13 Mayıs 2007 Pazar

X- HAL VE MANZARA (1)

BU HAL

Bu hal, Kanunî Sultan Süleyman’ın hemen arkasından başladı; ve 4 asırdır hiçbir değişiklikle aslını ve mayasını değiştirmeden geldi.

Bu hal, kışırda kabuk bağlayan ve iç vecdini kaybeden sözde imanla, bir türlü iman haline gelmeyen gülünç inanışların bazı kör nefsaniyetlerde belirttiği tarihî yobazlıktır.

Bizde değişiklik adına ne yapılmışsa hep kışırda, deri tabakasının üstünde oldu; ve tarihî ham yobaz, bir an evvelki yobazlığın tam tersine dönmüş ve eskisinin düşmanı diye ortaya çıkmış olarak hep ayni asla ve mayaya sadık kaldı.

Sakın yobazı, bir dâvaya, onun en mahrem çilelerini çektikten sonra kıl ve nokta feda etmeksizin emirlere sımsıkı bağlanan ulvî adam sanmayınız! Yobaz, her sahada, asla anlayamadığı ve iç yüzünü göremediği tecelliler karşısında papağan gibi hep ayni aksülâmelleri gösterip «Nuh» diyen, fakat «Peygamber» demiyen; ve insanda en büyük İlâhî nimet, ruh ve fikri, bekçi sopası, tulumbacı nârası ve «yurya!» çığlığıyle boğmaya kalıkışan, böylece inanışları kör ve havasız nefsaniyetine indiren insan kılıklı insan tersidir.

Yobaz, sadece Allahı bulmak için düşünmeye, ürpermeye ve kıvranmaya memur insanoğlunun en büyük düşmanıdır; ve en sefil hayvanlar arasında bile bir eşi bulunmaz esâtîrî hayvandır.

İslâmlığın en ince kanunlarından biri, bir müslümana küfür isnad edildiği zaman eğer o kimse gerçekten küfürde değilse, küfrün, bir kurşun gibi geriye teperek isnad edicisini bir daha dirilmemecesine öldüreceğidir. Böyleyken, bir zamanların müslümanlık taslayan yobazı, mukaddes ve muazzez Şeriatin gözünde asla suç olmamak şöyle dursun, hattâ teşvik ve rağbet mevzuu olan işlere küfür damgasını vurmakla teferrüd etmişti.

Bir asırdan beri nesil nesil, bir derece daha katılaşa katılaşa gelen yobazlarsa, şimdi aynı hüneri dinsizlik ve Allahsızlık yolunda göstermek istiyor; ve insanoğlunun ebedî varlık ve kurtuluş yolunda istikamet göstermek isteyenleri hemen damgalayıveriyor: «Soysuz, vatansız, mürteci, inkılâp düşmanı!»

Sen, ruh bağırsaklarındaki inkıbazı itfaiye hortumlarının sökemeyeceği ve kafasındaki sertliği şahmerdanların kıramayacağı Yirminci Asır yobazı! Münzevî bir karıncanın bile ayağının kıpırdattığı noktada, bir faaliyet ve hayatiyet merkezi varken, ne olur, o kaskatı kafanı bir lâhza çevir de ne dediğimize, ne yaptığımıza bak ve bir lâhza düşünmeye çalış! Sonra elinden gelirse bize fikirle mukabele et! Fikir, senin gözünde kolera mikroplarının sahası mıdır ki, onu gördüğün her yerde üzerine kireç dökmekten başka çare bulamıyorsun?

Dünün bir türlü ölçü ve insafa gelmez yobazları, kazan kaldırdıkları mevzularda bir izah ve müdafaa tavrı gördükleri zaman şöyle haykırırlardı: «Söyletmen, vurun!»... Ve bir kelime söyletmeden vururlar, kelleleri uçururlardı. Doğruysa doğru, yanlışsa yanlış olarak yine bizzat fikirle tesbit edilmesi gereken fikirden bu derecede korkmak için, insan geçinenlerin, maymunlar ve leş kargaları arasında bile kendilerine bir müttefik bulamamış olmaları lâzım değil midir?

Bugünün yobazları, dünün, hiç olmazsa aslı hak olan bir dâvada hak suretinden geçinen zavallılarına nisbetle, aslı haksızlık olan dâvaların bâtıl suretine mıhlı ve her bakımdan sultanî iman yağmacıları ve fikir kaatilleridir.

Avrupalının kendi içinde çoktanberi tasfiye etmiş bulunduğu bu hal, bizde tâ dibinden ve kökünden kazınmadıkça, bunu kazıyacak cemiyet ve terbiye usullerine erilmedikçe, hiçbir bahsi ele almaya usûl bakımından imkân yoktur. Büyük ve gerçek Türk inkılâbının başı, tarihî yobazlığın tâ kökünden kazınması hadisesine dayanmalıdır.

ASIL DAVA HEP’ÇİLİKTE

Bin ciltlik dâvamızı, bir cilde, bir yaprağa, bir satıra, bir cümleye dökülebileceğimiz gibi, bir heceye de yerleştirebiliriz. O hece şudur: Hep!..

Evet, hep!.. Hep’e bağlanmak, hep’çi olmak... yol budur! Yani yolun ana metodu, bu!..

Hangi dâvanın adamı olursa olsun, hep’çi olmayan hiçbir şeyci değildir.

Biz hep’çiyiz; ve İslâm, gökte tek yıldız ve yerde tek kum tanesi bırakmamak şartiyle her şeyi mihrakında toplayıcı hep’çilik ruhu...

Kuvvet, sadece bu metodu sımsıkı tutmak ve topyekûn eşya ve hâdiselere tatbik etmekten geldiği gibi, zaaf da onu gevşetmekten, kısmaktan, boyuna arazi kaybetmeye ve tâviz vermeye mahkûm kılmaktan doğar.

Nihayet bu hal, İslâmın fezayı kuşatan dairesini daralta daralta, tebeşirle kondurulmuş bir nokta kadar küçültmeyedek varır. Böyle olmamış mıdır?

Hikmetlerine eremediği ölçülerin kabuklarına sımsıkı yapışıp onlar dışında dünyayı kapkara gören, iç ve dışa hâkim, derinliğine ve genişliğine bir âleme yol bulamayan (gûya imana yakın) dar ruhlarla, işi gücü boyuna fedakârlık etmek, safra atmak, buhar koyuvermekten ibaret (mutlaka küfre yakın) tâvizci mizaçların halidir bu...

Bu halin tarihi bizde 4 asırlık... Tanzimata kadar gelen ilk 2 buçuk asırda dar ruhlular, ondan sonraki 1 asırda da tâvizci mizaçlar iş başında... Geriye kalan yıllarda ise imana uzaklık ve küfre yakınlık diye bir meseleye yer bile kalmamıştır.

Halk Partisi şekavet idaresinin İkinci Dünya Savaşı nihayetine tesadüf eden devresinde, Hristiyanlık dünyasından cebir yoliyle gelme sözde hürriyet havası içinde, kömür yüklü bir kamyondan yere düşmüş tek bir parça halinde, İslâma içinden karıncaların bile geçemiyeceği bir muvazaa deliği açıldığını ve yine sözde müslümanların bununla yetindiğini görüyoruz.

Firavun’un ehramına taş taşımaya mahkûm esirlere, kuru ekmekle beraber ayda bir kere hoşaf lûtfedilircesine, efsane çapında bu hasis muvazaa, aradabir Allahın ismini andığı için gafil halka mümin görünen başbakanlar tarafından her fırsatta «teokratik idare» tabiriyle şeriate saldırarak açığa vurulduğu ve gözlere sokulduğu halde kimsede bir anlayış yoktur. Bu halin verdiği sahte teselli bakımından da, cebrî küfürden beter olduğuna dair yine kimsede bir takdir hissi mevcut değil...

Muvazaa ve muvazaacılık, olmanın, olmaya doğru gitmenin değil, olmamanın, olmak istidadını her ân biraz daha baybetmeye yönemenin işidir. Yamalı bohça, çingene bohçası marifeti...

Atla eşek arasında muvazaa oldu mu, meydana katır çıkar. Doğurmayan, eser vermeyen, yalınız yük taşıyan hakîr hayvan... Muvazaacı budur!

Bir hep’çi yıkılacak olursa, çelikten bir putrel gibi bütün gövdesiyle devrilir; fakat vücudunda bir zerrecik bile koparılmasına, bir talaşcık bile yontulmasına tahammül edemez. Ne mesuttur o insan ki, devrilenlerin bile şeref ve haysiyet sahibi olduğu hep’çilik dâvasında, ezelden ebede kadar ayakta duracağını bildiği sisteme bağlanmış ve onun muhasebesini «hep» üzerinden vermeyi borç bilmiştir.

Biz, inanmanın Allah için olduğunu bilenler, fakat neye olursa olsun, mücerret inanmaktaki gücü anlayanlar, bâtıla inananlardan ziyade, hiçbir şeye inanmayanlardan tiksiniriz. Zira bâtıla inandığın halde mücerret inanma cevherini kaybetmeyen delâletteki adam, bir gün aynı cevheri Hakka çevirecek olursa ondan halis bir mü’min doğabilir. Ama hiçbir şeye inanmayan ve boyuna inkâr etmekten başka işi olmayan gübre insandan, çıksa çıksa tezek çıkar. Bu yüzdendir ki, komünist, ilericilik taslayan, kendi öz ruh kökünün haini, başıboş bir devrimbazdan daha az iğrençtir. Zira devrimbazın ne kitabı, ne mezhebi, ne dünya görüşü, ne kafa çilesi vardır. Kısacası, hayvanî nefsi ve nebatî duygularından başka hiçbir şeyi yok...

Demek ki, hep’çi, toptancı, yekûncu olabilmek için, kâinata hâkim kanuna ermek, ona inanmak, bağlanmak ve zerre feda etmemecesine yapışmak lâzım...

İslâm, işte bu kanunlar manzumesinin ismidir ve mücadelesini «hep» üzerinden tanzim borcundadır.

Pratikte ve müşahhasta Büyük Doğu dâvası, her iş şubesiyle, nazariyede ve mücerrette en büyük prensibimiz olan hep’çilik usulüne bağlıdır.

GELİŞ VE GİDİŞİMİZ

Alçalma günlerimizden, hele Tanzimattanberi, hiçbir asrın, hiçbir yılının, hiçbir ayının, hiçbir gününün, hiçbir saatında, Türk milletini gerçekten uyandırma hamleleri görülmedi.

Alçalma günlerimizden, hele Tanzimattanberi Türk milletini, kendi öz kökünden dallarına kadar, devir devir bütün bir nefs muhasebesi ehliyetine ulaştırabilecek hiçbir yetiştirici içtimaî şart doğmadı.

Türk milletine, evvelâ nefsini, sonra dünyasını, ilk defa kâinatını, sonra yine nefsini teşhis ettirici idrâk ve irfan melekesi, inhitat günlerimizden ve hele Tanzimattanberi bir türlü mahyalaştırılamadı.

Türk milletine, dâvaları ve aksi dâvaları hiçbir gün öğretilmedi, gösterilmedi.

Türk milletine, niçin, hâlâ öz eliyle bir dikiş iğnesi yapamadığı ve bir fabrikanın parçalarını yabancı diyarlardan getirip burada kurmakla bir sanayi sahibi olunamayacağı sırrından asla bahsedilmedi.

Gerçek münevver ve dünya meselelerinin çilesini çekmiş en aşağı bir milyon adam yerine, niçin bir düzine insan bile yetiştirilemediği Türk milletinin yüzüne, saffet, samimiyet ve halisiyetle haykırılmadı.

Şu İkinci Dünya Savaşının hangi ruhî, içtimaî, iktisadî, siyasî, müessirlerden doğduğunu izah edebilecek kıratta bir devlet ve siyaset adamı istidadına bile tesadüf olunamadı.

Tam 27 yıllık CHP devresi içinde 29 yaşında kumar, 39 yaşında içki, 49 yaşında ihtikâr, 59 yaşında sahte vatan edebiyatı reçetelerine eş kuvvette hiçbir şey zuhur etmedi.

Şu kadar yıllık şekavet devri, tamamiyle mühmel bir madde plânı içinde Türkün ruh ve ahlâkını sistemle kemiren bir rol oynadı; ve nihayet işleri Allahın âni bir kolayına getirme cilvesiyle, yeni, fakat eski devrin tesirinden dışarıya çıkamamış partilere yol açıldı ve bir şekavet ocağının yıkılmasına rağmen aradaki bu kök alâkası, artık yeni bir zuhurun da talihini karattı.

Demokrat Parti, Halk Partisinin tam zıddı olamamanın vebalini, asıl onun suçlarını kendisine yükleyen fikirsiz bir ihtilâl darbesi yüzünden hayatiyle ödedi ve bu sır da anlaşılamadı.

Nihayet, «bana şifa getirin!» diyen millet «şifanı sen tâyin et!» gibilerden kuru bir hürriyet vaadinden başka bir şey verilemedi; ve ruhî, ahlakî fikrî, harsî, idarî, içtimaî, iktisadî; siyasî plânlarda dumanla boğulmuş bir ülkede her şey güneşin doğuşiyle batışı arasındaki kısa zaman içinde bir «idare-i maslahat» canbazlığına iliştirilip bırakıldı.

Dramımız, son yıllarda, en hâd fışkırışlardan sonra birdenbire felâketli bir müzminlik devresine geçmiş bir hastalık manzarası arzetmeye başladı.

Bu gelişten sonra bu gidişin tek ümit hedefi, Allahtan yeni bir hâd devre yaratmasını dileyerek, onda, tam ölüm ihtimaliyle içiçe tam şifayı aramaktır.

ASIL İNKILÂP

Eski teşhibimiz: Bir asrı aşan bir zamandan beri, türlü sun’î gübreler ve kimyevî yemlerle bir Noel ağacını beslemeye çalışıyoruz. Batılılık dedikleri ağaç... Yemişleri, Noel ağaçlarının dallarındaki takma ve iliştirme eşyadan ibaret... Bu meyveler ağacın Türk milleti olması gereken kökünden doğma ve beslenme değildir.

Dal dal taşıdığı takma ve iliştirme eşya altında bu ağaç tıpkı Noel ağaçlarının bir sarhoşluk gecesi sonundaki kusulmuş haline dönmeye mahkûm...

Nitekim hep böyle oldu ve hep böyle olacak...

Ya bu dallardaki yemişlere yeni bir kök bulacaksınız, yahut ağacın öz kökünü dallarına hâkim kılacaksınız! Hilkat kanunu bu; başka türlü olamaz!

Bizde bir asır üstüne bir çeyrek asırdan beri dallarımızın nimetini dışarıdan taşıyanlar bu sistemsiz ve temelsiz marifetlerine karşılık sistem ve temele dayalı olarak içeriden kökümüzü kurutmaya baktılar. Halbuki dışarıda ne kadar dal nimeti varsa hepsi mde belli başlı bir kökten gelme. Kökü yabancıda ve yemişi bende bir nakli ve iktibas işine inanabilmek için hayvan olmak bile fazla...

Yeni zaman yemişlerini olduracak hamleyi, eğer 4-5 asırdır kendi ağacımızın kökünden geçinerek devşirmedikse bunun sebebini nihayet köksüz yaşamaya razı oluşumuzdaki, ruha nüfuz edememek ve hep sığlarda kalmak sebebiyle birleştirmeli...

Dünün her türlü dal nimetine düşman din hikmetleri dışı ham kaba softası neyse bugünün Noel ağacı simsarı küfür yobazı odur!

Birbuçuk asıra yakın bir süredenberi gelen inkılâpcılarımız anlıyamamışlardır ki, âdi at, ıstıfa süzgecinden geçirile «safkan» derecesine ulaştırılabilir; fakat eşekle evlendirilecek olursa meydana katırdan başkası gelmez.

Tanzimattan beri gelen, medeniyetler arası muvazaacılığımız, işte böyle atla eşeği evlendirmeye kalkışmaktan öteye geçmemiştir. Zira medeniyetler arası mahsup sırlarına ermiş, bir tefekkür sınıfı yetiştirilmemiştir. En büyük millî zaafımız işte bu tefekkür eksikliğindedir.

Cumhuriyet devrinden beri büsbütün kurutulan ve ortaya olanca lûgatçesi birkaç hırıltıdan ibaret, çilesiz, ıstırapsız, meselesiz bir nesil çıkaran ruh ve fikir iklimimiz, eğer dâva bir anda idrak edilip sıhhî imdat ekipleriyle üzerine varılmazsa, bütün rotanın topyekûn kanser illetine tutulmasından daha felâketli olabilir.

Asıl inkılâp, cüce ve yarım oluş devirlerini kapayıp kendimize dönmek ve 4 asırdır kaybettiğimiz kendi kendimiz 21 inci Asrın eşiğinde ve onun icapları önünde yeniden murakabe ve keşfetmek olacaktır.

FELİX CULPA – MES’UT SUÇ

Lâtince bir tabir... Mes’ut hatâ, kutlu suç mânasına...

Bu tabir, Türk tarihinin son safhasını dolduran köksüz ıslah hareketlerinin ve sahte kahramanların iç yüzünü ifşa etmesi bakımından bir şaheser... onda, muhtaç olduğumuz üstün idrakın en büyük ve en incesine yol açan bir anahtar değerini buluyoruz.

Eski Romalı, bu tabiri, dışından mes’ut gibi görünüp de iç yüzü felâketli işler hakkında kullanıyor. Evet, eski Romalı, bir hâdisenin dış yüzünde kalmayıp iç maktâlarına kadar işleyici bir göze malik olmanın bugün Batı dünyası tarafından şiarlaştırılmış akıl harikasına malik bulunuyordu.

Böylece, daldaki meyvenin kökle alâkasını şart koşucu oluş kanununu, yoksa illetli kök üzerindeki, ağaç dalına yapışık iğreti meyveden hiçbir hayır gelmeyeceğini pek güzel belirtiyor bu tâbir...

(Felix Culpa) yı gayet açık bir misale kavuşturmak için, yedek parçası, muharrik kuvveti, hattâ ham maddesi dışarıdan gelen bir fabrika düşünelim: Bu fabrika, kurulduğu memleket hesabına, dış cephesi mübarek bir cinayetten başka bir şey değildir.

Bünyeye uymayan, bünye içinden gelmeyen ve iktisadî, içtimaî, ruhî, siyasî, ana dayanağını bünyede kuramamış olan her ıslah hareketi bir (Felix Culpa) dır.

Tanzimattan bugünedek, devrim, verim, eser, nizam adına ne yapılmışsa, hepsi birer (Felix Culpa)...

Mağrur, fakat hakikatte mahrum (Felix Culpa) larla ezmeye çalıştıkları mahzun, fakat hakikatte her şeye malik şahsiyetimizi müdafa etmek için bu anahtar mefhum en büyük silâhlardan biridir.

«Eser, eser!» diye tepindikleri şeylerin karşısına bu tabirin gözlüğüyle çıkıp bakınız: Sinan’ın eserleri gibi gerçek ve şahsiyetli bir bina mıdır gördüğünüz, yoksa gece-kondular semtine bitişik ve deniz kumundan yapılmış bir gök-delen misâlinde, sahiden gökleri delen ve ağlatan bütün sahte oluşlarımızı seyredebilirsiniz.

HÜRRİYET

İnsan hür değildir; hür olan, eşek veya köpek...

Tam frensizlik ve alıkoyucu melekelerden yoksunluk mânâsına hayvanî hürriyet, hayvanda bile sınırlıdır ve ona pisliğini toprakla örttürecek kadar olsun, bir hicap zabıtası telkin edicidir!

İnsanda, aynı insan tarafından biri istiklâline kavuşturulacak ve başına taç konulacak, öbürü de zindana tıkılacak ve ayağına pranga vurulacak iki zıt hüviyet vardır: Ruh ve nefs... Ruh, hürriyeti, hakikate esir olmakta bulur, nefs ise onu her istediğini yapmak mânâsına alır. Nefsin, tanrılık iddiasına kadar isteklerine pâyân yoktur.

İnsan ruhunu, tek kum tanesini açıkta bırakmamış topoğrafyası diyebileceğimiz tasavvuf ölçülerine göre, insanda İlâhî nura perde olarak yaratılan ve büyük marifete ermek için mutlaka yıkılması, eğilmesi, çiğnenmesi gereken nefs, nasıl fert plânında murakabe altına alınması zaruri bir nesne ise, misalimizin cemiyet plânına tatbikinde de, ma’şerî vicdana (toplum vicdanına) fertleri bağlayıcı bir mutlakiyet tanınması telkin edici bir keyfiyettir.

O halde, fert plânında ruha karşı nefs neyse, cemiyet plânında da ma’şeri vicdana karşı fert odur; ve mutlaka hakkı eksiksiz verilmek şartiyle sımsıkı bir disiplin cenderesi içinde kıskıvrak bağlı kalması, cemiyetinin bekası noktasından hilkat kanunu icabıdır.

Hürriyet için hürriyete talip milletler, kendi kendilerinin esiri olmaktan kaçarken, başkalarının esiri olmaya mahkûm...

Hürriyet bir gaye değil, vasıtadır ve gaye bir tarafa bırakılıp vasıta gayeleştirilemez.

Demek ki, Allahın, Kur’anında «dinde ikrah yoktur» fermaniyle doğruladığı ve hakkını bahşettiği hürriyet, hakikate ermek için, canlıların havaya muhtaç olması gibi, vicdanlara vasıta kıymetinden ibarettir ve hakikate erilince, hürriyetin en büyük tecellisi, hakka esaretten başka bir şey değildir.

Hürriyetin tecelli ettiği her yerde hak bulunamada, hakkın tecelli ettiği hiçbir yerde hürriyet müdafaa dilemez.

Hürriyetin –hak için- olmadığı yerdeki felâket, hürriyetin –sırf kendisi için- olduğu yerdeki felâketten büyük değildir. Yani zulme esaretle nefse esaret aynı belâ...

Her şeyle beraber hürriyetin de hakikati ve aslî kaynağı bizdeyken, tam bir vicdan istiklâli yolundan erilmiş, bir petek bal gibi mânası ve hendesesi içiçe, aslında muhteşem ve muazzam nizamımızı bozmak için bize hürriyet tuzağını kuranlar, hürriyetten anladıklarına zıt olarak başıboşluğumuzu sağlamaya bakmışlar; ve böylece, göğsümüze taktıkları, içyüzü gizli «hürriyet» madalyasiyle ruhumuzu esir etmeyi bilmişlerdir.

UYDURMA DİL FELÂKETİ


KISA HECELER... Aşağıdaki cümleyi, ona hususî bir mâna biçmeden, onda ayrı bir mânâ murad edildiğini hesaba katmadan, sadece Türkçe olarak okuyunuz:

«Ciğerimi delici, yüreğimi yakıcı, kafamı kemirici soru şu ki, gericiliğe mi, ilericiliği mi, ne tarafa döneceğini bilemeyene, anadilini yitirine, yolunu şaşırana, ya kuzu gibi boyuna budalaca acı acı meleyene, ya da kısa heceli ölü kelimeleri dizi dizi boşuna sıralayana, şu yeni kuşağa ne demeli; acımalı mı, acımamalı mı?”

İçinde 50 kelime ve 162 hece bulunan bu cümlede tek bir uzun yoktur ve böyle bir lisan yeryüzünde mevcut değildir.

Bu hâl, tarihinin ilk çağlarında, henüz hançeresi gelişmemiş bir millete işarettir.

Tek HECELER... Dilimiz umumiyetle tek, hiç değilse az heceli kelimelerden örülü:

Al, kal, çal, dal, ol, sol, dol, yol, ser, ver, ger, yer, yan, ban, kan, san, at, kat, tat, çat, kap, sap, tap, yap, say, yay, kay, cay, sil, bil, ek, çek, şiş, piş, ye, de, filân, falan, sayısıza kadar giden bir dizi...

Askerî kumanda sesine benzeyen ve sonlarına birer «mak» veya «mek» edatı eklenince ancak iki heceli masdarlığa çıkabilen «emr-i hâzır»lardan ibaret bu tek veya az heceli kelimeler kalabalığı içinde yabancı dillerden devşirilmiş dolgun heceler de Türk hançeresine uymadığı için bölünmüştür:

Psomi (rumca ekmek) – İpsomi...

Fikr – Fikir... Spor – Sipor... Film – Film... Nefs – Nefis... Remz – Remiz...

Vesaire...

Başka dillerde tek hecede 4 – 5 sese kadar çıkabilen (rast, drops) dolgun heceler Türkçede 2 –3 sesi aşamaz ve ancak kültürlü insanların hançeresinde yer bulabilir.

Bir dilde uzun, dolgun ve çok heceli kelimeler, tefekküriyet ve medeniyet işaretidir.

Türk milletinin, ruhunu dayayacağı üstün bir medeniyet mihrakı buluncaya kadar sürdüğü hayat içinde dili, kısa heceler bahsinde olduğu gibi, konuşmaya ve dolayısiyle düşünmeye vakti olmayan bir topluluğu ifade eder.

MÜCERRET MEFHUM... Türkçede, kendi öz malı olarak tek bir mücerret mefhum yoktur. Aşağıdaki, hemen her lisanda mevcut mücerret mefhumların Türkçe karşılığını arayınız:

Zaman, mekân, mesafe, zevk, şevk, mevzuu, merkez, mihrak, gaye, mefkûre, din, Allah; ve nâmütenâhîye kadar sayabiliriz. Mücerret mefhumların hattâ basitlerinden ibaret olan bu kelimelerden bir tanesini bile Türkçede bulamazsınız. «Allah» adının hiçbir lisanda eşi bulunmaz hâs ve âlem ismi olması bir tarafa, ilâh mânasına her dilde mevcut kelime bile Türkçede yoktur. «Tanrı» kelimesi «tanyeri» nden gelir ve mücerretlikle alâkasız, putperestlikten kalma bir madde ismi olmaktan ileriye geçemez. «Mevzuu» kelimesine uydurulan «konu» ise «koymak» gibi kaba ve maddî bir fiile dayanır. «Vazetmek» fiili «koymak» değildir ve onun üstünde bir mânayı (nüans – gamıza) belirticidir.

Neticede, sade ve mahdut madde isimlerine mahsus, beşerî tefekkür malzemesinden mahrum bir lisan karşısında kalıyoruz. Hattâ «dil» bile «lisan» kelimesine uymuyor da ağızdaki et parçasından ibaret kalıyor.

(FONETİK) İMLÂ... Seste tecelli eden dil, ayna veya fotoğraf camındaki hayalini yazıda bulduğuna göre, onun yazılış tarzındaki ölçü aynen kendi keyfiyetine dahil bir kıymettir.

Dünyada hiçbir dil yoktur ki, bugünkü Türkçenin yazılış derecesinde (fonetik – seslendirildiği gibi) olsun...

«Fena mı, kolaylık!» mı diyeceksiniz? Evet, kolaylık; fakat ulvî «zor» u ortadan kaldırmakla, insanı süflî bir basite götüren kolaylık!... Hece usulü yerine bugün kaim olan kelime usulünün, yani her kelimeyi kendi müstakil yazılış şekliyle bir resim gibi ezberleme ve ezberletme metodunun, zekâ terbiyesi bakımından üstünlüğü, medenî öğretim düsturları arasına girmiş ve bizim bundan haberimiz olmamıştır. (Fonetik) imlâ jandarma erlerine göredir.

Aslı ve iptîdaî haliyle fakir olan Türkçe, bugünkü yazılış şekliyle de, zihin terbiyesi gücünden yoksun bir fakirliğe düşürülmüştür.

UYDURMA DİL CİNNETİ: Dil, istikrâi, yani kendi iç ve öz kanunlariyle mevcut bir müessisedir ve dışarıdan, bütün bir lisan uydurma şeklinde müdahaleye tahammülü olamaz.

Tıpkı kâinat gibi... Esrarı ve kanunları aranır, bulunur, fakat uydurulamaz. Lisan ile kâinatın hiçbir farkı yoktur. Zira kâinatta ne varsa, karşılığı lisanda mevcut... Dil, kâinatın plânıdır ve kendi dışında başka bir kâinat ile değiştirilemez. Mecnunun her çeşidi görülmüştür ama, böyle bir dâvaya «evet!» diyeni görülmemiştir.

DİLİN PİŞMESİ: Kömür, toprak altında elmas oluncaya kadar binlerce yıl pişiyor. Dildeki kelimeler de öyle... Milletin dilinde yıllarca pişecek ki, kalble dudak arasındaki elmas dizili nâkilli vücuda getirebilirsin... Sonradan da zorla bu nâkille dizilecek her madde, o milletin ruh ve idrak temeline en korkunç bir suikasttır. Böyle bir lisanın adı da, Türkçe değil, uydurukça... Bir milletin öz dili, âlimlerin, aydınların, yabancı kültürlerle temasta olanların lisanı değil, hattâ okur – yazar olmayanların, bakkalın, çakkalın, hamalın, işçinin, dadının, babaannenin, köylünün, neferin dili... Bunların bilmediği hiçbir kelime Türkçe olamaz; ve topyekûn bir tasfiye hareketi belirtmesi bakımından tedrici bir ıstıfa ile bir tutulamaz. Böyle bir hareket, olsa olsa, bir milletin ruh nakışlarını silmek ve onu mânada cascavlak hale getirmek olur. Sadece ihanet...

ABESLER SERİSİNDEN: Türkçede meselâ «sebep», «mevzuu» gibi Türkçeleşmiş, fakat asılları arapça kelimelere karşılık, icat edilen «neden», «konu» tabirleri, vahşet hissi verecek kadar iptidâî ve sathîdir.

Evvelâ «neden?» bir sualdir ve isim yerine kaim olamaz. Her dilde onun yeri ayrı, «sebeb» in yeri ayrı...

Meselâ:

Neden bu sebebi ileri sürüyorsunuz?

Derken:

Neden bu nedeni?..

Diye mi söze başlıyacağız?.. «Mevzuu» ise vazetmekten geldiği için Türkçeye tercümesi zâhirî tesiri altında kalınarak başka bir mefhum bulamamak zoru altında o güzelim mefhum, en kaba bir müşahhasa düşürülmüş be bayağı işlerde kullanılan «koymak» masdarına bağlanmıştır. Halbuki «mevzuu», çuvala kömür konurcasına maddî bir «koyuş» fiiline yakıştırılamaz ve lisanımızda mücerret mefhum sıkıntısına gösteren, zoraki ve daima Arapçanın tesiri altında, güya ona zıt boş çabaları gösterir.

NİSPET EKLERİ: Bilimsel, fiziksel, tarımsal, siyasal, ulusal, Anayasal gibi, nispet edatı yerine (sel), (Sal), (el) ve (al) getirilerek Türkçeye mal edilmeye çalışılan tabirler, güvercinler arasında eşek arıları kadar vahşi ve yabancıdır; ve ne Türkçe, ne de halkın hançere dehâsiyle alâkalıdır. Doğal, koşul, amaç, kıvanç, uygar, özgür, soyut, somut, ilke, belge, evren, tören vesaire vesaire gibi aslî madde olmak iddiasında kelimeler de, bize Moskof işgal kuvvetleri gibi görünecek ve aşıları asla takma kalbten ileriye gidemeyecektir. 40 yıllık (bay) ile (bayan) ın, (bey) ve (hanım) tabirleri önünde uğradığı hezimet malûm...

Kat’î ve mutlak bir kaidedir ki, bir dile, aslî madde halinde kelime aşılamak, insanların beynini değiştirmeye kalkışmak gibi bir abestir.

ARAP İŞGALİ YERİNE GÂVUR İŞGALİ... «Enflâsyonist ekonomi, emisyon ve devalüasyon skandalleri, anarşik realiteler, kaliteli ve kalifiye eleman azlığı, entellektüel kıtlığı, koalisyon zoru, nasyonalist klik ve partilerin politik espri ve plândan mahrumluğu, her alanda potansiyel düşüklüğü, rasyonel enerji ve lâboratuar idesine uzaklık, mistik ve sembolik illüzyonlar, atmosferimizin bazları olmuştur.» Şu 43 kelimelik cümleden, 6 adet «ve» yi, 28 adet de yabancı kelimeyi çıkaracak olursanız, Türkçeye ne kaldığını dehşetle görürsünüz!

Aslî bünyesini berhava ettikten sonra üzerine bu kadar yabancı kelime üşüşmesine ses çıkarmayan bir dil, ilmî bir kat2iyetle mevcut değil demektir.

Besbellidir ki, atılmak istenen şey dil değil, Türkün ruh cevheridir.

Ruhumuzun ırzına geçtiği sanılan Arapçaya karşılık, ruh ismet ve iffetimiz gâvurcaya takdim ve teslim edilmiştir.

DÖNME AĞZI... Dilimize dönme ağzı hâkim olmaya başlamıştır. Bu ağzın ilk tecellilerinden biri, şart edatı olan «ya» kelimesine eklediği, «dahi», da... Ya da... Türk şivesinde böyle bir ağız yoktur. Bizde şart edatı «ya» iki kere kullanılarak kendisini belirtir:

Ya bu deveyi güdersin, ya bu diyardan gidersin!

Veya:

Ya kurtarıcını bulursun, yahut gümler, şapa oturursun!

Fransızcada olduğu gibi, her dilde de böyle...

İslâm düşmanı bir «eleştirmeci» den kalma ve daha nice Yahudi, Ermeni, Rum şivesine kadar yanaşma bu dil, dikkat edilecek olursa Moskova’nın milletleri çürütme plânından hususî bir madde olarak solcu ağızların edasıdır.

Bu minicik sivilce noktasını küçümsemeyiniz! O, kanser işaretinden başka bir şey değil... İşaret küçük ama delâleti büyük...

Onların ağziyle hüküm:

Ya dil niteliğimizi sınırlarımız gibi koruyacağız, ya da...

Şimdi kendi ağzımızla:

Yahut, sınırlarımızı bile tehlikeye sokacak bir ruh kaybı içinde, sessiz sedasız, çürüyüp gideceğiz!

TEŞHİS VE ÇARE... Tek ve kısa heceli kelimelerden örülü... Dar, basık ve ancak gözle görülür maddî hüdiseleri anlatmaya muktedir... İçinde hiçbir mücerret yok... Nihayet, uydurma kelimelerin sıvası altında fakirliği büsbütün aşikâr... Dönme ve tatlısu frenklerinin sefil ağızlarına kadar âlet... Irzını işgal ordularına teslim edercesine ecnebi kelimelere kucak açmış bir dil... Bu dil her şeye rağmen Türkün, içinde duğup öldüğü ruh kalıbıdır ve bütün dâva onu kurtarmanın yolunu bulmakta...

Cedlerimizin İslâmı kabul edip kâinat çapında bir tefekkür ve tahassüs hazinesi yüklendikleri ân, takdir ettiler ki, kumanda seslerinden ibaret tek ve kısa heceli, âhenksiz, sadece yalçın madde plânına bağlı, mücerret mefhumdan yana sıfır derecesinde bir dille ne insan, ne cemiyet, ne de devlet teşkil edilebilir. Artık Türk, madde fâtihliğinden, onunla beraber mâna fâtihliğine geçmiştir, bunun için de maddî kılıcına eş bir mâna kılıcı lâzımdır. Halbuki elinde, mânevî kılıç adına, çelik değil, bir saman parçası bile yoktur? Ne yapsın?

Aynı ruh akrabalığı içindeki büyük dillerden devşirmecilik...

Türk, İslâmiyeti kabul ettikten sonra düşünmeye başlamıştır. Bu, anlayan ve insafı olan için riyazî bir hakikattir. İşte bu Türk, yani İslâmiyeti kabul ettikten sonra gerçek Türk’ü bulan Türk, ilk iş olarak, kaba müşahhaslardan ileriye geçemeyen dilini zenginleştirmek zaruretini idrak etmiştir. Bunun için de, Batılının, Yunanın ve Lâtin kaynaklarına uzanışı gibi, öz kültür kaynağının iki örnek diline el uzatmış ve Türkçenin çarşafı üzerine Arap ve Fars ağaçlarının meyvelerini tek yol kabul etmiştir.

Ecdadımız aynen batı dillerinin eski Yunan ve Lâtin kaynaklarına el atması şeklinde, bağlı bulunduğu İslâm medeniyetinden âlet ve unsur sağlar ve bu medeniyetin iki büyük lisanını kaynak edinirken o büyük lisanlar içinde öylesine erimiş ve öz şahsiyetini feda etmiştir ki, aldığı unsurları aslî maddeler halinde benimseyip Türk diline uydurmayı, Türk gramer ve hançeresine mal etmeyi ihmal etmiş ve doğrudan doğruya Arapça ve Farsçanın ifade mimarilerine esir olmakta bir mahzur görmemiştir. Şahsiyet şuurundan mahrum bulunmayı gösteren bu hal hataların en büyüğü olmuştur.

Cedlerimiz Arapça ve Farsça gibi iki azametli dille temasa geçince kendilerine hiçbir istiklâl hakkı tanımadılar. Büyük bir selim akılla bu dillerden devşirdikleri kelimeleri, aslî maddeleri, öz hançerelerine ve lisan mimarîlerine (gramer) tatbik etmeyi düşünmediler. Onları kendi mimarîleri içinde kabullendiler ve hattâ bir «münevver» için, Osmanlıcayı değil, Arapça ve Farsça bilmeyi esas saydılar.

Hatâ bundan oldu ve bu hatânın tepkisi, yolların en yanlışı halinde, lisanı topyekûn ana sermayesinden yoksun bırakmaya kadar vardı. Başımızdaki bugünkü kurbağaca, işte bu dil şahsiyetsizliği yüzünden!..

Arap ve Fars kelimelerinin kanımızda eritilmeden bünyemizde pörtükleşmesi üzerine, kapı, asla Türkçe olmayan birtakım uydurmalarla, (Lâtin) kaynaklı kelimelere açılmış ve meydana hiçbir kumaş hususiyet ve kıymeti olmayan bir yamalı bohça çıkmıştır. Üstelik Türk lisan mımarîsine (sarf ve nahiv) uymayan bir Selânikli dönme ağzı... Bu, doğrudan doğruya millî ruhun katledilmesi hâdisesidir; ve artık bu bahiste son söz «sebep» ve «netice» nin tespitinde kalmıştır.

Yapılacak tek şey, dilimize girmiş bütün Arapça ve Farsça kelimeleri benimseyip aslî maddeler halinde kabullenmek, onları kendi «sarf ve nahiv» dünyasından ayırmak, kendi (gramer) ve hançere dehâmıza terketmek, bütün uydurukçaları atmak, Batı dillerinden gelenleri de yalnız teknik plânda olmak şartiyle almak ve aynı muameleye tâbi tutmak, yani Türkçeleştirmek...

ÖLÇÜLER: Cahil dadının, basit köylünün, bakkalın, çakkalın, amelenin, bekçinin, çöpçünün bilmediği dil Türkçe değildir.

Alman dilinin kıvamlanmasında en büyük rolü oynayanlardan (Göte) diyor ki: «Bir millete yapılacak en büyük fenalık, onun diliyle oynamaktır.» Bir milletin diliyle oynamak, onun hayatiyle oynamaktır.

Dillere daima yeni kelime aşıları yapılabilir. Fakat bu aşıların tutması, yahut tutmaması bahsinde zor kullanılamaz. Yeni kelimeler ve iştikaklar halkın kabullenme duygusuna ve hançere dehâsına bırakılır ve bu işi sadece sanatkârlar yapabilir.

İşte, Türk dili evvelâ müşahade altına alınamamış, ecdadımızın ne yapmak isteyip de tam beceremediği incelik noktaları görülememiş, aksine ve sadece İslâm nefretiyle ulvî mefhumların aziz eşyası süprüntülüğe atılmış, bunların yerine frenklerin de güldüğü frenk şapkâlı barbar eşyası yığmak modası alıp yürümüş, bütün idrak melekelerini kavurucu bir ruh yangını mânevî vatanı silip süpürmüş ve neticede bugünkü kısırlaştırıcı, iğdiş edici, her türlü büyük kafa yetiştirmeye engel ve eser vermeye mâni felâket iklimi doğmuştur.

İKTİDARLARIN HİKÂYESİ

Bazı rejimler, kalabalıkları, sırf ruhlarının çengellerinden tutar. Ruh müeyyidesi o kadar sağlam bir dayanaktır ki, halka, midesinden ve maddesinden her fedakârlığı yaptırabilir. İman kutupları saygı gördükçe güç yerindedir. İsterse inanış bâtışa olsun...

Bazı rejimler de, kalabalıkları, sırf midelerinin kancalarından tutar. Gıdasız kalan ruha mukabil halkın kursak ve bağırsak hayatı, ortada ruh diye bir kaygı bırakmaz. Bir nebat ve hayvan hayatıdır, gider. Toprak versin, mideler yutsun da ne olursa olsun...

Birinci soydan rejimler için şu veya bu madde aksaklığı, verimsizliği, sıkıntısı diye bir şey olamaz. Fakat ikinci cinsten rejimlerde en küçük bir darlık oldu mu, her şey tepetaklaktır. İnsanlar birbirine girip boynuz boynuza gelmeye ve çifteler savrulup duvarları yıkmaya başlar.

İşte o zamandır ki, ruh, madde sıkıntısının miskin bahanesi arkasında boy gösterip kendi eksikliğinin ne demek olduğunu ihtar eder.

Şüphesiz ki, kalabalıklar, ruhundan ziyade maddesiyle avlanmaya müsait... Yalnız madde cephesinin kemmiyet hesaplarıdır ki, kalabalıklarca kolayca anlaşılır. Kedilere ve köpeklere kadar şâmil bu bedahet duygusu insanda yaşarken, onun yerine ruhu ve mefkûreci görüşleri yerleştirmek çok zor...

Fakat esas bu zorlukta... Ayakta durabilmek, tahammül ve sabır gösterebilmek, bir iş ve hamle hedefine yöneltici cehdi sağlayabilmek için ruha el atmaktan gayri çare mevcut değildir.

Eski C.H.P. iktidarı, ne birinci, ne de ikinci soydan bir rejim olabilmiş; halkın hem ruh çengellerini sökmüş, hem de mide kancalarını kırmıştır. D.P. iktidarı ise, halkta bir ciğer kanseri haline getirilen bu ruh belâsını olduğu gibi yerinde bırakıp, sadece mideleri ve maddeleri imar yolunda bir şey beklemiştir.

Bu vaziyette bir millet hareketi, ancak halkın ruhuyla beraber maddesini de harap edici bir tutuma karşı fışkırmak icap ederken, böyle olmamış; ve halkın ruhunu olduğu yerde bırakıp maddesini uzun vâdeler ve muvazenesiz hesaplarla süslemeye kalkışan bir idare, sadece iktidar makamında bulunduğu için, on senelik değil, 27 yıllık hıncın tokatını tek başına yemiştir.

Neticede halk, tâ ciğerinden, o türlü sarsılmıştır ki, bizzat midesini ve maddesine ait bütün ihtiyaç iştihalarını kaybetmiş, hayat plânındaki varlık şevkini asgariye indirmiş ve İhtilâl sonrası iktisadi buhrana, açık bir ruh aksülâmeliyle yol açmıştır.

Demek ki, yıllardır, ruhu ve maddesiyle harap edilen halk, İhtilâl sonrasında, bu hâle sadece ruhiyle karşı koymuş; ve Adalet Partisini millet eliyle çizilen çevrenin merkezine meccanen oturtup ondan da önce ruhunun intikamını almasını beklemiştir.

Fakat gelen rejim bu nükteyi anlayamamış ve her şey basit bir madde muhafızlığına döküp bir gün hakkını aramaya kalkacak olan ruhun her şeyi elinden alabileceğini hesaba katmamıştır.

Hulâsa: C.H.P. bu milleti yoktan var ettiği iddiasiyle açıkgöz ve sahtekâr bir madde kurtarıcılığı imtiyazına dayanarak Türkün ruh köküne zıt, bu kökü baltalayıcı ve onu Batı uşaklığına bend edici, her türlü fikir ve dünya görüşünden yoksun öyle bir yol açmıştır ki, bu yol, onu takip eden bütün partiler ve iktidarlar tarafından sadece küçük idare ve tatbikat plânlarında tenkit edilmekten başka karşılık görememiş; ve şu veya bu farklarla, hattâ şimdi onun kendisine yeni bir hüviyet araması ve gençlik aşısına el atması farkına rağmen, tek fârikaları İslâm düşmanlığından ibaret, çeyrek aydın ve cüce politikacıların yolu olmakta devam etmiştir.

DÜNYAMIZ

Evvelâ küçük ve cüce politika hokkabazlığı dışında bizim dünyamızın, bizim üstün politika dünyamızın tesbiti gerek... Ancak bu suretledir ki, dış politika ölçümüzü basit ve gündelik politika zanaatinden ayırmış ve bir dünya görüşü temeline oturtmuş oluruz.

Kol kol bütün örgüleştirmelerimizi boyunca kavranacak bir bedâhet vardır: Millî Türk politikasının temel ölçüsü, kendi kendisine ve riyazî bir kat’iyetle, Türkiye’yi öz sınırları içinde, ileri, müstakil ve şahsiyetli bir tekevvüne lâyık görecek, yahut buna en fazla müsamaha edebilecek Garplı kuvvetler manzumesine bağlanmak ve bu manzumenin kutuplarına faydalı görünmek sayesinde elde tutulabilir.

Bu aziz kaygının asla barışamıyacağı kutup, düne kadar Faşizma ve Nazizma idi. Evvelki gün, dün, bugün ve yarın, İslâv ırkçılığı ve komünizmadır. Türkiye’nin kendi öz sınırları içinde, ileri, müstakil ve şahsiyetli bir tekevvüne lâyık görülmesindeki gaye en fazla kabul, yahut en az red tavrını, Garplı kuvvetler manzumesi zaviyesinden yalnız demokrasyalarda bulabilir.

Herşey, üstün ve yüksek politika zaviyesiyle, asırlar boyunca hep okka altına gidişimizin nihaî zarureti halinde, «en az zararlı cephe» yi bulmak ve bu «en az zararlı cephe» yi gitgide daha az zararlı kılmak ve sonunda ve son fırsatlara göre büsbütün zararlı olmaktan çıkarmak gibi umumî bir siyaset ölçüsünde toplanıyor. Bunun için de «hak ve hürriyet» lâfını yalan olarak bile ağzından düşürmeyen tarafa yönelmekten başka çare kalmıyor.

Nitekim, geniş ve tezatsız bir dünya görüşü manzumesinin kıyasları içinden süzülmüş olmasa da, selim bir bedâhet hissiyle çeyrek asırdır hep bu yolda yürüdük. Fakat gerçek hüner, ilcalarla, tesadüflerin ve rüzgârlarla akıntıların dürttüğü bir zeminde, dümen, pusula ve (seksant) âletiyle yürüyebilmekte ve evvelden hesaplı bir hedefe varabilmekte... Bugün, gidişimizde, bütün millî ve tarihî olurlarımız ve olmazlarımızla yönelmeye mecbur olduğumuz böyle bir hedefin hesabını verebilecek muadele kafasından hiçbir ize şahit değiliz.

Üstün politikanın anahtarı, üstün idrakin anahtarına eş, nefsini ve dünyasını bilmek hikmetinde gizliyse, kendimize ve etrafımıza bir bakalım; Millet millet Şarka doğru, mahkûm, tesellisiz ve ümitsiz mazlûmlar panayırı; Garba doğru da her gün biraz daha tezatlarını çözme ve buhranlarını bastırma cehdinde, güya hâkim, muhakkak tesellisiz ve sanki ümitli, fakat köküne kadar mustarip zâlimler cümbüşü. Ve ikisinin ortasında, bir zamanlar birinin haşmet ve saltanat hakkiyle ötekinin ödünü patlatma ânına kadar gelmişken, gitgide ödü patlaya patlaya kabuğuna çekilmiş ve en sonunda teselliyi bütün köklerinden kopmak ve hiçbir tarafa kök atamamakta bulmuş, ufala ufala aksakaldan yoksakala geçmiş esbak cihangir ve mahzun bir millet; biz!.. Eğer Şarka doğru hepsi adına mutlaka rehber bir millete, Garba doğru da en hâkimleri ve lâyıkları önünde bazı haklarına ve faydalarına inandırmış bir «fasl-ı müşterek» devlete ihtiyaç varsa, bu Türkiye’den başka kim olabilir ve Türkiye bunu nasıl yerine getirebilir?

Askerlikte en sağlam müdafaanın yolu nasıltaaruzsa, bir milletin vücut emniyeti de, ancak olacağı, olmayacağı, olmaya mecbur olduğu şeyin, bütün dünya muvazenesi içinde en tabiî bir istihkakla devşirilmesi şeklinde temin edilebilir. Hakkından kısmî vazgeçişlerle elde tutulabilecek cüzüler olduğuna inanmayınız! Dörtyüz senedir böyle gidiyoruz: «Ne koparırsak kâr!»

Demokrasyalar kutbu etrafında, fevkalâde nazik ve görünürde samimî, fakat son derece hudutlu ve şartlı bir bağlanış dehâsiyle, kendi iç tekevvünümüzü dahilî yıldırım harpleriyle meydana getirip yeni bir dünyanın eşiğine yeni şartlarla ayak basabilmemiz için, Şarka ve Garba doğru, birini umdurucu ve gözletici, öbürünü de oyalayıcı ve geçiştirici bir politika marifetine muhtacız.

Herşey, birbirinin öldürücü eksiği halinde, bütün Şark ve Garp dünyasını nefsimizde düğümleyici bir iç tekevvünü billûrlaştırıncaya kadar, Şarkı ve Garbı maharetle idare etmek ve istikbale talik edebilmek düsturunda mihraklaşıyor.

SAHTE ŞANS DEVİRLERİ

Başımıza düne, çeyrek asır evveline kadar gelen idarenin biricik özrü, kendi zamanına göre insanlığın içinde yüzdüğü dünya buhranıydı. Bu idare farkında değildi ki, bu hal de onun biricik talihiydi.

Zira bu idarenin, dış ihtilâtlarla asla alâkası olmadan, sadece iç bünyesindeki illet yüzünden her ân biraz daha meydana çıkmaya başlayan çehre karhaları, onun iş başında kaldığı dünya buhranın 10 yılı içinde demagocyaların en ucuziyle hep bu dünya buhranına atfedilmiş, hazımkâr millet de bu masalı hazmeder görünmüştür.

Harbe giren hiçbir milletin iktisadî, içtimaî, siyasî vaziyeti o zaman bizimki kadar bedbaht olmamış, harp ve istilâ zehirini tatmaktan kurtulabilmiş birkaç nâdir memleket de saadetin evcine ulaşmıştır. Bütün tecelli sahalarında en muztarip memleket, o gün, yalnız Türkiye olmuştur.

İkinci Dünya Harbi, bizim Cumhuriyet sonrası idare ve politika ölçümüzün içyüzünü birdenbire deşen, bir zarı patlatan, yumurtanın kabuğunu kırıp içindeki kokmuş maddeyi ortaya çıkaran bir âmil olmuş; âni fiyasko ise, özrünü hemen dünya vaziyetine bağlamak açıkgözlülüğünü göstermeye kalkmıştır.

İlk 15 ve sonra 12 yıllık devirlerden birincisi; işin başlangıç merhalesindeki kâzip saltanatı belirttiği, ikincisi ise zevale geçen bu saltanatın saçakları altından fışkırıcı hakikat ve âkıbetleri dünya vaziyetiyle izaha imkân bulduğu için, kâzip tarafından talihli kabul edilebilir.

1950’den sonra başlayan üçüncü devir ise, teslim aldığı şartlara göre, bu kâzip talihlerden uzaklaşmaya doğru giden çetin bir çığır açıldığını görememiş, gösterememiş; hattâ o da aynı sun’i yardım ve talih yollarını aramış, geliştirmiştir. Vatanı, dış yüzünden süslemeye bakmış ve iç yüzleri kendisine dert edinmemiştir.

27 Mayıs ihtilâlini yapanlarsa, sahte talih ve hazin ucuzculuk bakımından dünyanın en şanslı adamları olmuş ve devirdikleri, esasen bozuk muvazenenin bir daha iade edilemez olması yüzünden, başımıza bugünkü idarî, ahlâkî, iktisadî, ruhî buhran çökmüş ve bütün bu sahte talih oluşlarının hesabını verme ve yükünü çekme devresi açılmıştır.

Asıl talihsizlik, yani hâdiseler tarafından himaye imtiyazından mahrum kalma vaziyeti, daha doğrusu tam istihkakına rücu ânı, yarın, bir dünya muvazenesi kurulduğu zaman belli olacak ve o vakit günlük ölçüler içinde bile bu milleti ayakta tutabilme zorluğu birdenbire belli olacaktır. Bakalım, o zaman da başımızda kim ve ne, hangi idare bulunacaktır.

Amerikanın, bizden, bütün yardımını hiç olmazsa bazı ıvazlar mukabili olarak isteyeceği veya büsbütün keseceği, Batı piyasasının piyasamızdan hiçbir şey çekemiyeceği, bütün kaynaklara mâlik Garp demokrasyalarının bize 180 derece arka çevireceği, Çin ve Hint pazarlarına giden hava ve kara yollarının bellibaşlı zabıtalar altına alınmak isteneceği, Türk Milletinin ise boşlukta mekân işgal etme hassası adına şahsiyet ve ehliyete mâlik bulunduğu sorulacağı gün, başımızda bulunacak olan devlet mümessilleri, eğer hâlâ dünkü ölçünün bir devam ve istihalesini ifade edeceklerse, halimiz duman olacaktır.

Zira, gelmesi mukadder görünen böyle bir gün, sun’i tedbir ve sahte talih devirlerinin paydosunu da beraber getirecektir.

Bütün bir mazi, hal ve istikbal mikyasile dünya çapında nefs muhasebelerine girişen cins kafaları ve gerçek düşünürleri yetiştiremedikçe, alınan bütün tedbirler, yanık bir elin acısını muvakkaten dindirmek için kendisini suya batırıp daha korkunç acıları istikbâle tâlik etmesinden farklı olmayacak; ve herkes sahte talih tedbirleriyle gününü gün etmeye bakacaktır.

NİÇİN, NİÇİN, NİÇİN?


İslâm ve Şeriat mefhumlarından niçin korkuyorsunuz? Siz, küfür rahipleri!

İslâm ve Şeriat mefhumlarını, niçin tarafımızdan karşılığı olan bir fikir meselesi olarak değil de, çocukların, izahsız ve cevapsız umacı ruhiyatı içinde görüyorsunuz?

Bizim bu mevzuda söyliyeceğimiz ve dünya çapında izahına girişeceğimiz sözümüz var da, sizin verebileceğiniz cevap niçin yok?

Yoksa bu iki mefhum, sizce, ananızı ve babanızı öldürmüş ve ocağınıza incir dikmiş iki kaatilin ismi midir?

Bu halinize sebep, İslâm ve Şeriat mefhumlarını, bir zamanlar, bizzat İslâm ve Şeriate zıt anlayışla temsil edenlerin sebep oldukları felâketler ve kötü misallerse, sizden evvel dinin mahkûm ettiği ve edeceği o sakîm zihniyeti suçlu bulacağınıza, niçin İslâm ve Şeriati suçlu buluyorsunuz?

Bütün kanunlarınız ve ölçüleriniz hakkında isteyen, kendi şahsî mide gurultusunu bile esas tutarak bir kıymet hükmü koyabilirken, niçin sadece İslâm ve Şeriat böyle bir hak ve selâhiyetten memnû tutuluyor?

Sâf ve hakikî kanun anlayışında; İslâmı medhetmekle, temel devlet nizamlarının onunla değiştirilmesini istemek arasında, eve girmesi yasak edilmiş bir kadının «içeriye girsin» demeksizin güzelliğini ve doğruluğunu övmek gibi, biri fiille teşvik ve öbürü sadece tefekkür ve tasavvur plânında tecelli gibi muazzam bir fark varken bu mevzuda «gık!» diyenin 163 numaralı torpile çarptırılışındaki facia nedir? Yasak olan, fiilî teşvik veya fiile teşvik halinde Müslümanlık mıdır? Eğer Müslümanlık yasak değilse; bir mü’minin kendi dâvasını «kanunlarınızı buna uydurun!» demeden savunmasından daha tabî ne olabilir?

Bu toprağın sahipleri, üzerinde dolaşan 33 milyon insanı mı, onu idare eden 3300 kişi mi, yoksa altında yatan 3 milyar 300 milyon Türk mü?

bir memleketin hakikî sahiplerini, kendi öz ruh kökünden utandırmaya ve bu ruh kökünün hükümleri üstünde söz söylemeyi suç saymaya kadar giden bir ölçü, eğer o memlekete dışarıdan musallat bir işgal rejimine ait değilse, hangi idare şekline bağlanabilir? Hele demokrasya iddiası güdülen bir âlemde, Firavunlar asrının bile tanımadığı bu hürriyetsizlik havası; ve söz, tebliğ ve telkin hürriyetini tahdit edici şekiller, ne demektir? Şapkasının biçiminden potininin bağına kadar taklit ettiğiniz Amerikada Protestanlığın ağzına böyle bir gem vurulsa, yahut vurulacağı ihtimalinden bahsedilse, yahut da böyle bir mevzu açılıp açılamıyacağı sorulsa, acaba ne olur?

Sizin, ey ilericiler, kanunlarınız ve ölçülerinizle cihan demokrasyasında vaziyetiniz, hiçbir fikir hakkını kanun dışı saymayan bu âlemde doğrudan doğruya kanun dışı sayılmanız olabilir!

Biz, sağ, sol, bu tâbirlerden hiçbir şey anlamayız. Biz sade ve elhamdülillâh Müslümanız. Bu defa da küfür adına çalışan ruhundaki erimez nasır bakımından, asıl takibi gereken yobaz sizsiniz! Siz, dini anlamamak ve nefsine uydurmak bakımından isimlendirdiğimiz dünün yobazı karşılık, onun tersi ve aksülâmeli olan, halis ve mükemmel küfür yobazlarısınız! Ve elinizde demokrasya, iğneli fıçıda oturttuğunuz milletin, «Egemenlik Ulusundur» levhası altında, içinden kan ağlama ve dışarıya karşı gülümseme ve mutlu görünme işkencesinden başka bir şey olmamıştır.

NESİNİ KABUL EDELİM?


Amerikan yardım ve kredisiyle ayakta durmaya çalışılan, gelire göre gider değil de, gidere göre gelir peşinde gezen, yıktığı rejimin idam sebebi 3.50 milyar liralık (enflâsyon) unu takdir ve tebrik mevzuu olarak 21 milyara çıkaran ve bu hale düşmesi için harp felâketi gibi bir mazereti olmayan bir âlemde iktisadî bir oluş kabul eder misiniz?

Muhalefet adına hep aynı kökten fırlama muvazaa partilerinin dal ve yaprak hududunu aşmayıcı küçük ıslâh ve pudralama tenkidlerinden başka bir şeye tahammül edemiyen bir âlemde, siyasî bir oluş kabul eder misiniz?

Yıktığı iman ve ahlâk kaynağına karşı «Ahlâk telâkkiniz nedir?» sualine verebileceği hiçbir cevap bulunmayan bir âlemde ruhî bir oluş kabul eder misiniz?

Köylüsünün büyük kısmı günden güne kavrulan, bücürleşen, kukumavlaşan ve sıtma, frengi, verem tırpanları altında biçilen bir âlemde sıhhî ve bedenî bir oluş kabul eder misiniz?

Henüz millî kıraat kitabını, lûgatini, kamusunu, tarihini yazamamış ve üstünkörü tercümeden başka hiçbir şey yapamamış bir âlemde harsî bir oluş kabul eder misiniz?

Söz bu âlemde yokluktan başka ne kabul edersiniz?

7 ÖLÜME KARŞI BİZ


Türk Milletinin hakikî ve mefkûrevî hayata kavuşturmak için, onu, yedi ölüm tehlikesinden kurtarmak lâzım..

Tehlikelerden dördü iç, üçü de dış istikamette...

İç ölüm tehlikelerinden birincisi, tarihimiz boyunca, bizi, İslâmiyetin her zaman ve her mekâna zaferle tatbiki kazancından alıkoyan ham softa ve kaba yobaz... Yarın muazzez ve mukaddes iman kaynağımızın zaferi gerçekleşirse, bu hastalığın nüksüne mâni çare bu tiplerin tasfiyesi usuliyle en başta mütalâa edilmelidir. Ham softa ve kaba yobaz, dinî hükümler çerçevesine bağlı gerçek mü’min değil, (Büyük Doğucu, işte, şeriatten kıl feda etmeyecek olan o, mü’mindir) dini kendi havasız ruhuna ve kör nefsaniyetine tâbi kılan vecdsiz, idraksiz ve nasipsiz ezbercisi...

İkinci tehlike, Tanzimattan bu yana, iman ve ahlâk güvesi Yahudi ve Dönme dehasının türettiği, köksüz ve taklitçi nesiller kolu... Bugün derdini en şiddetle çektiğimiz bu âfetin üzerine yanmamış kireç döküp bu köksüzler kökünü kurutacağımız gündür ki, her şey halledilmiş olacaktır.

Üçüncü tehlike, çiy etin dövüle dövüle pişirilmesi gibi her çareye başvurarak önlenmesi gereken an’anevî fikirsizlik halimiz... Büyük Türk tefekkür iklimini kuruncaya kadar, Hint fakirleri tarzında nefesimizi dakikalarca içimizde tutsak yeridir.

Dördüncü tehlike, bu üç tehlikenin birincisini dinsizlik adına makûsen (tersinden) ikincisi ve üçüncüsünü de aynen ve mebsuten (yüzünden) temsil eden eski (C.H.P) tipleri tarzında devrim ağaları... Türk Milleti, ağalıkları ilga eden ve hâkimiyetin millete olduğunu söyleyen bu beterin beteri ağalık ruhunu tasfiye etmedikçe her ümide paydos!

Dış ölüm tehlikelerinden birincisi, komünizma... O, bir gün dünyada ve Türkiye’de tahakkuk edecek olursa, güya hakkını koruduğu (Proleter) adına, hakkını korumaya lüzum olmayan (proleter) olarak Türk Milletini gösterecektir!

İkincisi, bugün geçmiş, fakat bir gün tekrar baş kaldırmayacağı temin edilemez olan faşizma ve nazizma... Yatalak zamanlarında garp demokrasyalarının azmanı olarak türeyen faşizma ve nazizma, hâkimiyet plânını ele geçirseydi, Türk Milletine düşen vazife, yine, topyekûn Haymana ovasını sulamak memuriyetinden başka bir şey olmayacaktı!

Dış ölüm, tehlikelerinden üçüncüsü, bugün doğu istikametinden gelmesi melhuz olduğu kadar, yarın batı istikametinden gelmesi melhuz, an’anevî Garp emperyalizması.. Beynelmilel Yahudilikle el ele, garp emperyalizması. Buna karşılık biricik tedbir de, yine, daima ve mecburen demokrasyalar tarafını tutup, onlara iç tekevvün hakkımızı teslim ettirici bir bünye sahibi olmaktır.

İçeriden ve dışarıdan 7 ölüme karşı mücadele zorunda olmak!... Evet, Türk Milleti, hakikî ve mefkûrevî bir hayata ulaşabilmek için, Garp dünyasının üç şubesine karşı ayrı ayrı müdafaa ve mahafaza tedbirleri aldıktan sonra, içeriden de her biri bu tehlikeler çapında dört ölümü tepelemek borcunda..

Bütün bir tarih seyrinin bugün sırtımıza yüklediği mahkûmiyet bakımından bu kadar çetinlik belirtici bir kurtuluşun kefaleti, hangi fikirler manzumesindedir. «Büyük Doğu», işte o fikirler manzumesinin ismidir!

MERHAMET BUYURUNUZ!


Demokrasyalar bir hesap yapıyor: Neticede Türkiye’yi kendi taraflarına mı, sovyet Rusya tarafına mı zammederek dünya tezadının çözülmesi tecrübesine girişilecektir?

Bugünkü kuvvet ve imkân muvazenesine göre, demokrasyalar için, nasıl olursa olsun, hayatî bir fark yoktur. Onlar nasıl olursa olsun, dünya hâkimiyetini demokrasya mefhumunun emri altında toplayacaklardır.

Türkiye onlar için, yüzdeyüz komünist düşmanı millî bünyesiyle beraber, hazır bir sevkülceyş ve coğrafya avantajından başka bir şey değildir.

Bu avantajın, millî bünyeye rağmen karşı tarafa geçirilmesi, onlara nihayet birkaç damla fazla ter döktürmekten başka bir şeye mal olmaz.

Koskoca Çinin bile elçabukluğiyle komünistleştirilmesi, nihaî hamleye hazırlık terleri döken Demokrasyaları, ümitsizliğe düşürücü bir netice doğuramadı.

Elbette ki, bu iş, çok ter ve kan dökülmeden halledilemiyecek ve elbette ki, kuvvet almak için gerileyen, ileriye atıldığı zaman tam atılacaktır.

Bu dünya muhasebesinden biz, kendimizi, eğer nihaî hükmü meydana getirici bir kıymet ve ehemmiyette görüyorsak, aldanma cetvelimize en hazin maddeyi ilâve ediyoruz demektir.

Bu dünya muhasebesinden bize düşen tek borç, gerçekten millî bünyemize uygun olarak, Demokrasyalara tam itimat telkin edici bir yekparelikle, komünistlere bütün nüfuz ve hulûl yollarını kapamaktan gayri ne olabilir?

Yalnız bu küçücük ve kolaycacık vazifenin yerine getirilmesiyle bütün bir millî kurtuluşun kefalet altına alınması arasında fark bırakmayan tarihi bir hengâmedeyiz! Hele bu kat’î ölüm tehlikesini yenelim; ondan sonra yenmek zorunda olduğumuz daha niceleri var, niceleri!... Biraz önce saydık.

Böyleyken, millî bünyemize yüzdeyüz zıt olarak hâlâ Demokrasyalara tam itimat telkin edici bir iç emniyet ağını örebilmiş, hattâ bu ağın emniyetli ellerde bulunduğu kanaatini verebilmiş değiliz!

Millî bünyemize uygun olmayan işlerin marifetli kahramanları olan biz, acaba bu defa, bu son oyunun, topyekûn millî tarih ve mevcudiyete bedel bir iş olduğunu ve artık hiçbir tecrübeye yer kalmadığını farkedebiliyor muyuz? Yoksa «Merhamet ediniz, millî bünye ve iradenin tecelli edebilmesi için milletin başa geçmesine imkân lûtuf buyurunuz!» diye yalvarmaktan başka çare kalmadı mı? Bu iş yalvarmakla olmaz; yalvartmanın usulünü bilmekle olur.

UCUZLUK


Yirminci asrın ortasında mânevî ucuzculuk son haddine vardı. Hem Doğu, hem Batıda ayni hal...

Bugün baştan başa Doğu, kendisini madde cenderesinde ezilmeye bırakan ruhun hazin âkıbetini gösterici bir sefalet tablosu...

Bugün Doğu öyle bir misaldir ki, bir zamanlar Batılı düşmanlarının bile kendi aralarından çıkaramadıkları ruh cellâdlarını bizzat içinden çıkarmış olmanın mahkûmiyetini yaşamakta... Bu tipler, tam bir asırdır, Doğunun her köşesinde ucuz terakki ve medeniyet tekerlemeleriyle halkı kaz gibi gütmüşler ve Garplı efendilerinin âlet hegemonyalarını kendi öz vatanları içinde heyûlâlaştırmışlar, umacılaştırmışlardır. Çilesi çekilmeyen dâvaların satıh üstü simsarı geçindikleri için de müthiş bir ucuzluk, bedavacılıkla iş görmüşler ve daima maddî ve mânevî Garp emtaasından kuvvet alarak kendi ucuzluklarını kapamaya bakmışlardır.

Tam bir asırdır Doğuda manzara, kendi içinden ürettiği sahte ıslahatçılar bakımından, bir hapishanede, açıkgöz bir mahkûmun gardiyanlığa özenmesi, onun tavır ve edasını takınması ve mahkûmlar koğuşunda gardiyandan çok daha tesirli bir gardiyan kesilmesi gibi bir şeydir. Ve elbette ki, bu vaziyet, hakikî gardiyanın gözünde en sefil ve gülünç bir şey olmakla beraber, gayet verimli ve istifadelidir. Zira bir cemiyette şahsiyet tefessühünün birinci alâmeti, işte böyle ucuzun ve satıhçıların meydanı kaplamasıdır.

Tanzimattan bugüne doğru gelen kahramanlar panoramasını sadece ucuzculuk zaviyesinden ölçüye vursanız, her şeyin içyüzünü görmüş olursunuz. O günden bugüne edebiyat ucuz, mimarî ucuz, musikî ucuz, fikriyat ucuz, siyaset ucuzdur. Ve bu ucuzculuk, bizden, bir zaman Doğu âleminin bayraktarı olan bizden sızarak, Doğunun her köşesinde, Suriyeye, Mısıra, Iraka, İrana, Pakistana, her tarafa yayılmıştır. Bu memleketlerin münevver geçinen sınıflarına ve hükümet kadrolarının mânevî gradosuna bir göz atmak, (Markopolo) yu dizüstü getiren eski şark prenslerinin şimdi Amerikan malı (Kadillâk) otomobillerde nasıl sırmalı uşaklar halinde dolaştığını gösterir. Manzara mide bulandırıcı ve beyin törpüleyicidir.

Doğu, bu hale, Avrupalının icad ettiği madde bukağısı aynı bukağıya kendi öz ruhunu ihmâl ettiği için düşmüştür.

Bugünün Batının temsilcisi kahramanı, mânalar âleminin fatihi (Sokrat) veya (Plâton) değil, madde âleminin çilingiri teknolocya oyuncakçılarıdır.

Fakat Batı pek yakında bir (Plâton) doğurup, madde şahlanışını ruhla dizginlemenin çaresini bulamazsa kendi içinden patlayıp yıkılacaktır.

Doğunun ise ihtiyacı, mutantan bir zuhur halinde kendi özünü madde terakkilerine hâkim kılacak ve bu defa Batıya örnek teşkil edecek büyük fikir adamınadır.

Doğu ve Batıyı; kendi ucuzculuklarının en mahrem sebepleri içinde ayrı ayrı gözden geçirmiştik.

TEZATLAR DÜNYASI


· Halkının, en âdi çobanından en mükellef fikir adamına kadar, topyekûn, başındaki idareye muhalif olduğu ve «ne olacağız?» diye sorduğu bir memleket vardır ve orası Türkiyedir!

· Topyekûn muhalif halkına rağmen, bellibaşlı bir rejim ve idare zihniyetinin hâlâ ve daima başta bulunması gibi bir imkânsızlığa gerçekleştirebilmiş bir memleket vardır ve orası Türkiyedir!

· Milletin topyekûn muhalif olduğunu bile bile başta kalmakta mahzur görmeyici bir zihniyeti, boyuna emniyette; ve halkını, boyuna tahammülde devam ettiren bir memleket vardır ve orası Türkiyedir!

· Sadece din düşmanlığından ibaret bir icraat serisinin kahramanı mevkiindeki muvafakatin (eski C.H.P.) karşısına muhalefet diye çıktıktan sonra, artık muvafakatin bile unutmaya başladığı din düşmanlığını avaz avaz tekrar eden bir edaya (Demokrat Parti) muhalefet ismini vermiş bir memleket vardır ve orası Türkiyedir!

· Sineğin kafasını, üzerine konduğu insan kafasiyle beraber kıran Arnavudun hikâyesinde olduğu gibi; milletinin can düşmanı bir rejimin ruhunu, o milletin ruhiyle beraber mahkûm edici kanunlara sahne (yine Demokrat Parti) bir memleket vardır ve orası Türkiyedir!

· Böyleyken aynı tezatlar Partisinin tepetaklak edilişindeki üslûp bakımından en koyu ıstırap ve inkisarlara düşmüş ve karşılık olarak seçtiği Adalet Partisinden de daha korkunç ıstırap ve inkisarlara uğramış ve hâlâ yolunu ve çaresini görememiş bir memleket vardır ve orası Türkiyedir!

· 42 milyonluk nüfusunun ruhundaki gizli zelzeleden, yıllardır her taşı fıkırdayan, fakat bazı köşklerinin camları bile zangırdamayan bir memleket vardır ve orası Türkiyedir!

· «Biz bize benzeriz!» ölçüsünü koyduktan sonra üç katlı millet evinin her katındaki nesiller arasına uçurumlar açmış ve kimseyle kimse arasında en ufak benzerliğe yer bırakmamış bir tarihçeye bağlı bir memleket vardır ve orası Türkiyedir!

· Mazisi ve tarihiyle dünyanın en ışıklı ve şahsiyetli, hali ve yeni manzarasiyle de dünyanın en sönük ve taklitçi iki misalini temsil eder bir memleket vardır ve orası Türkiyedir!

· İçerde herkesin her ân gerçek kurtarıcıyı beklediği fakat onun bu işde kendisini vazifeli görmediği; olursa mesut olacağı, olmazsa da rahatını bozmayacağı bir memleket vardır ve orası Türkiyedir!

ÜSTÜN POLİTİKA


· Bir hamam önündeki odun yığını çöker çökmez, üst üste çarprazvarî düşen birkaç odun parçasının kurduğu hava boşluğu içinde sağ kalan kedi yavrularının, sığıntı halli tutumlarına, üstün politika ismini verenlerden olamayız. Politika çınar ağacının tohumundaki kesafet sırrı halinde, en küçük çaplar içinde bile kendisine mev’ut tekevvün hakkının cehdini yaşatan ve bu hakkı zaman ve mekâna göre kollayan ve elbette yurdunu çıkmazlardan kurtaran ve rüyasını gördüğü en ileri hadle, vâkıasını yaşadığı en geri had arasına mutlaka merdiven dayayabilen sihirli tedbirler manzumesidir.

· Batının (Rönesans) dan evvelki olamayışı ve sonraki oluşu, bizim bu oluştan bir-iki asır evvelki oluşumuz ve sonraki olamayışımızla tokuşarak, devirler boyunca Türk ülkesinde yalnız 7 cins politika buldu: Birinci Osman’dan İstanbul’un fethine ve Yavuz’a kadar, genç ve atılgan adam politikası.. Sarı Selim’den Üçüncü Selim’e kadar, şapşal ve habersiz adam politikası... Tanzimat başından Abdülaziz’e kadar mağlüp ve apışık adam politikası... İşkinci Abdülhamid devrinde, kurnaz ve maslahatçı adam politikası... Meşrutiyet ve Mütareke devrinde tam münhezim ve müflis adam politikası... Cumhuriyettenberi de, artık hesabı görülmüş ve teselliye terkedilmiş sulhçu ve tehlikesiz adam politikası. Sarı Selim’denberi bu politikalardan hiçbiri, son devirlerin küçük ve yarım davranışları bir tarafa, Türk milletine kökündeki oluş cevherinin hakkını verici millî politika yerine geçecek kıratta sayılamaz.

· İkinci Cihan Harbinde politikamız, netice itibariyle selâmet teyidine kavuşmuş olmakla beraber, sebep bakımından bir dünya görüşü, dünya çapında bir cehd ve hüner belirtmekten uzaktır. Allahın kaderi, sadece harikulâmet teyidine kavuşmuş olmakla beraber, sebep bakımından bir dünya görüşü, dünya çapında bir cehd ve hüner belirtmekten uzaktır. Allahın kaderi, sadece harikulâde tesadüfler yoliyle, Türk vatanının yanmaması işinde âdeta vasıtasız tecelli etti; ve her tarafı yanmış bir evde, yanmadan nasıl kurtulduğu insana hayret ve dehşet veren bir levha gibi, Türk vatanı, insanî tedbirler üstü bir plânda mahfuz kaldı. Kimsenin bu işte iftihar hissesi yoktur.

· Eğer dün, yani İkinci Dünya Harbinin içinde bu vatanı, işin daima İlahî kadere bağlı olduğu hakikati bir tarafa, fakat herhangi bir kul tefahhus ve tedbiriyle kurtarabilseydik, şimdi doğmaya başlayan yeni dünya karşısında hiçbir telâşa düşmemize yer olmazdı. Halbuki telâşta, hem de büyük mikyasta telâşta haklıyız.

· Doğan doğmakta olan dünya; ne müflis, ne de muzaffer kutuplariyle başlangıçta ayak uydurabildiğimiz bu dünya, bugünkü iki tezat unsurdan her kim kendisine hâkim olsa, bize müsait olacağa benzemiyor. Aksi bizim için misilsiz bir felâket olduğuna göre, tek ümit ve tesellimiz Demokrasyalar kutbunun, ortada tek tezat bırakmamış, iç ve dış her zaafı tasfiye etmiş, her tarafta ölçü ve yasaklarını kurmuş hâkimiyeti, acaba eski Hasta Adam’a nasıl muamele edecektir?

· Acaba Demokrasyalarca dünkü Hasta Adam, bugünkü sağlam adam mıdır; yoksa teselliyi körükörüne kendisine benzemekte bulmuş, baş kesmiş ve «Yurtta Sulh, Cihanda sulh» vecîzesiyle yetinmiş ve hem ileriye, hem de geriye doğru bütün kök muvasalalarını kesmiş, yani hiçbir dâvası kalmamış, Batının muradına uydurulmuş bir (medyum) mu?

· Heyhat ki, dünün Hasta Adam’ı, artık zaman ve mekânı işgal edebilmek hassasından yoksunluğa ölçüsiyle bugünün ölü adamıdır.

· Yarın, bu mevzudan şu veya bu sun’î faydalanma imkânı da kalmayınca, ona lâyık ve müstahak olduğuna hayatın kapısını açmakta yardımcı olacak kimdir ve bu yardımı niçin yapacaktır?

· Demokrasyalar, yeni cihanın eşiğinde, bütün tezadlarını tasfiye ve tesviye ettikten sonra, sadece istismar mevzuu Doğu milletlerine, topyekûn Batı adına, müdahaleci ve müdafaacı olmayan bir âkıbet (dikte) etmeye kalkınca, acaba Türk vatanını Batı âlemi içinde mi mülâhaza edeceklerdir? Acaba kaşlarımıza, gözlerimize, edebiyatımıza, fikriyatımıza ve hakikatımıza mı âşıktırlar?

· Büyük Doğu idealine bağlı olarak bizim üstün politikadan anladığımız, Türk milletini cihana yepyeni bir hüviyet halinde kabul ettirecek bir iş tekevvününün dışarıya doğru müdafaa haklarından başka hiçbir şey değildir. Bu iç oluşun kollayıcılığı plânında 800 milyonu aşan islâm kadrosu vardır.

HAREKETSİZLİĞİMİZ


· Fikirsizlikten sonra, bir de, hareketsizlik derdimiz var!

· (Aksiyon) culuk ruhuna, mümkün kelimesinin son haddiyle uzak ve yabancı yaşıyor ve yaşatılıyoruz!

· Teker teker fertleri kaplıyacak cemiyeti tehdit edici bir tehlike karşısında hemen uyanması ve şahlanması gereken içtimaî dayanışma ruhunu, münadi gezdirerek arasanız da bizde bulamazsınız!

· Bu hale gelmemizin sebebi, bütün bir tarih boyunca sırtımızda yaşayan, ensemizdeki «ukde-i hayat» dan canımızı emen, bizi, münfail, mahrem, derunî bir hayat yaşamaya zorlayan ve her defa birbirini tasfiye edip birbirinden daha baskın çıkan türlü küfür zorbaları ve ağaları olsa gerek...

· Anadolu halkı, hele yüz yıllık taklit ve izmihlâl devrimizde, her ân biraz daha kesifleşen bir ılgınlığa uğramış, uğratılmış ve apıştırılıp bırakılmıştır.

· Zira bizde her inkılâp, isterse gayesi sözde hürriyet olsun, kendi işini becerdikten sonra kendi hodgâm nefs selâmeti kaygısiyle, devirdiği rejimin baskısından daha ağır bir baskı koymayı ihmal etmemiş; böylece Anadolu halkının ruhuna kakılan yılgınlık çivisi, birbirine düşman hareketler tarafından da, sadakatle, dikkatle, gayretle, müşterek eser halinde dibine kadar götürülmüştür!

· Ve böylece ismine «efkâr-ı umumiye» dedikleri atmaca, bizde, her ân hareketle geçmeye hazır içtimaî bir hâkimiyet imkânı vâdetmekten uzak, içi saman dolu bir kuş haline getirilmiş ve bu kuşun tepesine, efendinin millet olduğu ölçüsü yazılmıştır!

· Bir millet ve cemiyette hareket imkânları baltalanırken, sonuna kadar ulaşacak olan, ya tam hareket, ya tam hareketsizliktir. Bizde ikincisi olmuştur!

· Bizim eksikliğini gördüğümüz ve hasretini çektiğimiz hareketse, herhangi bir rejimi kanun dışı yollarla devirmeyi hedef tutan bir iş ve (aksiyon) davranış değil, ona, her ân, her şeye muktedir bir «Efkâr-ı umumiye» yaşadığını hissetiren, asla nöbet yerini bırakmayan ve ancak kanun tepelendiği zaman kanun yollarını düşünmeyecek olan içtimaî dayanışma ruhudur.

· Demokrasya, getirdiği prensiplerle, icap ederse kendi kendisini tepeletmek yolunu da açık bırakan ve bu yolu hiçbir pahaya ve hiçbir fert veya zümreye kapattırmayan telâkki ve teşkilâtın ismidir ve sadece içtimaî dayanışma ruhunun temelleri üzerinedir.

· Demokrasyanın tam hakkını isteyerek, kanun yoliyle, fakat sonuna kadar tam hareket ruhunu elde edemedikçe, «ukde-i hayat» ımızdan bütün canımız emilecektir! Biz, kanuna aykırı şekilde «İslâmı getirin!» demiyoruz: «Demokrasyayı getirin, ötesi kolay!» diyoruz.

Hiç yorum yok: