13 Mayıs 2007 Pazar

I- ADIMIZ, DÂVAMIZ, MÂNAMIZ

BÜYÜK DOĞU

· Koskocaman, top şeklinde bir yumak gibi iplik iplik sarılı, kangal kangal bükülü, ilk ucundan son ucuna kadar üstüste devşirili; dışarıya doğru lif lif dağınık ve içeriye doğru kol kol toplu, muhitte nâmutenahî çok ve merkezde nâmutenahî tek; ve nihayet gelmiş ve gelecek zaman boyunca bütün eşya ve hâdiseler zeminini avlamaya memur bir fikir ağı halinde düğüm düğüm çerçeveli bir manzume... Yekpare bir inanış, görüş ve ölçülendiriş manzumesi... İsmi de BÜYÜK DOĞU...

· Büyük Doğu?.. Bildiğimiz doğuş hâdisesine bağlı bir delâlet mi?.. Yoksa mâlum Şark dünyasına mı işaret?.. Birincisiyle beraber, yahut birincisinin içinde ikincisi!.. bu isim, sadece doğuş mânasına kabuğunu çatlatan tohumun kıvılcımlı nefesiyle pembeleşmiş bir ufuk üzerinde, asıl Doğu âlemini, kubbe ve servi, saray ve künbed, kemer ve harabe, bütün dış çizgileri ve iç nakışlarından kucaklamakta...

· Bir aradaki bu çiftte delâletten sonra da, bütün insanlığa örnek olmak dâvasiyle, onların da üstünde ve güneş gibi topyekûn yeryüzünü yalayıcı bir mâna...

· Doğuş olmaya doğuş... Doğu olmaya Doğu... En doğrusu Doğunun doğuşu...

· En ulvî tecrid ve mânalandırmalara, çok defa en süflî teşhis ve maksatlandırmalar musallattır. Kendimi bunlardan korumak için, sadece yavan bir isim delâleti yüzünden dâvaların en çıkmazı, en kabasiyle aramızda benzerlik arayacak vehimleri şimdiden kovalım: BÜYÜK DOĞU’nun kucakladığı ve bütünleştirdiği Şark, vatan sınırları dışında herhangi bir ırk ve coğrafya plânına bağlı değildir. Biz BÜYÜK DOĞU’yu, öz vatanımızdan başlayarak güneşin doğduğu istikameti kurcalayan bir madde ve kemmiyet zemininde aramıyoruz. Biz BÜYÜK DOĞU’yu, vatanımızın bugünkü ve yarınki sınırlariyle çevrili bir ruh ve keyfiyet plânında arıyoruz. O, kendini mekân çerçevesinde değil, zaman çerçevesinde gerçekleştirmeye talip...

· Maddi ve manevî sınır dışı ırk gayreti, kavim hırsı ve toprak iştahı, sadece alâkasız olduğumuz bir iş sanılmasın!.. büyük ve gerçek kurtuluş adına, yüzdeyüz düşmanı sıfatiyle alâkalı olduğumuz ve karşısında cephe tuttuğumuz zıt ve bâtıl hedeflerden bir tanesi!..

· Kendimizi kendi içimizde; fert ve cemiyetimizi içinden ve dışından kucaklayarak kendi içimizde tamamlığa erdirmeden dışarda gözü olmak, bu iç oluşa ihanettir. Ötesi, olduktan sonra düşünülecek iş...

· Öyleyse BÜYÜK DOĞU, çizmeli ayaklarla dışımızdaki iklimlere doğru kaba ve nefsanî bir yürüyüş olmaktan ziyade, rüzgârdan hafif topuklarla içimizdeki iklimlere doğru ince ve ruhanî bir sefer...

· Doğudan fışkırmış, Doğunun gerçek ruhuna ermiş, onu örnekleştirmiş, nefsinde halkalamış, Batıya doğru yürütmüş handiyse Batıyı devirecek hale gelmiş; sonra kabuk üstü donup kalmış, yeni zaman yemişlerine can verecek kök feyzini emmekten uzak yaşamış, doğurucu ve yaşatıcı aşk ve çile dairesinden kayıp çıkmış, hikmetini kaçırdığı şekillere incisiz istiridye kabukları gibi tutunmaya çalışmış; ve sonra doğan ve gelişen Batının karşı saldırışları önünde topyekûn Doğuyla beraber gerilemiş, geriledikçe gerilemiş, bir uçurumdan öbür uçuruma sürüklenmiş, fakat sukûtun dibini boylamış, gizli bir bünye sırı yüzünden hastalığa dayanmış, apışmış ve donmuş, devir devir sahte ve gülünç kurtuluş hareketlerine şahit olmuş, nihayet büsbütün tasfiye vaziyetine düşmüş, bir şahlanışta kendisini yalnız mekân çerçevesinde kurtarabilmiş, derken işin satıh ve maddede en dizginsiz Garp taklitçiliğine ve öz kök alâkasızlığına döküldüğünü görmüş, zaman çerçevesindeyse bir türlü kurtarıcısını bulamamış bir millet olmak şuuruna sımsıkı bağlıyız.

· Kavramak lâzımdır ki, bir zamanlar Doğunun teknesinde yuğurulan, kendi teknesinde de Doğuyu yuğuran şahsiyet hamurumuz, Doğunun zaafında biz, bizim zaafımızda ise Doğu mecalden düşerken kurtlanmaya yüz tuttu; ve o gün bu gün, kendi öz cevherleriyle yabancı cevherler arasındaki anlayışsız, bilgisiz, ölçüsüz ve hikmetsiz katışmalar yüzünden çürüye çürüye şimdiki müzmin haline geldi. Bu halin ismi, müzmin şahsiyetsizlik ve asliyetsizlik hastalığı...

· Zira, Viyana bozgunundan <ı Cedid>>e ve Tanzimattan Cumhuriyete kadar içimizle dışımız ve köklerimizle dallarımız arasındaki mahsup sırrına erecek,içi muhasebe, murakebe ve çile dolu, dünya çapında tek bir kafa bile yetiştiremedik ve hep onbaşı kültürlü basit aksiyon adamlarının itiş kakışlarına uyduk ve onları kahramanlaştırdık.

· Tanzimattan beri devam eden sahte inkılâplar ve bu inkılâpların türettiği sahte kahramanlar, dâvamızın, müşahhas plânda baş meselesidir.

· Kendi içimizde ve kendi cebimizde kaybettiğimiz, sonra körler gibi el yordamıyla eşya ve hâdiseleri sığayarak hep dışımızda ve yabancı ceplerde aradığımız, aradıkça kaybettiğimiz, kaybettikçe bulduk sandığımız, bulduk sandıkça kaybımızı derinleştirdiğimiz anahtarın kum üzerindeki yuvası... BÜYÜK DOĞU budur. O, hem bir mâna, hem bir madde, hem bir zaman, kem bir mekân ismi; ve belli başlı bir ruhun, kendisiyle beraber bütün insanlığa örnek halinde donatacağı Doğu âlemine remz...

· Bu ruh, sistem ve ismin, bağlı olduğu iman mihrakına göre hiçbir istiklâli yoktur; ve bu ruh, sistem ve isim, ancak başbuğ imanın her iradesini yeni insan ve yeni dünya üzerinde zerre zerre nakşedici köle bir emir subayından ibarettir.

· Büyük Doğu, İslâmiyetin emir subaylığı... Büyük Doğu, İslâm içinde ne yeni bir mezhep, ne de yeni bir içtihat kapısı... Sadece <> tabirinin ifadelendirdiği mutlak ve pazarlıksız çerçeve içinde, olanca saffet ve asliyetiyle İslâmiyete yol açma geçidi; ve çoktan beri kaybedilmiş bulunan bu saffet ve asliyeti Yirmibirinci Asrın eşiğinde eşya ve hadiselere tatbik etme işi... Galiba işlerin de en değerli ve pahalısı…

ORKESTRA, SENFONYA VE BİZ

· Bir orkestra, âhengindeki terkibî ifade bütünü ve onu parça parça gerçekleştiren merkezî nizam makamiyle bir devlettir. Hasretinin devletini kuramayan, gitsin onu nağmelere tercüme ettirerek bir orkestraya şeflik etsin...

· Büyük Doğu, alem olduğu mefkûre çerçevesinde, (senfonik) bir orkestra...

· Doğunun ruh kökü üzerinde, öz gövdesi ve dallariyle içiçe, Batının madde ağacını yetiştiren, böylece Doğu âlemi içinde bir Büyük Doğu’nun fışkırmasını hedef tutan bir mefkûre senfonyası çalınıyor!.. her işi bırakıp bunu dinleyiniz!

· Doğu, bu senfonyada kurtuluşunun bestesini dinlesin; o ki, ruhuna, sırtını döndürdüğü madde hakikatları yıkıldı; ve bu yüzden asırlar boyu esir ve mukallit yaşadı ve yaşamakta... Ve Batı, yine bu senfonyada en aziz dâvasına kulak versin; o ki, maddesine, ihmal ettiği ruhun zaruretleri çöktü ve devirler boyu ihtilâc içinde kıvrandı ve kıvranmakta...

· Doğunun, mücerret tekevvün plânı içinde, biricik müşahhas zemin olarak, dünü, bugünü ve yarınıyla mukaddes iman vatanını kucaklarken; aynı mukaddes vatanın yalçın ve bakımsız mekân kalıbına en ileri zaman ruhunu nefhetmek ve o ruhtan yola çıkıp mekânı lif lif ve nokta nokta tarh ve tanzim etmek cehdinin senfonyası çalınıyor!

· Bayram yerlerinde çocukların kağıt ve kursaktan düdüklerle cızırdattığı cümbüş derekesindeki bir buçuk asırlık fikir hayatımızı, kemanından davuluna kadar en haysiyetli ses manzumesinin âletlerine ve terkip vahdetine kavuşturmak dâvasındayız. Eğer bu dâvayı bütünleştirebiliyorsak, bizi ayakta ve saygıyla dinleyiniz; iddiamıza rağmen maskaralaştırıyorsak, maskaraların âkibetine mahkûm ediniz!

· Mâdemki bir orkestra, âhengindeki ifade bütünü ve nizamiyle bütün bir devlettir; şimdi onun telli, nefesli ve tokmaklı sazlarından her birini notasında düğümleyici büyük senfonyaya başlamak zamanı gelmiştir.

· Bu senfonya, BÜYÜK DOĞU’nun dünya görüşünden; ve bu dünya görüşü, sadece sâf ve gerçek İslâm ruhunun, dünü, bugünü ve yarını, hakları, hakikatleri ve tecrübeleriyle bütün Doğu ve Batı dünyasını kucaklamış olan dâvasından ibarettir.

· Bu bakımdan, yine tekrarlayalım: Büyük Doğu, kendi başına, kendisiyle vardığı bir sebep ve netice hükmü halinde hiçbir hürriyet, istiklâl ve benlik haletine malik değildir. Mutlak istiklâl, mutlak hakikat sahibinindir; İslâm ona teslim olup selâmeti bulmaktan ibarettir; hürriyet ve istiklâlin hakikati de işte bu hakikate teslimiyet ve esaret... Kendini Allaha esir ver ki, hürriyeti bulasın ve hayvan hürriyetinden kurtulasın!..

· Şu halde BÜYÜK DOĞU, gûya hür ve istiklâlli fikir çıkışlarının bugüne dek örgüleştirdiği sistem manzumeleri arasında, onlara düşen şeref payını güneş ışığı yanında bir kibrit alevinden aşağı bilici ve insan cehdlerinin en büyüğünü de bu güneşe pencere açmaktan ibaret tanıyıcı bir ölçüyle, kendi isim ve cisminin sadece, Ahmed, Mehmed, Hasan, Hüseyin gibi iman ve İslâma muhatap, iman ve İslâm şualarını süzmeye memur bir prizmadan, bir anlayış mihrakından başka bir şey olmadığını tekrar tekrar dile getirmek borcundadır. Tâ ki, bu vesileyle, iman ve İslâmın ne demek olduğu bir zevk sezişi halinde anlaşılsın...

· Biz aklımızı peşin olarak (sahibine) teslim ettik ve ondan sonra bize geri verilen akılla düşünmeye başladık. İşte esasta hür, istiklâlli, kudretli; ve eseriyle, tesiriyle, her şeyiyle her şeyin üstünde olan akıl budur!

· Zahirde 14 asır evvelinden başlamış olsan da, bütün zaman ve mekânı ezele ve ebede doğru kuşatan bayatlamaz yeni, solmaz renk, eğrilmez çizgi, geçmez ân, pörsümez güzel, değişmez doğru, örselenmez iyi ve anlaşılmaz ileri!.. Gayemiz sensin!..

DOĞU - BATI

· Biz baştan başa yeryüzünü kaplayan ve hattâ yıldızlarda insan ve arada temas vasıtası bulunsa, oralara ve her tarafa kadar bütün mesafe, istikâmet, hacim ve hareket âlemi üzerinde tam bir gerçeklik ve uygunluk iddia eden küllî ve beşerî bir dâvanın işçileri olarak, kendimizi Doğu – Batı diye mevhum ve müteassıp bir ayırt edişe bağlayamaz, böyle bir darlığa sığdıramayız. Şekillerin en kemallisi olan bir yuvarlağın hudutladığı Dünyamız, tıpkı bir yuvarlaktaki başlangıç ve bitiş meçhulüne eş, kendi etrafından hiçbir noktayı öbürlerinden çözüp ayıramaz, güneşi hiçbir noktada demirleyip durduramaz bir bütün temsil ederken; herkesin kendi arkasında veya önünde bölgeleştireceği hakikat, nihayet son arkayı en öndekinin önüne, yahut son önü en arkadakinin arkasına bağlayıcı fasid daire şivesiyle mekâna yerleştirilebilir mi?

· Hakikat, eğer hakikatse mutlaka her yeri kaplayacak ve ilerisi göründükçe esasta onu da kapladığı meydana çıkacaktır. Bizim hakikatimizse her türlü mekân ve mıntıka hasisliğinden mücerred ve münezzeh...

· Böyleyken biz, Doğu – Batı bölümünde, sadece büyük ve şûmullü hakikatimize yol veren müşahhas âlet ve manivelâdaki amelî istinat noktası bakımından, vasıtacı gerçeklerin en faydalısını buluyoruz.

· Bu bakımdan Doğu – Batı ayırımı keskin bir vâkıadır. Mücerred mânada nâmütenahi bir intişar hakkı tüttüren dâvamız, müşahhas mânada, hele bazı tarihî ayırma zaruretlerine çakılı hudut kazıkları önünde, Doğu ve Batı isimli bir bölünüşe ve iki yarı dünyaya kuvvetle inanmak ve sarılmak zorunda kalıyor. Elverir ki, Doğu ve Batı bölünüşünün parça hendeseleri arasındaki tefrikî hüviyyet, bütüne erdirici bir kıyas vasıtası olmaktan ileriye götürülmesin...

· Zaten kendi içinde binbir tezada gömülü, ve bu tezatlar önünde nisbeten tezatsız Batıya karşı belki parça parça duygu ve seciye birliklerine sahip bir Doğunun, san’at adına san’at yaparcasına gayesiz ve fantazyacı meddahı olmak, üstün fikre yakışmaz.

· Biz, Doğuya galip rengini üfleyen, onu bütün dünyaya karşı taarruza ve (aksiyon)a kaldırmış olan, böylece kendi intişar dalgaları önünde Batıyı maddî ve mânevî (barikad)lara girmeye ve aradaki bölümü çizmeye zorlamış bulunan ezelî ve ebedî ruhun, hak yolunda ve iç ve dış istikametlerde sistemli dâvacılarıyız. Doğu da bizim için, olsa olsa, ancak bu ruh etrafında mücerret bir istidat ve ruhî bünye tarlası olarak haritalaşabilir. Yoksa, kaba mekân ölçüsüyle gözümüzde Doğu diye de bir şey yoktur.

· İşte bu üstün ve münezzeh mânanın sadece madde mihrakı sıfatiyle Doğu, bir zamanlar dünyayı altın varaklarla zarflamak isterken, Batı, yalnız kendisini ve lâyık gördüğü kadar bir insanlık sahasını duman renginde bir madenle kapladı; ve bu iki madde ve mânanın tokuştuğu hudut boylarınca, güneşin doğduğu ve battığı istikametlere doğru, ister istemez iki âlem peydahlandı: Doğu ve Batı...

· Ne yapalım; bir zamanlar sonsuzluk ve hudutsuzluk bayrağı altında kendilerini zorlamış olan biz olsak da, hududu çizen, bölümü yükselten ve zorla gözlere sokan onlardır! Ve şimdi biz ifade ve muhasebemizi Doğu – Batı bölümleri dışında hiçbir kalıpda canlandıramıyorsak, kendi öz dâvamızın sonsuzluğuna ve hudutsuzluğuna karşı mazur, düşmanlarımıza ve zıtlarımıza karşı da, kendi ayırımlarını kabul eden bir gerçekçi sayılmalıyız!

· Hangi cephesiyle inanmayıp hangi tarafiyle inandığımızı gösterdiğimiz Doğu – Batı bölümüne bir kere yerleştikten sonra, Doğu bizce, öteden beri kendi içinde beslediği binbir tezat yüzünden, yine kendi esas rengine, hâkim vasfına, kâinat çapındaki (aksiyon)cu ruhuna karşı mes’ul bir ters varış ve bâtıl anlayışın zemini oluyor; Batı da topyekûn Doğuyu yıldırmış, apıştırmış ve sindirmiş olmak noktasından Doğu hüviyetinin som ve yekpâre (aksi dâva)sı ve zindan bekçisi halinde ufukları kelepçelemiş bulunuyor.

· Evet; Doğu – Batı ayırımını ortaya koyar koymaz, ilk bakışta ortaya şu manzara çıkıyor: İçeride, Hint Denizine doğru, bütün vecd ve hakikatini kaybetmiş, her türlü savunma kudretinden mahrum, sadece yılgınlar, ezginler ve kravatlı maymunlardan ibaret, ölü bir insanlık... Dışarıda da, Atlas Okyanusuna doğru, yalnız saldırıcı, dize getirici ve kendisini Doğuya örnek gösterdikçe büsbütün zehirleyici bir âlem... İçli ve dışlı bu iki zıt dünya arasında da, dış tezahür aynalarının bütün aldatıcı gösterişlerinden ve yalancı teyitlerinden müberrâ ve müstağni fakat galip gelmek için mutlaka içli ve dışlı binbir cephede savaş vermeye memur ve mecbur ezelî ve ebedî hakikat dâvası...

· Böylece Doğu, Batı ve Büyük Doğu anlamları şimdiden hecelenmeye başlanmış olmuyor mu?


Hiç yorum yok: