiği içtimaî adalet ve tesviye ölçüsünün hakikati İslâmda.. Liberalizma ve kapitalizmanın yedire yedire ferdi çatlamasına veya mukabil fertten her hakkı çaldırmasına mâni ölçüler, İslâmda. Demokrasyaınırları ve özü İslâmda.. Aynı demokrasya ve fert hürriyetinin başıboşluğa ve kargaşalıpa sarkan aşırılığını köstekleyici fikir ve şahsiyet hakkı İslâmda... Nazizma ve Faşizmanın kâzip rüyasını gördüğü üstün nizam ve ruhi müeyyidecilikteki esas İslâmda... Batının her sahada arayıp bulamadığı cennet İslâmda; her sahada içine düştüğü cehennemden korunuş yolu İslâmda, herşey İslâmda... ve ve fikir hürriyetinin en nazik s

· Olunmayacak herşeyle, olunacak herşeyin kefalet ve keyfiyeti İslâmda... Herşey İslâmda...

İSLAM VE KÂİNAT

· Kâinattaki her şey ve sen... Kâinattaki her şeyle bereber senin evveli, nihayetin, vücud hikmetin.. Niçin oldun, ne oldun, ne olmak için oldun, ne olmalısın, ne olacaksın? İşte bunların cevabını ve hesabını veren dindir. Bütün bunların cevabını ve hesabını dosdoğru veren de hak ve tek din, İSLÂM...

· Yeryüzünde hak ve bâtıl, topyekûn veya parça parça tasdik veya inkâr edici tek bir inanış sistemi yoktur ki, bu suallerin cevabını vermek vazife ve iddiasında olmasın... İnsan, inananlarca, yanlız bu suallerin cevabını ve hesabını aramaya memur merkezi mahlûk; inanmayanlarca da, yine aynı suallerin cevabını ve hesabını ters tarafından veren başıboş varlık... Çare yok; her şeye yok demek mümkümdür; fakat bu suallere, insan başını fare kafasından ayırd eden bu biricik tefahhus hummasına yok diyebilmek henüz mümkün olmadı.

· İslâmda kâinat, peygamberler kolundan kendisine kadar gelen dinlerin son ve kâmil ifadesi halinde, bütün dipsizliği ve sonsuzluğu, zerre zerreYaratıcıyı haykıran muhteşem zaman ve mekân cümbüşü, muğdil ruh ve madde mimarîsiyle, esrarına ve teshirine memeur olduğumuz bir hârikalar manzumesidir.Yani fezaya insan göndermek maddecinin değil, ruhçunun vazife ve hakkı. Müslümanın memuriyeti..

· Ezelden ebede kadar topyekûn insanoğlunun başı, son kemâl haddi, uğrunda âlemlerin yaratıldığı en üstün insan ve Allahın Sevgilisi olarak vücut bulan Peygamberler Peygamberi, işte bütün edâsı ve mânâsiyle bu kâinatın anahtarını Allahtan aldı ve Ümmetine getirdi. Allahın insan ruhuna gömdüğü o anahtar ki, aslî sahibini buluncaya kadar ilk insan ve Peygamberden, en büyük İnsan ve Peygambere kadar mukaddes bir bayrak koşusu halinde elden ele teslim edilerek geldi... Ve kâinat; bbir atomu bir dünya farzederseniz, onun mevhum merkezindeki atoma kadar küçüle küçüle ve her atomda ayrı bir dünyaya ulaşa ulaşa nâmütenahi küçük; ve bir atomdan bir arza, bir arzdan bir güneşe ve bir güneşten sayısız yıldızlara, sonra içinde yıldızların atom kesesi halinde çınladığı dipsiz fezalara kadar büyüye büyüye ve her fezada ayrı bir fezaya uğraya uğraya nâmütenahi büyük mimarîsiyle, bütün esrarını, o en Büyük Resulün başı üzerinde halkalandırdı.

· Kısaca İslâmda kâinat, bütün esrarı ve kanunlariyle, O'nun, O yaratıldığı en Büyüğün bâtınında çağlayan nâmütenahi ince ve girift mânalardan ve bu mânaların aksettiği büyük tecelli plânından ibaret..

· Bu tecelli karşısında insanoğlu, ben, sen, o, biz, siz, onlar, topyekûn beşeriyet, kundaktan kefene, bütün ferdî oluşlar; ve köyden metropole, bütün içtimaî tekevvünleri boyunca, okyanusları birbirine katıştıran kanallar açmaktan, bir tohumun nabzındaki çatlama ve açılma hummasını âhenkleştirmeye kadar her cehdinde, tek tek ve sâf sâf memuriyetini bulacak, maddî ve mânevî varlık ve iş plânını göz göz petekleştirecektir.

· Herşeyi içe bağlayan hudutsuz bir dış... İçin tecellisi nisbetinde derinleşen fena ve âdem kuyusuna doğru topyekûn yuvarlanış... Ve bu yuvarlanış karşısında ölümsülük ve gerçek hayat kapısını bütün insanlık çapında açan ezelî mimarî.. İşte İslâm ve kâinat!..

İSLÂM VE DÜNYA

· İslâmda dünya, dünyanın en ulvî ölçüsü halinde vecizelendirilmiştir. Âhiretin ekin yeri... Dünyada ne ekilirse öbür tarafta o biçilecektir.

· İslâmda dünya, ebedî hayatın eşiğidir. Düşünelim; İslâmda dünya, bütün hudutlu buudları içinde ne hudutsuz bir mâna sahibi!..

· Birbirine zıt ne kadar mefhum ve hâdise varsa aralarındaki en ince kaynaşma ve ayrılma noktalarını farkların en incesiyle belirten İslâm, işte böylece dünyaya birbirine zıt iki nazarla bakar; ve sonra bu bakışları tek ve en ileri bir gözde birleştirir: Biri, fânilik ve hiçlik plânı dünya; öbürü, bu en dipsiz fânilik ve hiçlikten zıplanacak ebedî hayatın basamağı, yine dünya...

· Dünyanın İslâm gözündeki bu çifte ve birbiri içinde kaynaşıp tekleşen mânasından dolayıdır ki, kendimizi «Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya ve hemen ölecekmiş gibi âhirete» vermek emrini aldık. Şimdi, ezelden ebede doğru helezonlaşan kelâm dalgasının bu en zarif kıvrımı ulvî Hadîsin mânasını anlar gibi miyiz?

· Dünyanın İslâm gözündeki bu çifte ve birbiri içinde kaynaşıp tekleşen mânasından dolayıdır ki, kendimizi «Hiç ölmiyecekmiş gibi dünyaya ve hemen ölecekmiş gibi âhirete» vermek emrini aldık. Şimdi, ezelden ebede doğru helezonlaşan kelâm dalgasının bu en zarif kıvrımı ulvî Hadîsin mânasını anlar gibi miyiz?

· İslâmda dünya, varlığın arkasından yokluk, yokluğun arkasından varlık gelen ve iki tempolu âhenk halinde bir ademi, bir de mutlak vücudu haykıran zamanı; ve her ân hiçlik pası altında eriyen fânî mekâniyle, sadece ne mkal olduğu ve nasıl bir gayeye yaradığı bilinecek bir atlama taşıdır. Bir atlama taşı ki, ona gözlerin en bedbiniyle baktıktan sonra onu gözlerin en nikbiniyle süslemeye, bezemeye ve gelişmeye memur bulunuyoruz.

· Böylece İslâmda dünya, gerçek ve üstün mü’minler için, birtakım bâtıl itikatlarda ve inanış sistemlerinde olduğu gibi, fânîliğine inanıldıktan sonra herkesin arkasını döneceği ve kabuğuna çekileciği bir mahkûmiyet plânı değil, içyüzü biline biline bütün iş sahalariyle kucaklanacak, atom atom sayılacak, tertiplenecek ve düzenlenecek bütün bir beşeri hâkimiyet plânıdır.

· İslâm, âhiretin ve ebedî oluşun topyekûn sahipliğinden sonra, bütün oluşların ve en haşin madde hesaplariyle de topyekûn dünyanın maliîki...

· Müslümanlıkta dünya odudr ki, mü’min onu zapt edecek, ona hâkim olacak, fakat onun esaret ve hâkimiyetine düşmeyecektir. Tıpkı İslâmda gerçek fakrin, mal sahibi olmamak değil malın ona sahip olmaması ve onu köleliğe düşürmemesi demek olduğu gibi... Bu harikulâde inceliği anlayan, en dakik (nüans-gamıza)lardan ibaret İslâmın dünya ölçüsünü de kavrar; ve bu vakte kadar eşya ve hâdiselere İslâm adına nasıl tek taraflı bir gözle bakıldığını ve dünyanın nasıl elden kaçırıldığını görüp ürperir.

· Allah, Kur’ânında insanı kendisine halife olarak yarattığını ve onu eşya ve hâdiseleri teshire memur ettiği emriyle, fânî ve ebedî, sahte ve gerçek dünyalara ve her ikisine karşı insanî vazifelere ait sırrı bildirmiş ve ölçüyü vermiştir.

· Sadece bu, dünyaya bakıştır ki İslâmın hak din olduğunu göstermeye yeter.

İSLÂM VE İNSAN

·İnsan , neden ve niçin olduğunu, nasıl ve ne olacağını; her canlının başına musallat bu tek sualin biricik cevabını yalnız İslâmda bulur.

·İnsan, İslâmda, derinliğine ve yüksekliğine doğru ruhunun, genişliğine ve uzunluğuna doğru da aklının, biri gök ve öbürü yeryüzünü donatıcı iki büyük hükümranlık işine memurdur. İnsan, bu memuriyetlerden birinde mâna ve öbüründe madde âleminin anahtarlarını elinde taşıyacak ve bu iki âlemi en büyük saltanatla zapt ve teshir ettikten sonra «solmaz»a, «eskimez»e,«ölmez»e, «bitmez»e ulaşacaktır.

·İslâmda ruh ve akıl, insan varlığının ne eksik ve ne fazla, tam ve mükemmel kıvam isteyen bu iki temel kutbu; biri dünya ve madde, öbürü de mâvera ve üstün hayat gayesine karşı, değişmez ve kıpırdamaz esaslar etrafında nâmütenahî derin ve geniş bir hürriyet ifadesiyle iki, yol gösterici mizana sahiptir: Şeriat ve Tasavvuf...Mücerret hikmetlerinin yeri bu bahis olmayan Şeriat ve Tasavvuf, muhteşem ve ebedî gerçeklik sarayının, İnsanoğluna mahsus iç ve dış plânından başka bir şey değildir.

·İslâmda insana yol, sırlardan ve sistemlerden hiçbirinin yanaşamadığı şekilde ve kulluğun en üstünü halinde, Allah halifeliğine kadar açıktır.

·İnsan olduğu için İslâm oldu; ve İslâm olduğu için insan vardır.

·Maddî ve manevî bütün iş şubeleriyle insanoğlunun tek cehdi ölümsüzlüğe ermekse, bunun biricik müteahhidi İslâmdır.

·İslâmda insan, hem kangal kangal kemmiyetiyle üstüne düştüğü ve fânî âdetler boyunca nefsine devam aradığı dünya ve madde kadrosunda, hem de her ferdî yekpare bir ebedîyet ve keyfiyette toplayan mâvera çerçevesinde, ölümsüzlüğün mümessilidir. İslâm, insanın yüzüne şu nûrdan satırı yazdı: « Sen ölmeyeceksin!»

·Bekâ yalnız Allahın sıfat ve hakikati olduğuna göre, ayağına fânîlik zemini çekilip başına sonsuzluk tacı oturtulan insan, İslâmda, her iki tarafın hakkını gerçekleştirmeye memur Şeriat ve Tasavvuf yollarından, Allahın ilahî çaptaki hediyesine nâildir. Mahlukların en şereflisi sıfatiyle ya bu hediyenin kul üstü seviyesine yükselecek, yahut yaratıkların en sefilinden de aşağıya düşecek...

·Ebedîlik divanesi insan, İslâmdan başka her görüş sisteminde lâğım faresinden daha aşağı, İslâmdaysa, sonsuzluk şevkinin pırıldattığı nûr yüziyle, en büyük kahraman.

·Bütün sırrı şu ölçüde bulunuz: «Allah, âlemi insan, insanı da kendi marifetine ulaşması için yarattı.»

İSLAM VE AHLAK

·İlk Peygamberden Sonuncusuna, en doğrusu, İlkinden ilki ve Sonların Sonuna kadar, ahlâkı getiren, gösteren, vaz’eden, esaslandıran, yalnız İslâm...

·İnsanın fikirle gördüğüne karşı hisle takındığı değerlendirme edâsı, ahlâktır. Fikir, «niçin?», ahlâk da «nasıl?»ı cevaplândırır.

·Hakikatin «niçin?»leri önünde, ruhun tavır ve hareketleri bakımından «nasıl?»ları, ahlâktır.

·Hakikat karşısında ruhun bürüneceği tavır ve eda melekesi olan ahlâk, ruhun başlıca sıfatı ve hâdiselerin ruhta kıymet hükmüdür. İçimizde ve dışımızda olan her şeyin ulvî ölçüsü ahlâktır.

·Ahlâka fikir öncülük ettiği kadar, fikre de ahlâk yol gösterir. Fikrîn gösterdiği sebepten ahlâk doğduğu gibi, ahlâkın doğuşundan fikir sebep kazanır. Öyle ki ikisini de, içiçi, birbirini muhit (kuşatıcı) ve birbiriyle muhat (kuşatılmış) sayabiliriz. Adeta fikrîn «niçin?»lerini, ahlâkın «nasıl?»ları içinde buluyoruz. Dâvanın en sağlam ifadesi şu ki, ruh bütün melekeleriyle el ele, bir anda buluyor, ruh bulduktan sonra fikir öne geçiyor, peşinden ahlâk zuhura geliyor; hakikatteyse hangisinin ve neyin önde olduğu belirsiz kalıyor.

·Amma ki, fikrîn kuşattığı yerde bir ahlâk kümelenmesi, ahlâkın kuşattığı yerde de bir fikir bulunması zarurî.. hacimle renk gibi bir kaynaşma...

·İnsanoğlunun, içine ve dışına doğru bütün münasebetlerinde birer fikrî «niçin?»e bağlı «nasıl?»lar halinde ahlâk dayanağını temel kabul etmek, mütearifedir. Beşeriyet bu mütearifeyi fikir hendesesinin ilk bedahati sayar ve oradan yola çıkar. Onsuz ne ruh, ne insan vardır. Denilebilir ki ahlak, fail olmak yerine münfail sıfatta, sadece tavır ve eda hüviyetiyle, içinde fikir, mâna, sır, hikmet, her şeyi istihlâk eden ve kendisinden zuhura geldiği ruhu zuhur ettiren üstün duyuş ve anlayıştır. Ahlâk, anlayıştan doğar ve anlayışı tamamlar.

·«Ben ahlâki yücelikleri tamamlamak için gönderildim!» ve «Müminlerin en faziletlisi, ahlâkı en güzel olandır» buyuran Allah Rasulünü işte bu incelikler içinde anlamaya çalışmak lâzım...

·İslâm ahlâkının binbir sütun üzerinde duran ahlâk çatısında dört ana direği, ihlâs (samimîlik), aşk, fedakârlık ve merhamet diye göstermekte hata yoktur. Sade şunu bunu değil, ruhun ve hakikat merkezinin bütün topoğrafyasını getirmiş olan İslâm, iyi ahlâkı ruhta, kötü ahlâkı da nefste mihraklandırdığına göre, bu dört esas, ruhu pırıldatmak ve nefsi dizginlemekte en tesirlileri...

·İhlâs, samimîlik, «olduğu gibi»lik; nefs hislerinin maskesini düşüren ve hakkı karşılamanın temel şartını veren hakikat ateşi... Onun bulunduğu yerde riya, yalan, dolan, sahtecilik yoktur; ve ihlâs, nefsin hapsettiği ruhu meydana çıkaran ve onun yerine nefis hapseden biricik zabıtadır. Baştan başa hakikat, iman ve ahlâkın arsası, ihlâs... İhlâs, doğrunun, gerçeğin zarfı, kabuğu...

·Aşk mı?.. Canın ışığı, varlığın mayası, hayatın desteği tek hikmet... Aslî hedefi Allah... Aşk olmasaydı varlık olmazdı; ne kuşlar öter, ne de sular fısıldaşırdı. Allahın, en büyük Resûlüne yakıştırdığı vasıf, Sevgilisi olmak... Nefs yalnız kendisini sevdiğine göre aşkı aslî hedefine ve onun rızası etrafına mahluklarına yöneltmek, insanda insanı gerçekleştirir. Seven adamda kibir, benlik, âdilik, küçüklük, miskinlik, cansızlık barınamaz.

·İhlâssız aşk olmayacağı gibi, aşksız da fedakârlık olmaz. Fedakârlığın olduğu yerde de bütün fert alâkalariyle cemiyet, hamle, atılganlık, yardım, en üstün tecellileriyle adâlet hazır ve her türlü hasislik gaiptir.

·Merhamet o kadar İslâmın şiarıdır ki, gerçek ve derin mü’minde onun özentisi, şamatası edebiyatı yok, yalnız hakikati vardır. Bir güvercin öksürürken merhametinden ağlayan mümin, kılıcını çekip Allaha hakkını vermeyenlerin üzerine yürüdüğü zaman, bunu kendi nefsinden değil, onlara merhametinden ve kılıcının ucunda kurtuluş ilacını taşımak idealinden yapar. Kin ve nefretin tam zıddı olan merhamet, onların besleyicisi kıskançlık ve küçümsemenin, ihlâs, aşk ve fedakârlıkla beraber panzehiridir. Merhamette şefkat, rikkat, yumuşaklık, incelik tümen tümen; darlık, katılık, kabalık, vurdumduymazlık hiç yok... Daha nice ahlâkî yücelik, kendileriyle beraber bu dört temele bağlı...

·Nihayet ahlakın ezelî ve ebedî bir örneği mevcut... O, Allahın Sevgilisi... Ahlâk O’nun ahlâkı; en üstün mücerredi ve en parlak müşahhasiyle O’nun ahlâkı... Başka hiçbir vasıf O’na yetişemez.

·Ve nihayet ahlâkın nihaî ideali bir din emriyle çerçeveli: «Allahın ahlâkıyle ahlâklanınız!» Mutlak hikmet sahibinin, o hikmete kıymet hükmü ve sıfat olarak ifadelendirdiği ahlâk ve ondaki sır...

İSLÂM VE CEMİYET

·İslâm, en ileri bir cemiyet ve cemiyetçilik telâkkisinin bütün ruh ve hakikatine biricik kaynaktır.,

·İslâmda fertle cemiyet arasındaki unsur ve terkip düğümü, milyonluk kitle bir kişinin diş ağrısını aynı diş üzerindeki herkesin duyacağı nisbette mefkûrevî bir sarmaşdolaş belirtir.

·Bir kişinin herkes, herkesin de bir kişi olduğu hakikati İslâmındır.

·Alabildiğine derin ve gizli fert hayatı, alabildiğine geniş ve açık cemiyet hayatiyle, iki taraf da kendi öz değerinden hiçbirşey kaybetmeksizin nasıl kaynaşabilir diye sorarsanız, cevap hazırdır: Ancak İslâmın potasında kaynaşabilir!.

·İslâmda fertle cemiyet arasında iki tarafın da en ince hakkını koruyan ulvî ve mefkûrevî muvazeneyi, incin görünmez bir köşede Allahı için namaz kılan tek fert, sonra bu fertlerin saf halinde ve muhteşem bir kubbe altında kurduğu nizam, ne güzel ifade eder! İbadet şeklinde bile ferdle cemiyetin en ileri paylarını gösteren İslâm, Cuma namazını, fertlerin teker teker kılamayacağı, fakat teker teker fert mükellefiyetine bağlı içtimaî kulluk çerçevesi içinde edâ edebileceği bir fert-cemiyet ibadeti olarak hususiyetlendiriyor.

·İslâmda cemiyet, ferdî, yüzüğün taşını tutması gibi her köşesinden sımsıkı kavrar ve onunla kıymetlendirir. Bu fert, o cemiyeti ören ulvî ve insanî örnek olarak tek hakkı uğrunda bütün cemiyetin feda edileceği bir hürriyet ve selâhiyet makamında; o cemiyet de, aynı ferdî suflî ve nefsani hallerine karşı bütün fert kemmiyetlerini çiğneyici bir mizan ve (otorite) mevkiindedir.

·İslâmda fert ve cemiyet, kendi mücerred ve müstakil mânaları içinde tam hakkını almıştır.

·Namaz, hac, zekât, cihat farizalarında daima fert köküne bağlı sımsıkı cemiyet örgüsü, (İmperium romanum) un, rüyasına bile yaklaşamadığı ideal toplum gayesini çerçeveler.

·Allahın eli topluluktadır buyuran Allah Sevgilisinin açtığı nûr ufkunda işte İslâm ve cemiyet yapısı!.

İSLÂM VE DEVLET

·İslâm, devlete, ruhunu uzviyete yapışık olması gibi sımsıkı bağlıdır; asla ayrılmaz ve onsuz uzviyet düşünülemez.

·Akıl erer mi ki, bütün kâinatı kucaklayan İslâm, insan kalabalıklarının maddî ve manevî yekûn kıymeti ve toplum iradesi olan devleti, sınırları dışında bıraksın?

·İslâmda halk, hakkın zâhiri ve hak, halkın bâtını olduğuna göre, İslâmî devletin tek ölçüsü Haktır ve biricik hâkimiyet onundur. Halkın değil, Hakkın hâkimiyeti...

·İslâmda halk, hak ve hakikatin esiri (teslim olmuşu) sıfatiyle gerçek ve mükemmel olarak hudutsuz hür ve yine aynı bakımdan gerçek ve mükemmel olarak hudutsuz olarak bağlıdır.

·Öyleyse İslâm, en sâf ve mükemmel kavranış zaviyesinden, en ileri devletçiliğin en ileri hürriyetle aynı zaman ve mekânda birleştiricisidir.

·İslâmda halk, hak ve hakikatin esiri ( teslim olmu- ğıtmak bakımından kölelerin en zayıfı, yine Hakkın fert üzerindeki hakkını istemek bakımından da sultanların en kuvvetlisidir.

·İslâmda idare şekil yok, idare ruhu vardır; ve ulvî ve münezzeh İslâmiyeti, saltanat, cumhuriyet vesaire gibi toprak seviyesinde kalan basit ve iptidaî şekil ve kadro tercihlerine karşı her hangi bir alâkası mevcut değildir. O, Hakka esir bir fert hükümranlığını,başıboşluğa mahkûm bir hürriyet idaresinden üstün tutar; fakat en seçkin cemiyet temsilcilerinin meşveret idaresini hepsinden üstün görür.

·Evet; idare esasının mücerret ruhu noktasından İslâmiyetin ana prensibi, bütün cemiyet ve milletin seçtiği, benimsediği ve baş kestiği büyük ve merkezi şahsiyet gerisinde, imam ve arkasındaki cemaat gibi, en nizamlı bir düzendir. İşte İslâmiyetçe «ulü-l emr» diye anılan bu şahsiyetin reisliği altındaki devlet, zaman ve mekâna göre devlet ve idare şekillerinin en üstün ve ilerisi olacak mevcut şekiller içinde en fazla nefsanî saltanat şekline yabancı kalacaktır.

·İslâm devletinin reisi, o cemiyette en mütekâmil ve en ileri müslüman şahsiyet, onun verâsında Âlemlerin Efendisi olan Allahın Sevgilisi, onun da mutlak emirleri ve iradesiyle Allah...

İSLÂM VE İNKILAP

·Âlemde, zatiyle, kendi kendisine, kendi kendisinden ibaret kaldıkça hiçbir değer belirtmeyen iş ve mefhumların başında inkılâp gelir. Fakat bağlandığını gayenin vasıta ve usûlü olarak, inkilâp, her kıymetin üstünde..

·İnkılâp, taş ve toprak kütlelerini berhava edip hayat kurtarıcı yollar ve kanallar açmakta müessir bir infilâk maddesine, dinamite benzer bir şeydir. Böyle olunca o, yüzde yüz kölelik ettiği dâva ve hakikat kutbuna göre kıymetlenir. Yoksa aynı dinamit bütün bir medeniyet sathını da hissîzce ve anlayışsızca küle çevirebilir. Bu bakımdan, inkılâp, sırf, kendi nam ve hesabına hiçbir hak iddia edemez.

·İnsan tefekkürünün kopmaz yuları içinde sımsıkı zaptedilmiş koskoca ve iradesiz bir hayvan gibi, dinamit, sırf kendi nam ve hesabına, sadece patlamak ve yıkmak için patlamak ve yıkmak diye bir kuvvet imtiyazına mâlik olamaz. Mücerret inkılâp ruhu da, yalnız inkılâp için inkılâp temayülüne sapamaz. Bu takdirde, inkılâp adına mücerret ve münhasır değişmek ve değiştirmekten başka bir izah sebebi olmıyan ve umdeleri arasında, mücerret ve münhasır inkılapçılık diye bir madde bulunduran bir telakkiye şöyle hitap etmek yakışır: «Mademki sadece değiştirilicikten başka bir şeye aklın ermiyor, öyle ise sırf kendi prensibine sadık kalman için herşeyden evvel sen değiş, yâni yerini başkalarına bırak!..» Böyleleri, kendilerine ters telâkkilerden değil, bizzat öz nefslerinden gelen tezatlar karşısında iflâs ve izmihilâl halindedirler. Dâvasını bahâne, âlet ve usûlünü gaye edinen, her inkılâp, sadece öldürücülüktür...

·İnkılâp, eğer ulaşılmış bir hak ve hakikat manzumesinin kıl kadar yerinden kıpırdamaz, sabit ve mutlak mihveri etrafında sonsuz bir hakikat aracılığı; hep o sabit ve mutlak mihverin pörsümez tazeliği ve solmaz yeniliği adına boyuna aramak, boyuna keşfetmek, boyuna değişmek, ermek olmak ve hiçbir durakta kalmadan terakki etmek demekse, İslâmlıktan büyük inkılâpçılık yoktur. Kâinatın Efendisi buyuruyor: «Bir günü bir gününe eş geçen aldanmıştır.»

·İslâm, dikkat ve sıhhatle hesaplânması gereken bu temel ölçüyü lif lif bağlı olarak, hem ayrı ve zıt nefsleri kendisine kendisine irca etmek, hem de kendi öz nefsi içinde ebedî bir (doğru), (güzel) ve (yeni) fâtihliğine memur bulunmak noktasından, ulvî mânada inklâp ve inkılâpçılık hakkının, merkezinden muhite ve muhitten merkeze doğru bütün teaddî ve taarruz seciyesiyle ve en ileri aksiyonculukla zenginleştirilmiş, muhteşem ve mükemmel sistem...

·Gören göze ayandır ki, en küçüğünden en büyüğüne kadar her hâdisede olduğu gibi, inkılâp iş ve mefhumunun hakikati de İslâmda...

·Her şeyin, etrafında döneceği, olacağı bulacağı kıl kadar yerinden kıpırdamaz, sabit ve mutlak mihver, İslâmda Şeriat’tır. Şeriatın red ve mahkûm etmediği her şey de İslâmda serbest; sade serbest değil, iyiliği, doğruluğu ve güzelliği nisbetinde yerine getirilmesi lazım gelen bir emirdir. Gerçek iyi, doğru ve güzel her şeyse İslâm Şeriatinin engeline çarpmak şöyle dursun,himaye kanatları altında muhafazalıdır.

·Günümüzün, inkılâp mefhumunu batıran mâkûs yobazlarına tam bir nazire mi istiyorsunuz? Bir zamanların, Şeriat lâfından başka bir şey bilmeyen, bu ilahî hükümler kadrosunu kendi havasız ve ışıksız ruhunun içinde görmeye, benimsemeye kalkışan ve böylece herşeyden evvel Şeriate ihanet eden mebsut yobazlar! Her «yeni»ye «bid’at» klişesini basan ham ve kaba softa, İslâmın ebedî ölçülerini sımsıkı ölçülerini sımsıkı tutmanın displin nizamından doğma mübarek «Şeriat» kelimesini iç hakikatiyle asla bilmeyendir. Eğer bu yobaz, İslâmın ebedî doğruluk, güzellik ve yenilik ruhunu kendi buzlu nefs ikliminde kaskatı donduruyorsa, kabahati, bu iklimin Müslümanlığa uzak oluşunda aramak lâzım değil midir? Halbuki, yüzü cenuba doğru bir ham ve kaba yobaz tip, yüzü şimale doğru başka bir ham ve kaba yobaz örneğine bakıp, kabahati, her kabahatten tem münezzehlik plânı olan mukaddes İslâm Şeriatinde buldu. Sahte bir sarık, kapkara bir ağız, simsiyah dişler ve sonunda kaba, küstah ve ahmak edanın sahipleri, bizzat kendi torunlarına artık öz temizlik rengi sarığın, nûr yuvası ağzın, inci gibi dişlerin ve eşsiz bir incelik ve tatlılık ve derin edasının temsil edeceği gerçek iman hakikatini bir daha aratmaz oldular ve olanlar oldu. Bütün hikâye ve macera bundan ibaret; ve Tanzimattan beri inkılâp lâfından başka kelime bilmeyen hareketçiklerin içyüzü de bu kadar!..

·İslâmlığı, kendi öz vatanımızdaki tecellileri ve kendi öz ve mahrem çehresindeki nâmütenahî derin ve asil istiğna ifadesiyle, bir takım ezberci inkılâplara karşı fevkalâde ince girift ve her iki yobaz örneği tarafından örselenmiş mevkiini evvelâ tesbit edelim; ve sonra hemen damdan düşercesine belirtelim ki, tarih boyunca hak ve hakikati arama yolunda yapılmış ve özenilmiş ne kadar inkılâp varsa hepsinin alıp bulamadığı ve çırpınıp eremediği şey, İslâmdadır. Ve her şey, İslâmı, onu dışarıdan hiçbir şey katmaksızın, kendi işinde arayıp bulmaktan ibaret, nâmütenahî basit ve bir o kadar girift bir dusturda toplânmaktadır.

·Büyük Fransız inkılâbının, sosyalizma hareketlerinin, kominizma ihtilalinin, faşizma ve nasizma, liberalizma ve kapitalizma vesairenin bütün bir birine zıt ve bir biri için müşterek cepheleriyle, isteklisi ve gönülüsü olup da en yanlış dağıtmalar ve toplamalar içinde kaybettikleri hak ve hakikat parçaları, her zıddı barıştıran ve bağdaştıran yekpâre bir âhenk plânında ve tam bir bütünlükle İslâmdadır.

·İnkılâp ve inkılâpçılık; hak ve mutlak din Peygamberinin mukaddes ayak izleriyle açılmış yolu bulmak demektir! Şu (damping) malları kadar ucuzlatılan inkılâp ve inkılâpçılık mefhumunun ( radyum) derecesinde nadir cevheri de, bizdedir. Gül bahçesine dağdan boşanan öldürücü sel halindeki inkılâp, kurak toprağı gökten serpilen diriltici yağmur şeklindeki inkılâbı kıyaslarsanız, katil bıçağı ve operatör neşteri arasındaki farkı ve inkılâbı İslâm gözlüğünden görmüş olursunuz.

İSLÂM VE SİYASET

·İslâmın sayısız dallara ayrılan siyaseti tek gövdede birleşir: Bütün insanlığın İslâma teslim olmasını sağlayıcı usûl... Teslim olmakda selamete çıkmak, selamete çıkmakta İslâma ermek, İslâma ermekde sonsuz kurtuluşu bulmak vardır; ve İslâm siyasetinin baş hedefi, İslâm ülkelerinin içinde ve dışında, insanlığı bu saadete erdirmektir.

·Siyasetinin bu esasi hedefi yolunda İslâm, iki esasi vasıta kullanır: Kılıç ve kalem.. Kılıç maddeyi kalem de ruhu fethetmenin bütün vasıta ve âletlerine şamil iki remzidir.

·İslâm, topyekûn madde ve topyekûn ruh kadrosunda hakikî fâtihliği emreder ve hakikî fâtihlerin ulvî iş çerçevesini belirtir. Bu yüzdendir ki, İslâm siyasetinin ana gövdesi, madde ve ruh fâtihliklerinin sayısız iş ve fikir dalını nefsinde düğümleyen yekûn hattıdır.

·İslâmın madde fâtihliğindeki âleti kılıca, orak, sapan, kazma, balyoz, makine, motor, bütün inşa ve imal âletleri; İslâmın ruh fâtihliğindeki âleti kâleme de, kitap, kürsü, ses, çizgi, edâ, ifade, bütün telkin vasıtaları girerken, bunlarla bu soydan herşeyle mukaddes gayeyi devşirmek için ne kadar yol, çare, şart ve usûl varsa hepsine birden enfes ve mükemmel nazariyle bakılacak ve bunlardan hepsine birden el atılacaktır. Tek, Allahın ve Peygamberinin emirleri muzaffer olsun...

·Ferdînden cemiyetine ve dünyasına kadar İslâm siyasetinin ruhu, babaya, anneye, evlâda, kardeşe, dosta, muhite, cemiyete, yabancı fertlere ve milletlere gerçek kurtuluş yolunu maddî ve manevî her vasıtayla göstermek, belirtmek, benimsetmek ve sevdirmektir. İslâmın muhabbet telkini dehâsı, kendisini sevdirmek isteyen bir kadının tavır ve hareket dehâsını geçmelidir. Bu çetin işde de fertlerin ve cemiyetlerin imkân ve istdatlarını son derece dikkatle hesap etmek ve nâzik âletleri tamir ve ihya ederken gösterilen inceliğe sahip kılmak başlıca usûldür.

·İslâm siyasetinde usûl, kılıç yolunda hudutsuz bir doğruluk ve adâlet, kâlem yolunda da sonsuz bir güzellik ve zerâfettir. Her iki yolun da gayesi «kolaylaştırın, zorlaştırmayın; müjdeleyin, soğutmayın!» mealindeki Hadis emrine tam uygundur. Neticede her yoldan ne yapılırsa yapılacak, fakat inandırılacak ve sevdirilecektir.

·İslâm, günlük, istismarcı, miskin, hasis, sadece hile için hilekâr politikadan nefret eder ve kendi vecd ve aşk hamurunun kıvamında buna yer veremez.

·İslâm siyasetinde, 24 saatlik hayata hâkim olmak dâvasını güden cüce açık gözlülüklerden hiç birine yer yok!; ebedî hayata nailiyet yolunun dünya ve cemiyet tedbirlerini arayan büyük ve muhteşem zekâya ise baş üstünde yer vardır. Bu zekânın rakip ve düşman millet ve dünyalara karşı, politikası da, İslâmın iç ve dış oluşumu köstekleyici her hale mâni tedbiri almaktır. Sırasında kuvvet sırasında hud’a, sırasında idare... «Harp hud’a demektir!» emri...

·Bütün bu bakımlardan,en muğdil, en girift,en açık, en sade, en mürekkep,en basit, en sâf, en kurnaz, en kahraman, en hud’acı, en sert, en yumuşak; ve eşya ve hâdiselere her ân baş eğdirme mefkûresi altında eşya ve hâdiselerin her ân icabına baş eğen, incelerin incesi ve derinlerin derini siyaset, İslâmdadır.

İSLÂM VE ADALET

·Âlemde tek adâlet kaynağı, İslâm...

·Adâlet, hakkı «mâvuzua leh»ine, lâyık olduğu yere koymaktır. Bir şeye hakkını vermek, onu dengi olan karşılığı kavuşturma, gereğine erdirmek. Bir şeyi o şey ister bir mâna, ister bir madde olsun, uygun olduğu hak makamına oturtmak, nispet belirttiği ölçü plânına çıkarmak, muhtaç olduğu kıymet vahidine ulaştırmak... Adâlet budur.

·En büyük, nâmütenahî büyük hak Allahdır ve bütün bu kâinat onun tarafından yaratılmış olmak makamına oturtulunca, kalbde imanın ilk şartı ve bu hak tecelli eder. En büyük haksızlık da bunun aksi.. Mükafat ve cezaları da en büyük hakla, en büyük haksızlığa göre... Bu bakımdan her mâna ve maddenin, kalıbına nisbetle oturtulacağı yer, ulaştırılacağı karşılık, kavuşturulacağı ölçü, ayrı ayrı..

·Hakikatin, yerini bulmasından ve bir cisimle onun kumdaki yatağı arasındaki intibakı kazanmasından ibaret olan adâlet, zat ve tecelli, keyfiyet ve takdir, iş ve karşılık olarak, iki kefeli bir terazi halinde, iki cepheli bir oluş ve muvazene arzeder; ve içimizle dışımızı denkleştirici ruhî ve maddî, ferdî ve içtimaî, bütün kıymet hükümlerini kuşatır.

·Anlaşılyor ki, adâletin, en mücerret fikirden en müşahhas medde tezahürüne kadar, hudutsuzdan gelip hudutluda meydana çıkan bir kök ve dal mâhiyeti vardır; ve insanoğlunun amelî mânada adâletten anladığı, onun cemiyet münasebetlerindeki müşahhas tezahürlere bağlıdır.

·Adâletin tam zıddı olan zulüm de, eşya ve hâdiseleri, nispet ve liyakat belirttikleri makamların, plânların, ölçülerin dışına çıkarmaktan başka bir şey değil. En büyük hakka karşı en büyük zulmün ne olduğu kendi kendisine anlaşılıyor: Allahı inkâr.. Nefsin kendi kendisine zulmü..

·En hâlis ve mutlak adâlet emirleriyle, en sağlam ve keskin zulüm yasakları sadece İslâmdadır. Ve İslâmda örgüleşen adâlet emirleriyle zulüm yasakları, cemat, nebat, hayvan ve insan, her şeyin, her maddenin, her mânanın ve bütün bunlar arasında her münasebet şeklinin hakkın sımsıkı çerçevelemiştir. Bütün dünya kadrosunda hakkını isteyen kim ve ne varsa bize gelsin!.

·Bize dünyanın en kokmuş, çürümüş ve azmış cemiyetini teslim edinîz; teahhüt ediyoruz ki, o cemiyette İslâm ideolocyasının sonsuz ruhu sindirilinceye kadar sadece İslâm adâletinin kışrındaki ölçüler tatbik edilmekle, göz açıp kapayıncaya kadar kurtuluş, dış yapıda gerçekleşecektir. İslâm adâleti öyle bir şeydir ki, İslâma inanmayan bile onun adâletini şekilde tatbik etmekle dünyasını olsun kurtarır. Müslüman için de en üstün adâlet görüşü Allah neylerse onu adâletin ta kendisi bilmek, bu sırra akıl ulaşmanın muhal olduğunu anlamak ve adâleti Hakkın emirlerine noktası noktasına riayette aramaktır. Adalet, ne türlü olursa olsun, Allahın işi; ve bize, mutlaka şu ve bu türlü olarak Allahın emri..

·İnsan hayatına kıyanların hemen başlarını uçuracağına, onlara hayatını bağışlayan; ve hırsızlık edenlerin derhal kollarını keseceğine kendilerine hapishane köşelerinde rahat rahat geviş getirecekleri yataklar ve sanatlarını ilerletecekleri dershaneler hazırlayan zihniyet, birer kötü kişiye medeniyet göstermek için bütün iyi kişilerin hayatına ve malına kıymış olmak mânasındadır. İslâm adâletinden başka her ölçü, bizce cezalandırmaya yeltendiği kötülükle bilmeden ittifak halindedir.

·İslâmda hâkim, bütün devlet ve millet manzumesinin bağlı olduğu kök telakkiye ait ölçülerin müstakil kazaî temsilcisidir. Bu hüviyetiyle o, devlet ve hükümet, reislerine, herhangi bir çöpçüve dilenciden ayırt etmez bir irtifadan bakar.

·İslâm adâletini ışıldattığımız ve insanlığa serpmek istediğimiz çağlarda en küçük kazancımız Viyana surları önünde boy göstermek oluysa, o adâleti paslandırdığımız devirlerde de en küçük kaybımız yurt dışını düşmâna ve yurt içini eşkiyaya sardırmak oldu. Ondan sonra da, her zaman ve mekâna ait ebedî adâlet hazinesinin anahtarını cebimizde taşıdığımızdan habersiz, çapraşık ve dolambaçlı medeniyet dünyasının binbir icabı karşısında, bir adâlet buhranından öbürüne atlayarak, adâlet adına boyuna zulüm kopyacılığı yapmaktan ve en hâs ve halis zâlimleri sürü sürü türetmekten başka işimiz olmadı.

İSLÂM VE MÜLKİYET

·İslâm ve mülkiyet, yahut İslâm ve malî adâlet, yahut İslâm ve iktisadî nizam... Tek kelime ile, İslâm ve bugünkü dünyanın ana derdi olan kazanç ve hak taksiminde kurtarıcı ve erdirici sistem...

·İslâm nasıl en üstün hürriyet ifadesi içinde en sıkı disipline, hem hürriyet ve hem de displinin haklarından hiç birini incitmeden mâlikse, ferdî mülkiyetle ferd üstü içtimaî tasarruf hakkına da aynı kaynaştırıcı âhenkle sahiptir.

·Zaten İslâm, her bakımdan bütün zıt kutuplar arasındaki iyilikleri zatında toplayan kötülükleri tasfiye edici ulvî ve ilahî ahenk ve terkip demektir. Hangi dâva, aks-i dâvanın tegallübü karşısında hakkından bir şey kaybettiğini görür ve hangi aks-i dâva, dâvanın tahakkümü altında hakkından bir nokta çalındığını hissederse, ikisi birden gelsin ve kendilerini artık ortada kendilerinden hiçbir hüviyet kalmayarak İslâmda tatmin etsin!.. İşte Kapitalizma ve Liberalizma ile Sosyalizma ve Komünizmaya edilecek tavsiye budur: «Buyrunuz; birbirinizde bulduğunuz karşılıklı sakatlıkların bir arada tasfiye edildiğini görmek ve her biriniz ayrı ayrı nefslerinizde vehmettiğiniz değerlerin bir arada hakikatine kavuşmak isterseniz, isminizden ve cisminizden, ruhunuzdan ve hüviyetinizden zerre kalmıyacak tarzda, İslâmda fânî olun, eriyin, yokluğa karşın ve her şeyi bulun!»

· Evet, bugüne kadar insanoğlunun uzanabildiği ne kadar iktisadî ve içtimaî sistem varsa –ki İslâm bunlardan hiçbiri değildir ve hiçbiriyle isimlenmez – hepsinin de iyi taraflarından tek mahsup halinde bütün kıymeti, aslı ve hakikati İslâmdadır. Kötü taraflarının panzehiri de yine İslâmda...

·Böylece hudutsuz ve murakabesiz fert mülkiyetinin, zıt sistemlerce son derece haklı olarak çerçevelenmiş bütün kötü ve zararlı istismar ve ihtilâtlarını dibinden tasfiye edilmiş görmek isteyenler İslâma buyursun! Ve ferdî mülkiyet hakkından mahrum edici telâkkilerin, yine aykırı rejimler tarafından gayet doğru olarak belirtilen bütün öldürücü tesirlerini temelinden önlenmiş görmek isteyenler yine İslâma buyursun! Ayrıca iki cephenin de ne kadar iyi ve faydalı tarafı varsa, en erişilmez, nisbet ve kıvam miyarı ve üstün hakikat ruhu içinde topyekûn ezelden zaptedilmiş olduğunu görmek isteyenler, bilhassa İslâma buyursun!

·Ferde alabildiğine mülkiyet hakkı veren İslâm, ferdî içtimaî mal evine (beytülmâl) ve öbür fertlere karşı bağladığı kutlak kayıtlarla, dâhhameleşmiş başı boş sermayenin bütün istismarcı, ihtikârcı,murabahacı,, maddeci ve zorba temayüllerine hiçbir dayanak noktası bırakmamıştır.

·İslâmda, alabildiğine serbest fert mülkiyetine karşı, ferdî ve mülkiyeti varabildiğine içtimaîleştiren ve bu mefkûrevi kıvamı kıyamete kadar temin kudretinde olan iki kapı halinde biri âmir ve öbürü mâni, iki kurtarıcı ve erdirici şart: Birinin farz ve öbürünün haram oluşiyle Zekât ve Faiz..

·Sadece faizin haram ve zekâtın farz oluşu – ki bunlardan her birini öz çerçevesi içinde nokta nokta ve çizgi çizgi incelemek lâzım – iktisadî ve içtimaî ilimlerden anlıyanlarca haddinden fazla yüklü kafasını yarasalar gibi duvardan duvara çarpan Yirminci asır dünyasının en dolambaçlı meselelerini bir anda düzeltmeye ve elinden kaçırdığı iktisadî ve içtimaî saadetin düzenini temelleştirmeye yeter.

·Bitişiğindeki evde aç varken sofrasına ilişebilmiş insanı kendinden saymayan İslâm ruhu, sermayenin, oturduğu yerde ter ve yelpazelenme hakkı diye kullandığı faize sed çekici; ve belli başlı bir haddin üstündeki her 40 vâhidden birini içtimaî tasarruf yoliyle bir taraftan muhtaçlara dağıtıcı ve bir taraftan sermayeyi budayıcı ve mala tahâret ve ibâdet teklif edici iki şartiyle, kör ve sağır Yirminci Asır dünyasının, muhtaç olduğu yegâne kurtarıcı ve erdirici sistemidir.

İSLÂM VE ORDU

·İslâm, ordu ve askerliği sımsıkı tutar.

·Eski Türklerin «Altın ordu» ve Almanların «Büyük ordu» mefkûreleri bizzat mâlik bulunmadıkları hakikat ve ruha dayalı olarak, İslâmdadır.

·İslâm, «herkes ne yaparsa yapsın, ben kendime bakayım» diyen ferdî ve pasif bir müessise olmadığı, her ferdî tek tek ve bütün insanlık plânını topyekûn kurtarmaya memur biricik ve aktif bir ruh temsil attığı için, hiçbir ferdî, hiçbir cemiyeti ve hiçbir dünyayı kendi haline bırakamaz; mutlaka kurtarmak ve ebedî devlete ulaştırmak ister. Bunun için de, fikir ve mâna ile dolu, maddî kuvvet ordusunu teşkilâtlandırır. Farz olan cihâdın, İslâm devletine yüklediği vazife...

·İslâm düşmanlarının anlayamadıkları ve anlayamıyacakları şudur ki, bir operatörün elindeki neşter gibi, İslâm ordusunun kılıcı, yalnız merhametin, âzâmî lutuf ve ihsanın âletidir. Zira, ameliyat olmamak için tepinen bir ölüm hastasından farksız olanları, istedikleri kadar tepinsinler ve çatlasınlar, kurtaracak, hem de zorla kurtaracaktır.

·İslâmın gönül ve iman tarafında zora yer yoktur; ve dinde ikrah olmadığı, Allahın emridir. Fakat son safhada işi gönlün nihaî hükmüne bırakan İslâm, ilk safhada, gönlü karartan bütün pasları kaldırıcı ve onu bütün menfi tesirler dışında kendi karariyle başbaşa bırakıcı maddî tedbirleri bilfiil almakla mükelleftir. Amelîyattan sonra saadete kavuşan hastanın doktora minnettarlığını düşünelim!.

·İslâmın kılıcı bizzat merhamettir. Hıristiyanlıktaki sun’î merhamet edebiyatı değil..

·Ölümsüzlüğü getiren İslâm, zaferden sağ salim dönenle, kanını cenk topraklarına içirip Allah uğrunda ölene ait olmak üzere, ordusu için iki eşsiz ölümsüzlük rütbesi getirmiştir: gazi ve şehid.. Hiçbir ordu mefkûresi, dâva ve aksiyon yolundaki mücadeleci insanoğlunun ayaklarını, bundan daha sağlam iki temel üzerine dayayamaz.

·İslâm ordusunun gayesi «Allah adını yükseltmek» tir. Böyle bir nâmütenahîlik pınarından su içen ordunun, beşeri akıl ve ilimle donatılmış ve en ileri ve en pırıltılı bir nizam belirtmesi, bu nizamın insan ve âlet vahidleriyle şiir üstü bir dış mimarî ve insan üstü bir iç ruh belirtmesi şarttır.

İSLÂM VE MÜSBET BİLGİLER

·«Beşikten mezara kadar ilim dileyiniz!» ve « ilmi Çinde bile olsa isteyiniz» ve «Allahım, bize hakkı hak, bâtılı bâtıl olarak göster!» ve «Allahım, bana eşyanın hakikatini olduğu gibi belirt!» mealindeki dört hadîsle ve daha niceleriyle Peygamberler Peygamberinin, kâlemini nûr hokkasına batırarak yazdığı hikmet, İslâmın umumiyetle ilim ve bu arada müsbet bilgiler karşısındaki vaziyetini tam olarak tesbit eder.

·Garplı, bu emirlerin kudsiyet menbaına bağlı bulunmaksızın, farkında olmadan onlardaki hikmeti yerine getirdiği içindir ki, denizleri, kararları ve havaları, fethetti. Halbuki bu oluş hakkı da, her hak gibi ezelden ve yalnız müslümanlarındı.

·İnsan kafasının eşya ve hâdiseler üzerindeki tecessüs ve hâkimiyet hakkını tatmin cehdiyle hareket eden Garplıya karşılık, eğer atom bombasını bizim dünyamız icad edemediyse, kabahati, sadece iyi müslüman olamayışımızda arayalım!.

·Aya biz gidecek ve oraya, bilmem kaç yıldızlı Amerikan bayrağı yerine tevhid livâsını biz dikecektik!

·Ne yazık ki, Garplının, sırf madde âlemini çepçevre ihâta ve sımsıkı tasarruf gelen ham kuvvetiyle bizi sarsmaya başladığı günlerde, hemen yapılması gereken nefs muhasebesine bağlı olarak müsbet bilgiler şuuru bize dinîn bir emri telâkki edileceğine, din âlimi geçinenlerimiz arasında, bisiklete şeytan arabası ve matbaaya küfür âleti diyenler bile oldu; ve o zaman bu gübre kafalılara «asıl siz bu hükmünüzle yaklaşıyorsunuz!» diyebilenler çıkmadı.

·Garplı, fânî madde âleminin marifetlerini, fânî müsbet bilgiler lâboratuvarının icatlariyle teshir eder, fânî dünyanın sathını baştan başa tahakkümü altına alır ve böylece Doğu çevresindeki üstün ve ebedî hayat mümessillerini de kulları ve köleleri haline getirirken, İslâm dünyasının içinden bir fert çıkıp da avaz avaz şunları haykıramadı: «Yahu İslâmlığın zuhurundan bir-iki asır sonra Şark ve Garp dünyalarının dış manzarası, bugünkü Şark ve Garp dünyalarına ters tarafından tamamiyle uygundur! O vakit biz, meşhur seyyah (Marko Polo) yu hayran bırakan, fildişi, baharat, kâğıt, billûr, ipek, amber ve binbir san’at eşyası yüklü kervanlarımız ve bunların indiği kervansaraylarımızla, hâlâ (Holivut) simsarlarına rüya filimleri çevirtici bir hayat yaşamaktayken, Garplı,sürdüğü domuzlarla aynı gıdayı alıyor ve aynı hayatı yaşıyordu. O vakit, hakkını verdiği ruhla beraber maddeyi de tasarruf eden Şarklı, bugün ruhun hakkını bomboş bıraktığı halde müsbet bilgiler sayesinde eşyaya tahakküm eden Garplının önünde inhizama uğramış bulunuyorsa, elinden kaçırdığı için, haline ağlasın; kendisini kendi öz dâvasına ihanet etmiş bilsin ve Allahtan af dilesin»

·İslâm, müsbet bilgiler manzumesini, dünyaya değer verdiği nisbette kıymetlendirir. Nasıl dünyanın değeri hakikatte sıfır, fakat âhirete ekim sahası olmak bakımından nâmütenahî ise, müsbet bilgiler de, ruh değerleri önünde âdi ve sefil oyuncaklar tezgâhı, fakat ebedî hayat işçilerinin hamle ve hareket vasıtası olarak hudutsuz kıymettedir.

·Bütün mücerret ilimlerin yanında müsbet bilgiler cehdi, İslâmda, aynı zamanda her müslümanın ilahî hikmet ve nimeti her vecihten tefahhus, müşahede ve onunla faydalanmak borcu olarak da, aslî gayeden kıl kadar inhiraf etmeksizin, ulvî vazifeler ve ameller arasında yer alır.

·Herşeyle beraber müsbet bilgiler tohumunun da Peygamberler eliyle gelmiş olduğunu düşünmek, hepsi de İslâm çizgisi üzerinde bulunan Allah Resûllerinin ve onların hepsini birden tamamlayıcı en Üstün Resûlün hak din zaviyesinden müsbet bilgilere ait kıymet hükmünü gösterir.

·Memuriyeti, öteleri fethetmek olan insanın evvelâ bu dünyayı fethetmesi veya sadece dünya fâtihlerinin esiri olmamak için aynı fâtihliği elinde tutması, buna da müsbet bilgiler marifeti yolundan ulaşması, memuriyeti icabıdır.

İSLÂM VE GÜZEL SANATLAR

·İslâm, başta edebiyat, gerçek zemini bulmuş bütün güzel san’atların en kuvvetli himayecisi...

·Başta edebiyat... Zira İslâm, erişilmez, şiir ve edebiyat çerçevesine girmez, beşeri hiçbir ifadeye sığdırılamaz bir ilahî mucize halinde, söz hârikasının mutlak ve münezzeh, zirve noktasına maliktir: Kur’an, Allahın kelâmı...

·Böylece, en üstün mucize olarak, bütün benzerlik ve eşitliklerden münezzeh, nihaî fesahat ve ilahî söz san’atını çerçeveleyen İslâm, ilahî sırların en dolambaçlı yollarını en çevik usûlle aramak diye gayelendirebileceğimiz beşeri sanatın da, elbetteki ki, himayecisidir.

·Zaten İslâmın, fesahat tılsımına bağlı bir muhit üzerine nihaî fesahat mucizesiyle inişinde gerçek zeminini bulmuş söz san’atını en sıcak ve sevimli bir yüzle karşıladığına dair derin bir işaret bulunsa gerektir.

·San’at ki, bizim gözümüzde en çevik ve en gizli usûlle Allahı aramanın müessisesidir; nâmütenahî mücerrede, yâni aslî gayesine yaklaştıkça İslâmda değer bulur. Bu bakımdan, bütün İslâm san’atlarından mücerredin şiiri tüter. Taş, halı, gergef ve kâğıt üzerine aksettirilmiş bütün İslâm ruh plâstikası, mümkün olduğu kadar kaba ve bayağı müşahhastan uzaklaşmanın ifadesidir. Bunun içindir ki, İslâm, kaba ve bayağı müşahhası azizleştirmekten başka bir şey olmayan putlaştırma işinden ve putlardan nefret ettiği kadar, kaba ve bayağı müşahhasa yardımcı sanatları da sevmez. Hiçbir şey bilmeksizin resim ve heykelden tiksinen bir softa ile, onları gerçekten sevmeyen olgun bir müslüman arasında işte bu anlayış farkı vardır.

·Buna rağmen (plâstik) san’at eserleri ihtiram mevkiinde kullanılmamak, mevzuuna karşı bir azizleştirme gayesi gütmemek ve içtimaî bir faydaya bağlı olmamak şartiyle, İslâm şeriatince câizdir.

·Mücerredin san’atı olan musiki ise, müşahhas kadroda belli başlı kötülüklere âlet diye kullanılmadığı ve ilâhi vecde ve ulvî tefekküre zemin teşkil ettiği nisbetinde güzel ve makbul...

·Hacimlerin birbiriyle ihtilât ve nisbetinden, madde içinde madde üstü bir fikir bestesi yuğurmak diye çerçeveleyeceğimiz mimari san’atının İslâmda nerelere kadar vardığı ve ufukları nasıl süslediği malum...

·İslâmın güzel san’atları himayesi, bütün güzel sanat şubelerinin teker teker kendi kemâl ve aslîyet çilelerine eş olarak, onların en büyük sırdan, mücerredin sırından haberci olmak ve kendi kemâl ve aslîyetine yaklaşmaktaki hisselerine bağlıdır. İslâm, her gerçek ve ulvî san’atın, o san’atı kendi kemâl ve aslîyetine irca eden büyük himayecisidir.

İSLÂM VE KADIN

·Her madde, her mâna ve her şey gibi kadının da bütün vücud ve hikmeti, keyfiyeti ve mevkii İslâmda...

·Kadın, İslâmda, kendisine Şeriat yolundan ulaşmak şartiyle sevgili bir varlıktır. Yeryüzünün Efendisi ve Peygamberler Peygamberi ki buyurmuşlardır ki: «Bana dünyanızda üç şey sevdirilmiştir: Kadın, güzel koku ve namaz...»

·Hemen anlamak gerektir ki, meşru şekiller ve hadler içinde kadına bağlılık, Yeryüzünün Efendisi ve Peygamberler Peygamberinin mizacına uymak bakımından İslâmi ve makul bir hâdise... İslâmın zâhir ve bâtın çerçevelerinin bütün kahramanları bu şekiller hadler içinde kadına bağlı kalmışlardır. Ruhbaniyet kabul etmeyen İslâm, batinî büyük marifet yolunda nefs körletmenin usûlu olarak kadından uzak durmayı kabul etmez. Aksine büyük marifet yolunda, meşru şekiller ve hadler içinde kadın alâkası şarttır.

·Kadın, İslâmda, her şeyden evvel derin bir hayâ mevzuudur: ve bütün mahrem köşeleriyle çepçevre hisarlar ortasında yükselen bir saray gibi, edep, ismet ve gizlilik surlariyle halkalanmıştır.

·Mukaddes İslâm Şeriatı, kadını, her noksaniyle kocasının nazarlarına helâl olarak teslim ettikten sonra, onun cemiyet hayatını, mahremi bulunduğu veya bulunmadığı insanlara karşı ayrı ayrı görünüş şekilleriyle ve son derece sarahatle tanzim etmiştir. İslâm cemiyet ve beldesinin büyük meydanında ve bütün nazarlara karşı kadın, yüzünden, el ve ayaklarından başka hiçbir noktasını çıplak olarak gösteremeyecek derecede hayâ ve hicap ifade eder. Tek bir saçın bile dâhil olduğu bu hayâ ve hicap şartları yerine geldikten sonra kadın, aynı İslâm cemiyet ve beldesinin aynı meydanında en faal ve en vazifedâr bir unsur olabilir.

·Kadını kafes arkalarına ve haremlere hapsetmek, hiç kimsenin karşısına çıkarmamak ve topuğundan saçına kadar simsiyah bir torba içine sokup öylece ve bir ân için cemiyet koridorundan geçiri vermek, İslâmi ölçü ve gereklerin emrettiği bir iş değildir. Her bakımdan mükemmel olan dine bir şey eklemek veya ondan bir şey eksiltmek, dinî anlamamaya ve nihayet ya ham ve kaba softalığa ve kör-kütük anlayışsızlığa varacağına göre asırlar boyunca Türk cemiyetinde kadının halini, dinî vecd ve idrâkten mahrum ham ve kaba softaların esiri diye mütalâa ve bu halden İslâmiyeti tenzih etmek lazımdır. Şer’î ölçülere bürülü olarak kadın, İslâm cemiyet ve beldesinin büyük meydanında ve her türlü iş ve faaliyet sahasında, bütün nazarlara açık bir edep ve ismet heykelidir.

·Ayrıca kadın, mücerred kadın olarak,mücerred güzellik ölçüleriyle, ancak İslâm Şeriatinin gizlenme hadleri ve görünme şartları içindedir ki, tesir ve kıymetinin azamisine ulaştırılmıştır. Kasap dükkânlarında kuyruğuna kadar yüzülmüş çırçıplak etin vahşetini esiri bir tılsıma götüren örtü sırrı, münhasır (estetik) göziyle de yalnız İslâmdadır.

·İslâmda kadın,içtimaî vazifeler arasında yalnız iki tanesinin ehliyetine malik değildir: Biri imamlılık, öbürü hakimlik... Bunda da son derece ince bir hilkat sırrı güden İslâmiyet, her şeyden evvel hissîlik ilcaîlikten uzak bir erkek seciyesi isteyen bu iki işte başka kadına hiçbir içtimaî vazifeyi yasak etmemiş, fakat kadının en yüksek ve ulvî mevkiini, onun ve erkeğinin yuvası olarak göstermiştir.

·Kadın; anne, hemşire, zevce; güzellik bakımında kadın, içtimai vazife noktasından kadın, hilkat sırrının maddî ve mânevi bütün tecelli şekillerini İslâmda arasın ve yanlız onunla övünsün!

DIŞI VE İÇİYLE İSLÂM

·İslâmın dışı Şeriat, içi Tasavvuf... O’nu, kâinatın yüzüsuyu hürmetine yaratıldığı Allah Sevgilisini, üzerinde bütün hilkat mimarisinin ışıldadığı bir saray farz edecek olursanız Şeriat o sarayın dışı Tasavvuf da içidir. Bütün ölçüler ve geçitler dışarıda, varış ve erişlerde içeride...

·İslâmın topyekûn ruhu, hikmeti, ahlakı, edebi, eşya ve hâdiselere bakışı, bu dünya ve ötelerin dış ve iç nizam sırrı, var oluş sebebi, ölümsüzlük yolu, bütün illiyetler ve gâiyetler, her şey, her şey tasavvufta...

·İdeolocya Örgümüzün bu noktası, nâmütenahî derin tasavvuf bahsinin ona yakışır bir derinlikle işlenebileceği yer olmadığı için, meseleyi kalın hatlariyle ve sadece başlık ifadesiyle ele alıyor ve bildiriyoruz ki, İslâm tasavvufu karşısında apışan ve gözleri kamaşan, Bâtılı, daima olduğu gibi, onu , dış ve aldatıcı çizgileri içinde heceleyip ( Neo-Plâtonizm – Nev Eflâtuniye – Yeni Eflâtun-culuk) mektebine bağlamış, sonradan kurulma ve bu mektepten aparılma bir müessise diye göstermeye yeltenmiş ve İslâmı yalnız zâhir plânındaki dış mimarisinden ibâret bırakmak istemiş; tasvvufun mutlak olarak Allah Resûlünden gelici ve O’nun kainat özü mukaddes bâtınında fışkırıcı ebedî hayat mâdeni olduğunu anlayamamıştır.

·İslâmdan sekiz asır sonra türeyen bazı maddeci mankafalar da, tasavvufu topyekûn inkâra varmışlar böylece üç buudlu din hacmini derinlik buudundan ayırıp satıh haline getirmişler ve yine böylece, ister istemez bâtılı görüşle birleştiklerinin ve ona destek olduklarının farkına varamamışlarıdır.

·Tasavvufun, «Allah kâinatı insan için, insanı da kendi mârifeti için yarattı» düsturu, bu suretle nihaî hesabı mutantan şekilde verilen oluş sırrının, biri dış rejim, şeriat, öbürü de iç rejim, tasavvuf olarak her ikisi de birbirinden kopmaz, ayrılmaz ve tecezzi kabul etmez bir bütün halinde en parlak ifadesidir.

Hiç yorum yok: